Sahne sanatlarında, tiyatroda neden varlık gösteremediğimizi zaman zaman düşünürüm. Görsel sanatlardaki bize özgü soyutlamayı anlayabiliyoruz. İnsan ve hayvan figürleri konusunda bir hassasiyet var. Esasen bu, manzara, kentsel ortam, kullanılan eşya, yiyecek - içecekle ilgili neden detaylı görsel çalışmalar yapılmadığını açıklamıyor. Geçmiş yüzyıllarımızın günlük yaşamla ilgili görüntülerini oryantalist sanatçıların resim ve gravürlerine borçluyuz. Elimizde onların bakışları, yorumları var. Minyatürleri, süslemeleri ayrı tutarsak, kendi dünyamızla ilgili aktarımlar daha çok kelimelere dayanıyor. Dilde kopukluk yaşanınca birileri sanki geçmişimizin fişini çekmiş. Hudayinabit bir toplum olmuşuz.
İslâm sanatlarını ayrı bir ortamda değerlendirmek gerekiyor. Ben burada temsil ve sahne sanatı üzerinde durmak istiyorum. Esasen bu alanda zengin bir geleneğimiz var. Ortaoyunu, Karagöz, saz şairleri, vesaire. Eskiden masal ve kıssaların çeşitli meclislerde kariler ve kıssahanlar tarafından kendine özgü yöntemlerle okunduğunu düşünürsek bunun da bir tür temsil olduğunu var sayabiliriz. Okuyan veya anlatan ses tonu ve mimikleriyle bir canlandırma yapıyor. Ama birçok modern kuruma uyum sağladığımız halde, bir temsil kurumu olarak tiyatronun bizde neden güdük kaldığını, toplumda karşılığını bulamadığını açıklayamıyoruz.
Osmanlı’dan bu yana tiyatro sanatı Batı kültürünün uzantısı olarak yürümüş; Levantenler, azınlıklar, kumpanyalar. Yerli ve milli olmak gibi bir derdi olmamış. Memlekette trajediler yaşanırken o müzikal komedileri tercih etmiş. Geleneksel Türk kültüründe karşılığı olmayan bir alan haline gelmiş. Sahneler kültürel bir aktarım, hatta propaganda aracı olarak kullanılmış. Halktan kopuk, yerli kültüre tepeden bakan birtakım sanatçılar devlet desteğiyle sahnelere çıkıp slogan ve mesaj yüklü sunumlar yapmayı adet haline getirmiş. Toplum mühendisliği çalışmalarının bir aracı olmuş.