Atakan Yavuz, 1974 Amasya doğumlu. İÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu olan Yavuz’un ilk kitabı “Kunduz Dersleri” Şule Yayınları'nca yayımlandı. Şiir yanında denemeler de kaleme alan Yavuz’un ikinci şiir kitabıBakış Talimi ise geçtiğimiz günlerde Ebabil Yayınları'ndan çıktı. Atakan Yavuz’la şiire ve şiirine dair konuştuk.

Yeni kitabınız “Bakış Talimi”nde ilk kitabınız “Kunduz Dersleri”nde olduğu gibi hayatın ayrıntılarını, ince su yollarını şiire taşımaya devam ediyorsunuz. Bu ayrıntılara hassasiyetin sebebi nedir?

Şiir, bir ünlemin gelişimidir, diyor Valery. Yani aleladeliğe karşı sevincin, öfkenin, isyanın, hayretin; özetle hassasiyetin gelişimi. Modern insan, geldiği noktaya duyarlıklarından, inceliklerinden vazgeçerek, kimliksizliğe ve parçalanmaya göz yumarak gelmiştir. Şiir ise tıpkı kutsal metinler, tıpkı destanlar gibi insanı parçalanmaktan korumakla, bir ünlemi geliştirmekle vardır.

Önümüzde bezgince dönüp duran şu dünya, eşyanın olması gerektiği yerde durmadığı adaletsiz bir dünyadır. Duruşunu eşyanın mevcut konumuna göre ayarlayan insan da dünyada yanlış yer tutmuş demektir. Bunun için şiir “Her şey yerli yerinde” demek ister, diyemez. Bu da azımsanacak bir talep değildir: adalet talebidir aslında. Zulüm, çünkü bir şeyi ait olmadığı yere koymak demektir; şiir ise bunun tam tersini yapma teşebbüsüdür. Ayrıntılara hassasiyet küçük meselelerle iştigal etmek değil, bir adalet arayışı, bir isyan işaretidir. Bize önerilen dünyevî, baygın bakış modeli ayrıntılara karşı körleşmek ve duyarsızlaşmak üzerine kuruludur, yani zulme göz yummak ya da sufilerin deyişiyle perdeli/ cahil olmak. Küçük meselelerini çözmekten yan çizen toplumlar, büyük saydıkları yapay meselelerle oyalanıp dururlar. Büyük saydığımız meseleler, evlerimizde başköşeye yerleştirdiğimiz eşyanın konumunun –o minicik ayrıntımın- sıradan bir tezahürüdür sadece. Zulmün izini sürmeye oradan başlamak gerekir.

Bugün küçük, önemsiz gördüğümüz neredeyse unutulmuş bir şiirden bahsetmek isterim. Nahit Ulvi’nin “Birisi” şiirini düşünün. Bu duygularla başlamayan bir aşk eksik ve hoyratça başlamıştır. O duygulara geri dönmek için aradan ne kadar çok şeyi; sosyal medyayı, network’u, mesafeleri çıkarmak gerekir. Hakikat de aşk gibi iki kişi arasındaki o sıcak rahimde tesis edilir ancak. Sonra anlarız ki arada ne kadar çok gereksiz eşya, söz, kalabalık var. Anlarız ki aşk ne kadar uzak, hayat ne kadar uzak.

İlk şiiriniz “Sebeb-i Telif”te “Ben Şair. Vaktin Oğlu” diyorsunuz. Şöyle soralım hangi şair, hangi vaktin oğlu?

Aslında vaktin oğlu olmak hem bir imkân hem de yetersizliği ima eder. İmkândır çünkü avuntuların ve kaygıların kaynağı olan geçmiş ve gelecekle bağlarını koparmış, hale teslim olmuştur. Ve de eksikliktir çünkü şair yarı yolda kalmış derviştir. Tacı ve hırkayı kuşanacak kadar cesur değildir. Dem bu demdir diyerek “ebu’l vakt” olma hakkını yitirmiştir. Yola devam ederse şairliğinden vazgeçmek zorunda kalacaktır. Yine de uzun yola çıkmış, kol saatini yanında yürüyüp giden durgun suya atmıştır. Kendini bedenin ritmine bırakmıştır. O bir geniş adamdır artık. Şiirini bir bağımsızlık beratı gibi taşır yanında.

Hangi şair? “Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası,” diyen dervişe yetişmek isteyen şair. Hangi vaktin oğlu? Dar vakitlerin, huzursuz, ağır aksak vakitlerin, bu kurak dünyanın tüm vakitlerinin oğlu.

Yaklaşık on beş yıllık şiir serüveninizde edebiyat ortamına hep belli bir mesafede durarak yol aldınız. Bu mesafeli duruşun sebebi ortamın olumsuzluğu mu yoksa bir mizaç meselesi mi?

Şiirde kişisel serüvenin önemine inanıyorum. Bu öyle toplu yürünülecek, ortak ses verilecek bir tür değil bana göre. Tabii başka sebepleri de var bunun. Maruz kaldığım hayat, maişet meseleleri vaktimin çoğunu işgal ediyor. İşgal diyorum çünkü bu işgale şiirle direniyorum. Şiire tutunarak insan kalabiliyorum. Edebi etkinliğin içinde yer almaya da pek vaktim kalmıyor. Hamid gibi söylersem, “Kaçmaktan kovalamaya vakit bulamıyorum” diyelim.

Ortamın olumsuzluğundan bahsetmeden önce şiiri merkeze alan bir ortamın varlığından söz edebilir miyiz sorusunu sormanın daha doğru olacağını düşünüyorum. Bu soruya da olumlu cevap vermek pek mümkün gözükmüyor.

Bir şiir ya da deneme yazdım diye öyle alay-ı vâlâ ile ortalıkta dolaşmak da istemem. Çünkü biliyorum ki insanlık, tarihi boyunca üç beş tane önemli fikir, eser ve şiir üretebilmiştir. Bizim yaptığımız bunları çoğaltıp durmaktır sadece. Hz. Ali’nin ilmin bir nokta olduğu ve onu cahillerin çoğalttığı yönündeki sözünü düşünün. Bu çoğalıp duran cahillikte yazarların payı da incelenmeye muhtaçtır. Sözün çoğaldığı yerde azalan ilimdir, anlamdır. Sözü azaltmakla mükellef olan şiirin bundaki, bu suç ortaklığındaki payı affedilebilir düzeyde azdır.

Denemeler de yazıyorsunuz. Bir şairin düzyazıya da yönelmesinin sebebi nedir?

Şiir bir yoğunlaşma, malzeme eksiltme halidir. Nesir şiirin attığı malzemelerden teşekkül eder çoğu zaman. Şiir bildiklerinizi unutarak yani geriye doğru yürüyerek yazılır. Unuttuklarınızı da bilmeye ihtiyaç duyduğunuzda düze inmeniz, atınızdan inmeniz gerekir. Özgürlükten feragat ederek şiire varılır, sonra bu feragatin çetelesini tutmak için de düzyazıya. Deneme kendimi özgür hissettiğim bir alan ama bunun tehlikelerini de şiire dönünce görüyorum.

İlerleme düzyazıyla mümkündür ancak. Oysa şiir ilerlemeye, terakkiye manidir. Şiir üzerine denemeler yazmamın sebebi “Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme!” şiarından kaynaklanıyor. Diğer denemeleri de şiirden ayrı düz koşu olarak, ısınma hareketleri olarak düşünebiliriz. Ben okur olmayı daha çok önemsiyorum açıkçası. Yazmak da okuduklarımızı şahsiyetimize mal etmekten öte bir çaba değildir.

2014 yılındayız. Şiirin ölüm ilanı daha sık verilmeye başlandı. Türkiye de Batı gibi şiirsizliğe doğru mu gidiyor?

Fuzuli “Nazmın değeri o kadar düştü ki; ölçülü söz küfür sayılıyor” sözünü bundan neredeyse beş yüz yıl önce söylemiş. Demek ki bu yeni bir söylem değil. Zaman öyle istiyor diye şiir izzet ve itibardan düşmez. Çünkü şiir insanın kendine hayret makamından baktığı yerden neşet eder. Hayret etmeyen insan kendini tanıyamaz. Bir istiklal modeli olarak şiir, hem kendi benliğinin hem de bu yavan dünyanın alelade sınırlarından kurtulmak isteyen insanlar var oldukça varlığını koruyacaktır. Hele bu durum bir şiir dili olarak Türkçe için fazlasıyla gerçektir. Türkçe düşünmeye başladığınızda aynı zamanda bir şiire başlamış olursunuz. Eskiler şiire hikmetli söz derken onun hayatî önemini kastediyorlardı belki de. Neden hayatî? Çünkü hikmet olmadan düşünceyi, düşünce olmadan hakikati fethedemezsiniz. Şiirin ölüm ilanını verenler onun terakkiye mani olduğunun bilinciyle bizi ardından sürükleyen ilerleme denilen o büyük yalanın peşinde yüklerinden kurtulmak isteyenlerdir. Oysa bu yük aynı zamanda bizi insan yapan, insan kalmamıza imkân tanıyan bir savunma hattıdır. Şiir yoksa tecrübî bilgi de, hikmet de yoktur; bilgi yoksa kurtuluş da. Bu anlamda şiir bir edebiyat meselesi değil hayat memat meselesidir.

Batının bu meselede “Lâ” da –buna kabuk da diyebiliriz- kaldığını söyleyebiliriz. Onların uçurum gördüğü ve korkarak geri çekildiği yerde biz uçma imkânı görür ve seviniriz. Konuları benzer olan Robinson Crusoe ile Hay Bin Yakzan’ı teraziye koyun, ne demek istediğimi anlarsınız. Batı, bugünkü geldiği noktaya şiirinden vazgeçerek gelmiştir. Şiiri olan toplumlardan nefreti de buradan kaynaklanır. Tarih sahnesinden sildiği Kızılderililere, Azteklere bakın, hepsi şiirli toplumlardır. Bugün hedef tahtasında olan Müslüman Şark da öyledir. İran’ı bugün ayakta tutan Devrim Muhafızları değil, Şahname’den –şiirden- devşirdikleri müthiş özgüvendir. Türkiye’nin zayıf noktası da ne cari açık ne de siyasal istikrarsızlıktır. Tanpınar’dan mülhem söylersek; bütün kuşakların ortak olarak ve üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri duyabileceği tek bir kitapta bile uzlaşamamasıdır.

Ahmet Serin konuştu