Sezai Karakoç düşüncesinin odağındaki kavram üçlüsü: "Şehir-Kimlik-Medeniyet"

13. İstanbul Edebiyat Festivali'nde "Sezai Karakoç düşüncesinin odağındaki kavram üçlüsü: Şehir-Kimlik-Medeniyet" konulu bir tebliğ sunan Prof. Dr. Fatih Andı'nın konuşmasının muhtevasını istifadelerinize sunuyoruz.

Sezai Karakoç düşüncesinin odağındaki kavram üçlüsü: "Şehir-Kimlik-Medeniyet"

Değerli misafirler, kıymetli dinleyenler; hepinizi muhabbetle selamlıyor, daha konuşmamın başında bu tür etkinliklerde bize düşen bir vazife olarak değerli üstadı Sezai Karakoç’u rahmetle, minnetle, mağfiretle anıyorum. Evet, dünden itibaren çeşitli konuşmacılar burada Sezai Karakoç çerçevesinde konuşmalar yapıyorlar. Bizim konuşmamız da yine Sezai Karakoç odaklı konuşma olacak. Konu başlığı olarak da Sezai Karakoç’un bütün yazdıklarında özellikle şiirlerinde, edebî dünyasında, yazılarında şehir, şehir kimliği, şehir-medeniyet ilişkisi bağlamında…

Sezai Karakoç’un şehre yönelttiği dikkatler nelerdir, neler değildir bunlar etrafında bir konuşma yapmak istiyorum. Süremin yettiği, dilimin döndüğü kadar Besmeleyle söze başlayalım. Şimdi değerli arkadaşlar, ben bir edebiyat akademisyeniyim kendi alanım çerçevesinde bu konuya baktığımda biz akademisyenlerin cemaziyelevvelden alıp bugüne kadar getirmek gibi alışkanlıkları vardır. Ben de öyle yapacağım. Şehir bizim klasik edebiyatçılarımızın, divan şairi dediğimiz o sanatkârların çok fazla üzerinde durduğu bir tema, bir dikkat odağı değildir. Onlar da elbette şehirde yaşarlar. Klasik Türk şiiri şehirli bir şiirdir, halk şiiri gibidir ama şehirde yaşayan Divan şairleri şehre dikkatlerini çok fazla yöneltmezler. Bu biraz da Divan şiiri dediğimiz o klasik Türk edebiyatı şiirinin mazmunlar sisteminde mekân dikkatinin ayrıntı ve özele inerek yer bulamamasından kaynaklanır çünkü bu edebiyat biraz idealizasyonlar etrafında, mazmun dediğimiz sistemlerin müsaade ettiği açılımlar çerçevesinde kendisine bir söylem oluşturmuş edebiyattır. Böyle olduğu için de şehir vardır ama belirli kodlar etrafında vardır. Sevgilinin yaşadığı mekân olarak vardır veya şehirde inşa edilen mimarî eser çerçevesinde vardır.  Bu esere düşülen tarihler veya methiyeler etrafında vardır.  En tipik örnek söylenegelen Nedim’in istanbul vasfında kasidesi: “Bu şehri İstanbul ki bi-misl ü bahadır/bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır” diye başlayan şiiridir. Şiiri okuyun kocaman bir kasidedir ama orada yalnızca İstanbul güzellemesi vardır İstanbullun farklı veçheleri veya cepheleri etrafında bir yorum, Nedim’i diğer şairlerden ayrıştıracak özgün bir bakış açısı yoktur. Ortak edebiyatın içerisinde söylenen bir söylemle oluşur. Tabii o şiirin yazılmasındaki temel gerekçe, altta yatan zemin sevgiliyi övmektir. İstanbul sevgilinin mahallesi, memleketi, yaşadığı yer olduğu için değerlidir. Bu çerçevede bir mekân vardır, çok ayrıntıya girmeden bahsedeyim, 19. yüzyıldan itibaren modernleşme dönemi edebiyatımıza geldiğimizde o zaman orda mekâna dikkatin değiştiğini görürüz. Batıcı bir bakış açsıyla bizde evvelden yoktu, her şeyi biz Batılılaşma sürecinde gördük, bildik, tanıdık ve yaptık söylemine sakın ola ki girmeyin, ben de girmiyorum ancak bir gerçek vardır ki modernleşme dönemi şiiri içerisinde kimi şairler hatta erken dönem şairleri mesela, Abdülhak Hamit gibi yaşanan realiteyle örtüştüğü için değil, beslendikleri kaynaklardan devşirdikleri için ödünçledikleri için bir kent karşıtlığını -kenti de tırnak içinde kullanıyorum birazdan üzerinde daha fazla duracağım- şiirlerine taşımaya başlarlar. Bunun arkasında ucu Batı’da tâ Rousseau’ya kadar giden tabiat güzeldir, medeniyet kötüdür teması vardır. Tabiat iyidir, modern kötüdür teması vardır. Buraya bir öykünme olarak mesela Abdülhak Hamit’ten vardır onun bir kitabının adı “Belde”dir şehri anlatır, bir kitabının adı “Sahra”dır burada da tabiatı, kırsalı anlatır. Orayı över daha doğrusu. Böyle bir ayrıştırma, başka şairlerde küçük mısralar ve deyimler olarak karşımıza çıkar. Bu süreç, Cumhuriyet dönemine kadar yürür böyle. Cumhuriyet dönemine geldiğimizde bizim şairlerimizin beslendikleri batılı isimler değişmeye başlar artık Rousseau, Victor Hugo yerine daha yakın dönemin büyük batılı şairlerinden yapılan okumalar kendisini gösterir. Bunların başında da Baudelaire gelir. Baudelaire’in özellikle “Le Spleen de Paris”indeki Paris’e karşı duruş teması bizim şairlerimize de etki etmeye başlar ama bu nasıl bir etkidir? Şehre özel bir dikkatle bakma, şehri bir medeniyet kapsamının içerisinde, medeniyetin bir uzantısı olarak değerlendirme yani övme veya eleştirme bakış açısı değildir. Modern kentin içerisinde yaşayan modern insanın tepkileri, bunalımları şeklindedir ama bu tepki de kenti reddediş şeklinde zuhur etmez mesela, Baudelaire’in ve Mallarme’nin şiirlerinde öyle değildir. Sonraki Batılı şairlerde de çünkü onlar kentli şairlerdir, metropol hayatının doğurduğu entelektüellerdir, kentle kurdukları ilişkileri de ne seninle ne sensiz ilişkisidir tabiri caizse. İşte bu tema, bizim Cumhuriyet dönemi şairlerimize de yansımış olur en tipik örneği Necip Fazıl’dadır. Necip Fazıl’ın ilk dönem şiirleri mesela; “Örümcek Ağı”, “Kaldırımlar” orada bir kent aylağı tablosu çizilir. Ama bir yerden sonra Necip Fazıl’da bir dönüşüm kendisini gösterir. Necip Fazıl’da kentten tabiata kaçış kesretten vahdete kaçış olarak kendisini gösterir. Başka şairlerde de kent güzellemesi olarak İstanbul karşımıza çıkar. Onların şiirlerindeki İstanbul, kusursuz bir güzelliğe sahiptir.

Şimdi bu çerçevede gelelim Sezai Karakoç’a, Sezai Karakoç’un Türk şiirindeki büyüklüğü, özgünlüğü, kendisine özgü bir alan açmasının önemli görünümlerinden birisi de işte budur. Yani şehri bir medeniyet perspektifi içerisinde kapsamlı kuşatıcı bir olgu olarak değerlendirmek… Şehir olgusunu, medeniyet bağlamında değerlendirdiğimizde karşımıza şu tablo çıkar: Şehir insanoğlunun yeryüzünde ortaya koyduğu en büyük, en kapsamlı kültürel ve somut bir varlıktır, bir olgudur. Her şehrin arkasında bir medeniyet ruhu yatar, bir medeniyet yapar insanların yaşayış tarzları hayat görüşleri, dünya görüşleri, varlığı yorumlayışları mekâna şekil verir ama döner sonra o mekân insanlara şekil vermeye başlar, insan-mekân ilişkisi böyledir. Dolayısıyla biz bu dünya görüşü, yaşama tarzı da en kalıcı, tarihsel derinlikli en geniş ölçeğini medeniyet diye görüyorsak Sezai Karakoç’un vurgusunu o zaman çok daha iyi ve net anlamış oluruz. Karakoç’un belki de bizim İslâmî düşünce geleneğine getirdiğimiz en büyük vurgu zaten medeniyet vurgusudur. Sezai Karakoç öncesi isimlere baktığımızda diyelim ki Necip Fazıl’a, diyelim ki Akif’e gittiğimizde onların söylemlerinde elbette İslâmî hassasiyet vardır. Batılılaşmaya modernleşmeye karşı cevap üretme vardır. Müslüman dünyanın hâlihazırına karşı bir koruma refleksi vardır. Necip Fazıl’ın dediği gibi reaksiyon vardır ama bunu medeniyet zemininde en kapsamlı ve kalıcı bir şekilde hâlihazırı geçmişten bugüne gelen büyük bir birikim etrafında yorumlama çabası şeklinde öncekilerde yoktur. Karakoç düşüncesinin, diriliş düşüncesinin bize getirdiği en büyük kazanım da işte budur. Sezai Karakoç’tan önce şehri kapsamlı olarak ele alan isimlerin başında Yahya Kemal gelir. Hem nesirde hem şiirde yapmıştır bunu. Ancak Sezai Karakoç’tan bir noktada ayrılır. Yahya Kemal için medeniyet etnik bir olgudur. Etnizite temelli bir medeniyet yapılandırmasına teşebbüs eder Yahya Kemal ve Türk medeniyeti diye bir kavramlaştırma içerisindedir. Bütün yazılarında bu Türk medeniyeti hatta Türk medeniyetini indirir indirir İstanbul’a İstanbul’u da indirir indirir Boğaziçi’ne.

Sezai Karakoç veya medeniyet tarihçiliğinde yolun işaret taşlarını koymuş batılı tarihçiler, yazarlar, düşünürler gibi birtakım medeniyet tarihçilerinin de vurgusu bütün büyük medeniyetlerin arkasında bir büyük dinin kurucu unsuru, bir zemberek olarak varlığıdır. Bizim medeniyetimiz, Karakoç özeline geldiğimizde, İslâmî değerlerle oluşmuş bir medeniyettir. Yani geleneğin, Hz. Âdem’den (a.s.) Hz. Muhammed’e (s.a.) kadar süre gelen o hakikat öğretisinin, zaman içerisinde güncellene güncellene bize kadar gelen öğretinin tecessüm etmiş, hayat pratiklerine dönüşmüş ve müesseseleşmiş, kurumsallaşmış şekline medeniyet diyoruz. Medeniyeti de şehirler inşa eder. İşte bu bağlam baktığımızda Karakoç şehri nasıl görür? Karakoç’ta şehir, “Gündoğmadan”ın bütününe yayılmış bir şekilde neredeyse genel bir zemin teması olarak vardır. Farklı şiirlerde konu dönüp dolaşıp gelir doğrudan şehir vurgusuna veya şehir etrafında şehri yapan alt ögelere indirgenir. Bir mimarî esere, bir semte veya şehrin bir zaman dilimine şiirlerinde şehre vurgu yapar. Sezai Karakoç’un şiirlerinde İstanbul elbette tam ortada durur yani başkentler başkentidir ama bunun yanı sıra büyük İslâm coğrafyasının yani sürgün ülkenin bugün değerlerinden sürgün edilmiş o büyük coğrafyanın bütün şehirleri neredeyse Sezai Karakoç’un şiirine dâhil olur. Semerkant, Buhara, Taşkent, Bağdat, Şam, Kahire, Konta, Diyarbakır, Saraybosna gibi önemli İslâm dünyası şehirleri, bir şekilde Sezai Karakoç’ta karşılık bulur. Sezai Karakoç’a göre bizim modernleşme sürecimiz şehirlerimize yapılan saldırılarla kendini göstermiştir. Bu da dikkate değer bir tespittir.

“Ey batıdaki mağaralar

Beni afyonunuz bağlasaydı da

Uyusaydım

Bu katı, bu sert kente gelmeseydim”

“Taha yürüdü yarasaların üstüne

Biliyordu kentten kendine bir fayda yoktu

Kent savaşçı değil belki bir savaştı"

Onun bu şiirlerine göre bizler birer kent savaşçısıyız.

"Göğsünü aç gül habercisi bu doğuluya

Gözle görünmez doğulu sabah rüzgârına

Sonra git kentin kır batı kapılarını

Kış kepenkleri parçala”

“Kentlerimiz düşük çocuklar doğurganı”

“Nerede kenti ve ölüleri havaya dağıtan İsrafil surları, güller?

Ve eski kasidelerde unutulmuş menekşeler?”

Bunlar öyle seçilmiş kelimelerdir ki işte Karakoç’un şiirdeki büyüklüğü buralarda yatar. Bu nedenle okurken buralara dikkat etmek gerekir. Mesela, “Kentlerimiz düşük çocuklar doğurganı” mısrasına baktığımız zaman kent, bir anne bile değildir; sadece fizyolojik ve biyolojik olarak doğurgandır. İşte bu bir kent eleştirisi olarak karşımıza çıkar.

Batı’nın etkisinde kalan, modern olarak tabir ettiğimiz şehirlere “kent”, bizim dediğimiz medeniyetimize ait birer parça olarak kabul ettiklerimize ise “şehir” demektedir. Bu ayrım, onun için önemlidir çünkü bir kavramlaştırma vardır burada. İslâm dünyasının önemli büyük şehirleri ona göre “kentleşme” yolundadır Batı’nın karanlık mağaraları afyonlaştırmıştır bu şehirleri. Her ne kadar bunu söylese de ala umutsuzluğa kapılmaz ve ümit aşılar. Hep bir diriliş vardır onda.

“Bana ne Paris'ten

Newyork'tan Londra'dan

Moskova'dan Pekin'den

Senin yanında

Bütün bu türedi uygarlıklar umurumda mı

Sen bir uygarlık oldun bir ömür boyu

Geceme ve gündüzüme”

İstanbul, Sezai Karakoç'un şiirlerinde daha çok, yukarıdaki bu mısralarında da söylediği gibi bir uygarlık problemi, tarihî bir perspektifle görülen bir medeniyet meselesi olarak söz konusu edilir. Edebiyatımızda oransal olarak baktığımızda İstanbul’u şiirlerinde en çok işleyen şairlerden biridir. Ama bunu bir medeniyet tasavvuruyla yapar. Entelektüel bir gözle bakar İstanbul’a. İstanbul’un anlamı onun için çok derinlerden, tarihî derinliklerden, medeniyetten gelir. Kendi yaşadığı İstanbul’u anlatmaz. Zaten şiirlerinde “ben” değil, “biz” ön plandadır. Karakoç; şehir medeniyetinin, şehir zenginliğinin başlangıç noktasıdır.

YORUM EKLE