Takvim yaprakları hicri 1379 Ramazanı’nın 25. gününü gösteriyordu. Gece saat 3 sularıydı. Biraz sonra Urfa minarelerinde Ezan-ı Muhammedi okundu. Talebeler, Üstadın her zaman ki gibi kalkmasını, “Sabah namazı vakti girdi mi?” diye sormasını bekliyorlardı. Fakat Üstad kalkmıyor, namazın vaktini sormuyordu. Miladi 23 Mart 1960 sabaha karşı Bediüzzaman Said Nursî bu dünyadan dar-ı bekaya intikal eyledi. Artık dünyanın hiçbir yükü onun omuzlarında değildi, son nefesine kadar mücadele etmiş, asla yılmamıştı ama sahne ışıkları bir gün onun için de sönecekti ve 84 çileli yılın ardından o ışıklar onun adına da sönmüştü.

Şu kelam-ı kibarı çok severim, der ki: “Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir.” Adeta âlimler yeryüzünün kandilleridir, sanki dünya onlarla ayakta durmaktadır. Kerîm olan kitap bize bildirir ki: “ …Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan gereğince korkar…” Çünkü âlimler zulme başkaldırının, mücadelenin, azmin yegâne örnekleridir.

Bu haberin kâtibesi bir kitap okudu Said-i Kürdi hakkında. (Sabret ey okuyucu; kâtibe, neden üstadı böyle isimlendirdiğini açıklayacak.) O kitaptan dimağında kalan (az biraz daha sabır, kitabın adını da açıklayacak), üstadın hayatından bazı bölümleri sizlerle paylaşarak Müslüman gençliğin kendine biraz ayna tutmasını sağlamaya çalışacak ya da biraz kavram kekemeliği yapacak diyelim. Kendisinin de bir genç olduğunu hatırında tutarak tabi…

Bu ülkede yıllarca İslamcılık üzerine; usul, çerçeve, gidilecek yol, eylemler ve daha bir sürü şey hakkında tartışmalar yapıldı ve hâlâ daha da yapılmakta. İslamcılık bir mücadelenin adıydı. Sisteme, zulme, istibdata karşı olan bir başkaldırıydı, işin içinde amel vardı. İşte bu sebeple sadece bir yüzyıl önceye gidip bir göz atarsak, Osmanlı’nın sonu, Cumhuriyet’in başında yaşamış âlimlerimizin ve mütefekkirlerimizin hayatının bize çok şey anlattığını görebiliriz. Doğrularıyla ve yanlışlarıyla, akıl süzgecimizi devre dışı bırakmadan, o zamanı ve bulundukları şartları göz ardı etmeden ve onların mücadelelerin haksızlık etmeden bakarsak tabi…Bediüzzaman

Said-i Nursî ömrü boyunca “Kürdî” ismini kullanmıştır

Bediüzzaman Said Nursî 1876 yılı baharında, Bitlis’in Hizan ilçesine bağlı Nurs köyünde dünyaya gelir. Ona Said ismini verirler, yaklaşık on kadar olan diğer isimleri ise hayatı boyunca attığı adımlar neticesinde kendine yakıştırılan lakaplardır. Ömrü boyunca bu lakaplardan yola çıkarak değişik imzalar kullanmıştır: Said, İbn Mirza, Molla Said, Ebu’l-Acâib, Bediüzzaman-ı Kürdi, Mirzazâde Bediüzzaman Said Nursî, Ebû La Şey, Ceride-i Seyyare ve tabi Bediüzzaman Said Nursî. Biz zamane Müslüman gençliği bu isimlerden bazısını anlayamadık değil mi? Tam da bu noktadan kendimize çuvaldız batırmaya başlayabiliriz. Bu isimlerin hepsi onun hayatının bir devresine tekabül eder. İnsanların onda gördükleridir ona sıfat olarak yakıştırdıkları. Bugün İslamcı hareketin öncülerinin ve gençlerinin yaşadığı en önemli sorunlardan birisi de bu olsa gerek. Adımızın önüne, arkasına, yanına bitiştirilemeyen, özdeşleşemediğimiz, olmayan, güzel sıfat ve lakaplarımız…

Bu yakıştırmaların hepsinin onun hayatında bir yeri vardır. Gözümüze ilk çarpanlardan birisi “Kürdî” lakabıdır. Said-i Nursî ömrü boyunca bu ismi kullanmıştır ancak ırk temelli, etnik bir anlamda değil, Osmanlı’da coğrafî bir yerin adı olarak, Osmanlı camiasının içinde bir dal, bir cemaat adı olarak. Bu yönde kendisine yapılan hiçbir yanlış yönlendirmeyi kabul etmemiş, kardeşi kardeşe katlettiren her türlü asabiyetten ömrü boyunca kaçmış ve bu taassubla mücadele etmiştir. 1935 yılında Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde kendisine “Kürtçülük” isnad edenlere şöyle cevap vermiştir: “Ey Efendiler! Ben her şeyden evvel Müslüman’ım ve Kürdistan’da dünyaya geldim. Fakat Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sadık ve en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış ve İslamiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur’aniyem cihetiyle her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak, kudsî hizmetimin muktezası olduğundan, bana Kürd diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğime, hakikî ve civanmerd bin Türk gençlerini istişhad edebilirim.” Belki bazıları bu satırları abartılı bulabilir ama bu satırların arkasında verilmek istenen çok önemli bir mesaj var: “Ben sizin oyunlarınıza gelmeyeceğim, ben sizin baktığınız pencereden bakarak bu topraklarda kardeşçe yaşayan halkları birbirine kırdırmayacağım…” İşte bunu yakalamamız gerekir.

Yaşarken rahatsız ettiği rejimi ölümüyle de rahatsız etmiştir

Bediüzzaman Said Nursî hayatını üç önemli devreye ayırır: Eski Said, Yeni Said, 3. Said. Bu isimlendirmeler hayat çizgisinin üç önemli devresine işarettir. Eski Said döneminde o (1876-1927 arası) tam bir mücadele adamıdır, aktif bir şekilde siyasetin içinde, oradan oraya koşturur. Bir hayali vardır, dinî ilimlerle müspet ilimlerin birlikte okutulduğu “Medresetüz Zehra” üniversitesini kurmaya çalışmakla geçer bu ömrü. Bir taraftan istibdata karşı meşrutiyeti savunurken, diğer taraftan yıkılmaya yüz tutan Osmanlı’nıın bir kalması için uğraşır. Bu arada esir düşer Rus askerlerine… Hiç yılmaz; tüm bunları yaparken acil ihtiyaçlara verilen acil cevapları olan risalelerini ard arda neşreder. “İşârâtü’l İ’caz” adlı Arapça tefsirini at üzerinde, kaynaklardan ve müracaat kitaplarından mahrum bir halde Rus askeriyle Kafkas cephesinde savaşırken yazar.

Yeni Said (1927-1950) dönemi ise Risale-i Nur eserlerinin telifini yaptığı, o şehirden öbürüne sürgün edildiği, çile içinde geçen, toplumdan uzak münzevi bir halde hayat sürdüğü dönemdir. Bu dönemde aktif siyasetten tamamen uzak olmasına rağmen o mahkemeden bu mahkemeye koşturup durmuş, her seferinde beraat etmiş ancak kendisine yapılan maddi- manevi işkencelere katlanmak zorunda kalmıştır. Bu, kendi deyimiyle “yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettiği” dönemdir.

Son dönemi, yani 3. Said ise münzevi hayatından dışarıya çıkan, siyasilerle görüşen, yurt içinde geziler düzenleyen Said’dir. (1950-1960) Zaten ömrünün son on yılında yeniden ortaya çıkması birilerini o denli rahatsız etmiştir ki, ona rahatça uyuyacağı bir mezarı bile çok görürler. 27 Mayıs darbesiyle birlikte Demokrat Parti hükümeti Yassıadaya doldurulur. 11 Temmuz 1960 günü Urfa valisi Necdet Yalçın ile Doğu Bölgesi Kolordu Kumandanı askeri bir uçakla Konya’ya gelirler. İmam Hatip okulunda meslek dersleri öğretmenliği yapan Bediüzzaman’ın kardeşi Abdülmecid Ünlükul, o gün bir memurla vilayete çağrılır ve ona zorla kardeşinin naklini isteyen bir belge imzalatılır. 12 Temmuz Salı gece vakti Bediüzzaman’ın naşı Halilürrahman camisinden alınarak bilinemeyen bir yere nakledilir. O, yaşarken rahatsız ettiği rejimi ölümüyle de rahatsız etmiştir. Bu nakil haberi o günün gazetelerinde genişçe yer bulur ancak hiç kimse cesedinin nereye gömüldüğüne dair bir açıklama yapamaz. Bu durum bugün bile hâlâ açıklığa kavuşmamıştır. Mezarınızda bile rahat bırakılmamanız için bazı şeyleri göze almış, birilerini fena halde rahatsız etmiş olmanız gerekir.

BediüzzamanBizi uyutmayan, yollara düşüren bir hayalin peşinde neden değiliz?

Gençliğine dönecek olursak, Molla Said bir yere sığamaz, bir kabın içinde duramaz. İlk tahsil hayatına abisinin yanında başlar, sonra ise ömrünün ilk yıllarını alan, o medreseden bu medreseye adeta sürgün halinde giden devresi başlar. Bir yere sığamaz çünkü zekâsıyla, kavrayışıyla, öğrenme isteğiyle öyle her hocanın kabul edebileceği bir talebe değildir. Bir şeyhin yanında öğrenmeye başlamasıyla zaman içinde o şeyhin kendisine talebe olması arasında uzun bir zaman dilimi yoktur. Bütün hayatı için çok önemli olan kesintisiz tek eğitimini Şeyh Mehmet Celali Efendi’nin yanında yapar ve 3 ay içerisinde medreselerde okunması adet olan bütün kitapları sırasıyla okur.

Onda öyle bir özgüven ve kendini kabul ettirme içgüdüsü vardır ki en zor eseri bile kendisi anlamaya çalışır. Bir anda ilimde aldığı bu yola şaşıran hocalarına kendisini sınava tâbi tutmalarını söyler. Yapılan bu tarz sınavlarda hep karşısındakini mağlup eder. Kendisini ispat çabası vardır. 1894 yılına gelindiği vakit henüz 18 yaşındayken matematik, astronomi, jeoloji, fizik kimya gibi dersleri de almıştır artık. Genç yaşında gösterdiği bu harikulade başarılar sebebiyle Molla Fethullah Efendi kendisine çağın güzelliği anlamına gelen “Bediüzzaman” lakabını verir. (Esasen sevgili okuyucu bu lakap bu anlamda kullanıldığında her ne kadar mazur görülebilirse de “El Bedii” ismi -Hiç yoktan, benzersiz yaratan anlamında- Kur’an’da Allah’ın bir esması olduğu için beni biraz rahatsız ediyor.)

Genç Said’i asıl gayrete getiren ise yaşadığı bir olaydır. İngiliz Avam Kamarasında Müstemlekeler nazırı Goldstone, elindeki Kur’an’ı Kerim’i göstererek şöyle demiştir: “Bu Kur’an Müslümanların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, ya Kur’an’ı ortadan kaldırmalıyız veya Müslümanları ondan soğutmalıyız.” Bunu duyunca şu sözü söyleyecektir: “Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez manevi bir ışık olduğunu ben dünyaya göstereceğim ve ispat edeceğim.” Evet, Genç Said’in bu dünyada gerçekleştirmek istediği bir amacı, bir ideali vardır. Bu sebeple kendisini kabul ettirmek ister. Müslüman gençliğin bugünkü en büyük açmazı bir iddiaya sahip olamamasıdır, varsa bile o iddiasını yüksek sesle haykıramamasıdır. Biz Müslüman gençlik neden böyle bir iddiaya sahip değiliz? Bizi uyutmayan, yollara düşüren bir hayalin peşinde neden değiliz? Zaman çok değişmiş ve Batılı o iddiasından vazgeçmiş de değildir üstelik. Hatta bugün elinde bulundurduğu silahlar dünün silahlarına göre çok daha fazla gelişmiştir.

Molla Said artık ilim çevrelerinde tanınır ve ömrünün Eski Said döneminde “Medresetü’z-Zehra” hayalini gerçekleştirmek için uğraşır. O, Doğuya öyle bir medrese/üniversite yaptırma ister ki içinde dinî ilimlerle müspet ilimler bir arada okutulsun. Ona göre Müslüman ülkelerin çöküşe geçmesinin sebebi bu iki ilim çeşidinin birbirinden ayrılması ve dinî ilimlerle iştigal eden mollaların dünyadan bihaber kalmalarıdır. Bunu gerçekleştirmek için çok uğraşır; padişahlara bile çıkıp bu isteğini belirtir, kaynak da bulur ancak bu hayalini tahakkuk ettiremez.

Bir yerde kapanan dava başka yerde açılmaktadır

1922 yılında Bediüzzaman Said Nursî yoğun ısrarlar sonucu Ankara’ya gider. 22 Kasım 1922’de Ankara’ya ulaşan genç Said mecliste Hoşemedi edilir (Hoş geldin merasimi) ve ayakta alkışlarla karşılanır. Bu celse gazetelerin beyanıyla “tarihî bir celse” olarak kayıtlara geçer. Bu samimi ve candan karşılamaya rağmen Bediüzzaman Ankara’da umduğunu bulamaz çünkü mebusların büyük çoğunluğunun namaz gibi en önemli bir farz ile alakâsızlığını görmek onu ziyadesiyle üzer. Bu yüzden onları tenvir ve irşad mahiyetinde bir beyanname tanzim ederek neşreder. Esasen bu on maddelik beyanname milletin, başındakileri nasıl görmek istediği ve Kurtuluş Savaşı’nın hangi saiklerle kazanıldığını ve ilerisi için nasıl bir yönetici ve usul istediğinin açık bir örneğidir. Burada en çok etkileyici olan ve Müslüman gençliğin ders olarak alması gereken şey üstadın bir kötülükle karşılaştığı zaman anında ona müdahil olması ve ilk elden onu nasıl çözebileceğine dair bir şeyler üretmesidir. Bugün oluşturulmaya çalışılan bir Müslüman gençlik portresi var, namazsız, ibadetsiz, modern bir gençlik… Müslüman, girdiği ortamda İslam’ın emirlerine uyulmazsa rahatsız olan adamdır desek haksız olur muyuz?

Cumhuriyet sonrasında Said Nursi’nin 2. dönemi başlar artık. Sürgünler ve inziva dönemi… Tam bir yolcu gibidir bu dünyada, durmadan yazar, yazdırır, talebe yetiştirir. Ömrünün ilk kırk senesi hep koşturmaca ve mücadele içinde geçmiştir… Yeni Said döneminde ise bir tür inziva, aslında elde ettiklerinin hülasasını yapma vaktidir. Bu dönemde talebeleri onu bir an bile yalnız bırakmaz, ancak Molla Said kimseden karşılıksız bir şey almamıştır. Oradan oraya nakledilirken yanında sadece bir sepet, sepetin içinde çay demliği, birkaç bardak, bir tane seccade, diğer elinde de bir Kelâm-ı Kadim yani Kur’an vardır. İşte tüm dünyalığı budur Said-i Nursî’nin… Şöyle der bu yeni dönemi için: “Yalnız olarak dağlarda kader-i ilahi beni gezdiriyor.” Bundan şikâyetçi değildir, aksine hamd makamındadır.

1935 yıllarıyla beraber bitmek bilmez davalar, tevkifler başlar. Defalarca mahkeme önüne çıkar, risalelerde suç öğeleri aranır, gizli cemiyet kurmak, devlete başkaldırmakla suçlanır ancak bir türlü bu suçlar ispat edilemez. Zaman zaman talebeleriyle birlikte içeri atılır. Eskişehir mahkemesinde keyfi bir surette kendisi ve talebelerine verilen sembolik 6 ay cezayı kabul etmez. Bu kararın yersiz olduğunu, böyle bir cezanın beygir hırsızına veya bir kız kaçırıcısına layık olduğunu belirterek kendisinin ya beraatine ya da idamına yahut yüz bir sene hapse mahkûmiyetine hükmedilmesini talep eder ve bu konuda ısrarcı davranır. Bu, sıradan bir onur koruma davranışı değildir. Bu dik duruşu işe yarar ve haklarında verilen altı aylık ceza kaldırılır, beraat ederler.

Bir yerde kapanan dava başka yerde açılmaktadır, bu sefer Denizli’de mahkeme kurulur ve talebeleriyle tekrar içeri girerler. O, zindana Hz. Yusuf’un yedi yıl hapiste kalmasına telmihen “Medrese-i Yusuf” ismini koyar. Onun için her yer medrese, herkes -en cani insan bile- öğrenecek insandır. Bir kişinin bile imanını kurtarmak, bir caniyi meleğe çevirmek üstada göre dünyalara değişilmez bir saadettir. Yaşadığımız bu dönemde belki Müslüman gençlik olarak gerçek manada bir zindanda değiliz ama çok daha ciddi ve içinden çıkmadığımız manevi zindanlarımız var.  Acaba diyorum bu içinden hâlâ çıkamadığımız zindanlarımızı Medrese-i Yusuf’a benzetsek belki bir yol bulabilir miyiz ışığa doğru?Bediüzzaman

Kitleleri harekete geçiren bir hareketin manevi lideri

Bediüzzaman ömrünün son on yılını hastalıklar içerisinde geçirir. Artık Demokrat Parti iktidardadır, onlara olan desteğini gösterir. 1951 yılında Eskişehir’de “Konuşan Yalnız Hakikattir” adlı bir mektup neşreder. Bu, onun hayatının hulasası niteliğindedir, ne uğruna bu davaya baş koyduğunun bir göstergesidir. Kendisine şunları söyler bu risalede: “Allah’a binlerce şükür olsun ki, 28 senedir dini siyasete âlet ittihamı altında kader-i ilahi ihtiyarım haricinde dini, hiçbir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zalimane eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor. ‘Sakın!’ diyor, ‘İman hakikatini kendi şahsına âlet yapma.’ Tâ ki, imana muhtaç olanlar anlasınlar ki; yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun.” Sanırım bu da biz Müslüman gençliğin, belki en çok da onu takip eden şakirtlerini kulağına küpe yapması gereken ilkedir.

Unutmadan sevgili okuyucuya okuduğumuz kitabın adını söyleyerek hatimemize geçebiliriz sanırım. Kitap, Nesil Yayınları’ndan çıkan ve Necmeddin Şahiner’in yazdığı Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî. Kitabın kalınlığı sizi korkutmasın, bir solukta bitiyor. Üstadın hayatını kronolojik olarak vermesi, hangi eserini nerede ve neden yazdığının açıkça belirtmesi, barındırdığı tarihî vesika, evrak, resimler ve yaşayan son tanıklardan alınan bilgiler kitabı güzelleştiren başlıca özellikler olarak dikkatimizi çekiyor ve okunmayı hak ediyor.

Bediüzzaman-ı Said Nursî bir yolcu gibi bu dünyaya geldi. Hiç evlenmedi, hiç mülke sahip olmadı, sarığını son nefesine kadar başından çıkarmadı, her yerde ve her mecliste bazen usul değiştirerek de olsa davasını savundu, kendisini Kur’an yoluna kendi kabınca ve anlayışınca vakfetti. Osmanlı’nın yaşayan son âlimlerindendi, 20. yüzyıla damgasını vurdu ve kitleleri harekete geçiren bir hareketin manevi lideri oldu. Bugün onu ve davasını takip edenlerden bir kısmı onu üretmeye, onun ocağından közü taşımaya devam ettiler, onun kör bir taklitçisi olmaktan imtina ettiler. Kimi diğer takipçileri ise onu ve davasını anlamadılar, onu tüketmek istediler, onun ocağından külleri taşıdılar ve kör bir takipçisi oldular. Bu, bir âlime yapılacak en büyük haksızlıktı.

İslamcı hareketin bugün geldiği noktada biz Müslüman gençliğe düşen, dün yaşayan âlimlerimizi çok iyi bir şekilde okumak, onların yaptığı hataları hakikat terazisinde analiz etmek ve yarına doğru bir menfezden bakmaktır. Sanırım böyle yaparsak, dün görevini en iyi şekilde yapan âlimlere olan vefa borcumuzu bir nebzede olsa ödemiş oluruz…

 

Fatıma İlhan yazdı