Savaş Ş. Barkçin: "Hikmet Olarak Şiir ve Sezai Karakoç"

13. İstanbul Edebiyat Festivali'nin ikinci gününde Savaş Ş. Barkçin, "Hikmet Olarak Şiir ve Sezai Karakoç" konulu bir tebliğ sundu. Türkiye Yazarlar Birliği'nde sunumu gerçekleşen tebliğin detaylı ihtivasını istifadelerinize sunuyoruz.

Savaş Ş. Barkçin: "Hikmet Olarak Şiir ve Sezai Karakoç"

Güzel adam, merhum ağabeyim Mustafa Şirin, bana Sezai Karakoç’u ilk tanıtan kişidir. Sezai Bey’i çok severdi. Sohbet ettiğimiz zamanlarda bazen aşka gelir, Sezai Bey’in şiir kitaplarından, daha çok da “Hızırla Kırk Saat”, “Gül Muştusu” ve “Taha’nın Kitabı”ndan şiirler okurdu. Bense o zamanlar açıkçası pek haz almazdım. Çok kuru ve soğuk gelirdi bu şiirler…

İstanbul’da üniversite okurken bir arkadaşım beni alıp Diriliş’in Cağaloğlu’ndaki yazıhanesine götürmüştü. Orada Sezai Beyle ilk defa tanışmıştım. Sessiz duran, az soru soran ve kısa cevaplar veren bir adam vardı karşımda. Münzevi gibiydi sanki. İnsanlara karşı sırrını muhafaza etmeye çalışan bir havası vardı. Hak ile arası iyi olsun diye halk ile arasına mesafe koyan birisi gibiydi… 

Neyse yıllar geçti… Bu arada Sezai Bey’in şiirini ne merak ettim ne de okudum. Öğrenimim için ABD’ye gittiğimde ise birden Sezai Bey’in şiirine karşı büyük bir iştiyak doğdu içimde. Bu sebepsiz, ilgisiz öylesine bir istekti ki, memleketten gelen arkadaşlara orada bulunmayan ince belli çay bardakları ile beraber Sezai Bey’in bütün şiir kitaplarını da ısmarladım. Bir buçuk sene boyunca Sezai Bey’in şiirleri benim oradaki gurbet hayatımın sırdaşı ve yoldaşı oldu. Onun şiirlerini evde okudum. Arabada okudum… Ders aralarında, metroda, kafede ve parkta okudum… Yağmurda okudum, baharda okudum, yazda okudum… Kitapları paramparça oldu sürekli okunmaktan ve oraya buraya taşınmaktan...

Beni Sezai Bey’e cezbeden benim çileme karşılık vermesiydi. Çünkü onun şiiri hikmetti. Hikmeti belli kalıplar ile anlayanlar var. O kalıplar hayattan silinince hikmet de kaybolup gider sanıyorlar. Hayır, yanılıyorlar.  Hikmet kaybolmaz, hakikat yitmez. Yeni söyleyişlerle, yeni insanlarla, yeni şekillerle kendini gösterir.

Bu gerçek, 5 sene kadar önce bir sohbetin konusu oldu… Bir gece dostlarla musiki ve şiir âlemindeydik. Bir yandan sazlar, sesler, bir yandan da Beyitler zamanımızı süslüyordu. Fakat okunan Beyitleri on kişi içinden sadece üç kişi anlayabiliyorduk. Bu acı gerçeği dile getirince klasik şiir okumada mahir dostum “artık böyle şiirler yazılmıyor maalesef” dedi. Bunun üzerine bir dostum cevap verdi: “Şiir anlaşılınca şiirdir. Bugün bu şiirlere benzer şiir yazmak marifet değil. Esas olan o Beyitlerdeki anlamı bugünkü insana ulaştırmak. Meselâ Sezai Karakoç… Bence o Şeyh Galib ile aynı damara bağlıdır. Asıl marifet eskiyi tekrarlamak değil, aynı anlamı günümüze taşımaktır.”

Evet, Sezai Karakoç, dili, üslubu, tarzı farklı olsa da hikmetli şiir geleneğimizin bugünkü temsilcisidir. Gazel veya kaside yazması gerekmez, o ezeli hikmeti bugüne taşıyan gerçek bir şairdir. Şiire sadece “estetik” bir alan olarak bakanlar, aynen müziğe, mimariye, klasik sanatlara baktıkları gibi ondaki hikmeti göremezler. Onlara göre hikmet gibi, irfan gibi kavramlar “dini” kavramlardır. O yüzden böyle “seküler” bir alanda sözkonusu dahi edilemezler. Bu sapkın tesbiti “hikmet” kavramını bilmeyenlerin ve Hakk’a inanmayanların yapması doğaldır. Ama ya bu kavramlara içten sahip olanlar? Hikmeti bilmeyenin hikmetli şiir söylemesi de, anlaması da mümkün değil.

İnanan kişinin bilmesi de, olması da, kılması da inanmayandan farklıdır. Konu aynı olsa bile, görülen gerçek aynı olsa bile inanan onu farklı anlamlandırır. Çünkü gözü de, kalbi de, kulağı ve sesi de Hakk’a bağlıdır. Bugün Dede Efendi’nin bestelerindeki derinlik ile Nâbî’nin Beyitlerindeki enginlik aynı biliş, kılış ve oluşun eseridir. Yani hikmetin… Hikmetli şiirin bir şeyleri vaaz eden, öğütleyen, öğreten bir şiir olduğunu sananlar olabilir. Oysa hikmet her şeyde kendini gösterir. Dede Efendi’nin büyük bir hatayla “dinî musiki” denen âyinlerindeki aşk ile “lâ-dinî” yani dini olmayan denen oyun havası türü olan köçekçelerindeki hava aynıdır. Duyana, bilene, hikmete bağlanana…

Şiir de öyledir. Hikmetli bir şair olmak için hikmetten bahsetmek, dini tabirler kullanmak gerekmez. Farkettiğiniz, içinizden gelen, sizi bulan hikmet ise söylediğiniz şiir tabiat, kadın, aşk, makine, çer-çöp üzerine olsa da hikmet olur. Hikmet “her şeyin ve her olayın aslına nüfuz eden bakış” demektir. Yüzeysel bilgi değildir. Var olarak bilmektir. Bu bakımdan hikmetli şiir de kendisi baştan başa hikmet olan bir insandan taşan şeydir. Evet, kişi neyle dolarsa onu taşırır. Öfkeyle dolan öfke, aşk ile dolan aşkı taşırır. Hikmetli şiir de hikmet ile dolan insandan taşan şeydir. Bu yüzden bir nasiptir. Bir lütuftur. Hikmet Yaradan’ın bir ikramıdır. Herkese verilmez. Her şeyi bilen hikmeti bilmeyebilir. Her şeye hâkim olan hikmetin gölgesinden bile behredâr olmayabilir. Aynen beste gibi şiir de bizi Yaradan’a bağlar. Nitekim “beste” kelimesi Farsça’da “bağ” demektir. “Arûz” da “çadır direği”… Bu ikisinde de ortak olan anlam, Yaradan’a bağlayan araçlar olmasıdır. Şiir kelimesi ile “şuur” ve “şiar” kelimelerinin aynı kökten olması ilginçtir. Demek ki şiir bir şuurun, bir şiarın sesidir. O şuur ve şiar işte bizim hikmet dediğimiz şeydir. Yani Hakk ile bilme ve olma… Hakk’dan görme ve bilme… Hakk’ta müşahade etme ve olma…

Nasıl Allah dostları ile Allah’tan bahseden vaizler arasında büyük bir fark varsa, hikmetten bahsedenler ile hikmetli, yani “hikemî” şiir söyleyenler arasında da büyük bir fark vardır. Hikmetli şiir hikmetli kişiden sudur eder. Bir kendini gösterme veya sanat gayesiyle yapılmaz. Ama ortaya çıkan zaten insanlara güzel ve hoş geldiği için sanat gibi görünür.

“Şiir” kelimesinin Arapça’daki kök anlamı “kıl, tüy veya saç teli”dir. Kelimenin bu anlamının nereden geldiği açıktır: Kıl gibi ince bir bilgi veya söz söylemek... Râgıb el-Isfahanî’nin meşhur “Müfredât” kitabında aynı kökten gelen “şa'ara” kelimesi de bize şiir kavramını açımlamada yol gösteriyor: “Kıllara dokunduğundan dolayı beden üzerindeki elbiseye, ayrıca insanın savaşta nefsine hissettirdiği, yani öğrettiği şeye de denir. “Aşk onu sardı” sözü, gibidir. Saçı uzun olana ve ayaklara doğru sarkan saça denir.” Demek ki, şiir ince söz söylemek olduğu gibi aynı zamanda kişiyi kavrayan, onu etkileyen ve kendine râm eden sözdür.

Şiir bir yanıyla böyle güzel görülürken, Arapça’da yalan söze de “şiir” denir. Nitekim Arapça’da şaire “kâzib”, yani “yalancı” derler. Şuârâ sûresinin sonunda Mevlâmızın zemmettiği şairler işte bu sınıftandır: Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar, her günahkâr yalancıya inerler. Bunlar da şeytanlara kulak verirler. Onların çoğu ise yalancıdır. Şairlere ise haddi aşan azgınlar uyarlar. Görmez misin ki onlar her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler.” Mevlâmız bu şair tâifesinin dışında kalan azınlığı ise şöyle Beyan buyurur: “Ancak iman edip salih amel işleyen, Allah'ı çok anan ve haksızlığa uğratıldıktan sonra öçlerini alanlar başka. Zulmedenler hangi âkıbete uğrayacaklarını göreceklerdir.”

Yunus’un, Mevlânâ hazretlerinin söylediği nutuklar işte bu istisna içindedir. Çünkü onlar şiir söylemezler, hikmet söylerler… Molla Câmî’nin, Sâdî’nin, Hâfız’ın, Fuzûlî’nin, Nâbî’nin, Nef’î’nin, Şeyh Gâlib Dede’nin ve nihayet Sezai Karakoç’un da…

“Şiir” ile aynı kökten olan “şiâr” kelimesi ise “işaret” mânâsındadır. Fakat bu herhangi bir işaret değildir. İlke gösteren, soyut fikirlerin tecessüm ettiği, mübârek olan, yani ilâhî yönü olan Kâbe gibi, ezan gibi somut mekân ve geleneklerdir. Âyette ifâde buyrulan mânâ da böyledir: “Allah'ın işâretle­rine saygısızlık etmeyin.” (Mâide, 2)

Anlıyoruz ki şiir, bir şuurun ve şiarın eseridir. Medeniyetimizin bugüne ulaşan maddî eserleri, hat olsun, müzik olsun, şiir olsun sadece görünen güzelliğiyle değil, aynı zamanda o eserleri oluşturan ve eserleri veren kişilerin beslendiği şiarı ve şuuru düşünerek zevk almalıyız. Yani zevk yönümüz şuur yönüyle birleşmedikçe geleneğe bağlanamayız ve dolayısıyla geleneği yeni aşamalara taşıyamayız.

Müzik gibi, mimari gibi, hüsn-i hat gibi, siyaset gibi medeniyet alanlarından birisi olan şiiri hikmet olarak anlamak, onu estetik bir ürün olarak görmekten tamamen farklı bir iştir.

Çünkü her şey gibi, estetik de, felsefe de bizim için ahlâkî, yani fıtrî alanın içindedir. Çünkü ahlâk, Mevlâ’nın yaratışına, ahkâmına, güzelliğine bağlıdır. Çalışmak, üretmek, uyumak, yemek-içmek gibi düşünmek ve hissetmek de kulluğun halleridir. Bu yüzden ne düşünmek ne de güzeli ortaya koymak ayrı ayrı kurallara, ölçülere, bakışlara tâbi değildirler. Bizim için felsefe de, estetik de kendi ahlâkları olan alanlar değildir. Aynı ahlâka hizmet eden tefekkür ve tezevvuk alanlarıdır. Onun için tefekkürün de, güzelliğin de ahlâkı vardır. Hepsi, her insanî biliş, kılış ve oluş gibi ahlâkın, yani kul olmanın yollarıdır.

Bu açıdan bakıldığında Tanrı merkezli varlığa bağlı olan kadim geleneklerde estetik denen ayrı bir alanın olmadığı, sanata has bir ahlâk tanımlanmadığı açıktır. Estetik de doğru ile, gerçek ile ilgili bir alandır ve hikmet ile iç içedir. Oysa modern felsefede estetik, güzel ve çirkin ile ilgili olan bir alan olarak tanımlanır. Bunun bir sonucu olarak, çoğu kere doğru ve yanlış ile ilgilenen etik ile estetik arasında bir çatışma olduğu görülür. Çünkü iyi olan her zaman sanat ruhuna uygun olmayabilir, yani güzel daima doğru olan değildir. Doğru olan da her zaman güzel değildir.

Oysa medeniyetimiz Neşâtî’nin de ifâde ettiği gibi “âyîne-i pür-tâb-i mücellâda nihândır. O ayna dünyadır, toplum ve siyasi düzendir. O pasparlak, yani hem estetik hem de etik hâline gelmiş bir medeniyet aynasıdır. Çünkü bizim varlık anlayışımız ahlâk, yani varoluştan, yaratılıştan gelen bir ahlâk anlayışıdır. İlişki ve muamelelere bağlı değildir. Artık o aynada bile görünmeyen hâle gelen, yâni “nihân” olan ise “tefekkür”dür. Ama bu herhangi bir düşünce değil, varlığı bilen, varlığa bağlanan, varlığı gerçekliğe yansıtan hikmettir. Bu noktada hikmet sanat ve ilmin aynı ahlâk kabı içinde mezcolduğunu görüyoruz. Medeniyetimiz bu nedenle şeffaf bir varlığı ortaya çıkarmakta. Söz ile öz, öz ile eser, te’lif ile müellif, yazan ile yazar bir aradadır. Arada boşluk yok, mesafe yok...

Bilindiği gibi klasik şiirimizin temeli olan Beyit, “ev” anlamına gelir. Beyit, bir sığınak, bir korunak olduğu kadar, huzûrun olduğu yerdir de... Şiirde Beyit, anlamın evidir, korunağıdır.  Klasik şiirimizin ölçüsü, usûlü, edebi arûzdur. Arûz ise “develerin bağlandığı kazık ya da çadırın orta direği” anlamına gelmektedir. İlginç olanı “akıl” kelimesi de “bağ” anlamındadır. Klasik mûsikîmizde kullandığımız “beste” kelimesi de öyle... Bu bağ anlamına gelen her kavram, nesneleri, fikirleri, mısrâları, imgeleri, mecâzları, nağmeleri, “asl”a bağlayan şiirde arûz, musikimizde ise makâm ve bestedir. İşte bu sebepten klasik şiirimiz ile klasik mûsikîmiz sâdece zevk, ölçü, usûl bakımından değil, tefekkür bakımından da birbirinden koparılamaz.

Osmanlı klasik şiirindeki Beyit, Şeyh Gâlib Dede’nin şu muhteşem Beytinde zikrettiği mânâda tefekkür ve hikmetin gerçek evidir:

Mânâ gibi bir Beytte küncîdeyiz ammâ

Gezmekde ağızdan ağza, der-bederiz biz.

Yâni, Gâlib Dede’ye göre, mânâ bir evdir, açıkça “Beyt”tir. Ve o ev bir korunaktır, o yüzden hikmet ehli mânâ evine sığınmışlardır. Buna rağmen sözün yeri ve makâmı yokdur. Hikmetin vatanı yoktur. Hikmet her yerdedir, o yüzden Gâlib Dede gibi ârifler ve ehl-i hikmet, evsizler gibi hikmeti her yerde ararlar. Anlam sonuçta sizin gelip sığındığınız yerdir, ama esas gaye ona doğru seyyâh olmak, seyyâl olmaktır. Çin’e kadar onun için gidebilmek, menziller aşmak, nerede bulursa ona tâlip olup, almaktır.

Aslında bu Beyit, bizim parçalanan varlık şuurumuzu tamir ve ihya etmek için neler yapmamız gerektiğini de terennüm etmekte...

Şiir de bir edeb yoludur. Söylem ile eylem, varlık ile gölgesi, öz ile söz, tefekkür ile tezekkür, san’at ile mânâ içiçe olmalıdır. Hepsini kuşatan ve onlara asıl değer ve renklerini veren bizâtihi bu çabalar değil, ahlâktır. Yani fıtrattır, yâni Hakk’a merbût bir hayât anlayışıdır.

Bestekârları aşk ehli olan ve olmayan olarak ikiye ayırırız. Aşk ile dolup taşan bestekârlar, sanat aşkıyla, beğenilmek ve etki yapmak için eser besteleyenlerden daha makbuldür. Şairleri de aynı şekilde ikiye ayırabiliriz: öz şairler ve düz şairler… Yani hikmet ehli olanlar ve olmayanlar…

Hikmet ehli olmayıp, sadece kelime söyleme kabiliyeti verilen şairlerin kendilerinden haberi yoktur ki başkalarına haber verebilsinler. İşte bunlara “düz”, yani sıradan şairler diyorum. Bu kelimeye bakıp tahkir ettiğimiz sanılmasın, sadece o şairlerin şiirlerinde hikmeti aramak gerekir. O kadar nadirdir. Fakat hikmet kırıntıları her şeyde olduğu gibi bu “sözde” şairlerde de bulunabilir. Elbette hikmete bağlı olanlar için... Hikmetli şiir söyleyenler ise “öz şair”dir. Kendi özlerini görüp hidâyete erdikleri gibi şiirlerini okuyanların da hidâyetine vesile olurlar. Yani şiirleriyle bize Tanrı’dan haber verirler, O’nu işaret ederler, özümüzdeki Yaradan’ı hatırlatırlar.

Sezai Karakoç’un Mevlânâ hazretlerinin Mesnevî-i Şerîfi için yaptığı yorum tam da bu anlatmaya çalıştığımızı özetler. O, Molla Câmi hazretlerinin “Peygâmber nîst, kitâb velî dâred” (Peygamber değildir ama kitabı vardır) sözünü tasdik eder. Sezai Bey’e göre Mesnevi tamamen rahmani kaynaktan gelir: “Şüphesiz, Mesnevi vahiy değil, ilhamın en üst derecesinde, son sınırındaki bir yücelmenin derlediği ve değerlendirdiği görülmemiş çiçeklerden oluşmuştur” der. Başka bir yerde de “Mesnevi, Kuran-ı Kerim‘in aşk kanıyla yazılmış bir tefsiridir” der.

Mevlânâ hazretlerini anan “Ayinler” şiirinden bir parça:

Ama dönüyoruz, döndürülüyoruz birden değişiyor sahne

Bir kez daha kurtuluyoruz Kur’an seheri seferinde

Ayetler bir ordu gibi kurtarıcı bir ordu gibi

Dağıtıyoruz bizi çepçevre saran gulyabaniler derneğini

İnsan ve melek yakının yakını iki dakika gibi

Birbirlerini kovalıyorlar ney ve sema gibi

Mevlânâ hazretleri nasıl ilâhî nutuk sahibi ise, Sezai Karakoç öyle bir öz şairdir. Çünkü şiir onun için kendini gösterme yolu değil, kendini ve Rabbini zikretme yoludur.

Bu iki tür şair arasındaki fark, aslında her insan için, her alan için yapılabilir. Müziği de dinleyene göre anlayıp icra edenler olduğu gibi, şiiri de “nasıl çarpıcı olurum” gayesiyle kullananlar vardır. Onların içinde aşk kokusu bile olsa ne alâ! Nasıl “aşk” kelimesini bin kere söyleyen kişi aşk ile dolmazsa, bu gibi şairler aşk veya hikmet gibi yüce kavramlar üzerine binlerce mısra yazsalar da ne aşk ne hikmet şairi olabilirler.

Gerçek şairlerin, yani şuur ve şiar sahibi şairlerin ise söyledikleri sıradan bir-kaç kelime bile evrene yetecek aşkı ve hikmeti taşırır. Yunus gibi: “Aşk gelicek cümle eksikler biter.” Aşkı ancak bir âşık bu kadar güzel anlatabilir…

Her öz şair şiir söylemeye başladığı andan itibaren hikmet söyleyecek diye bir kural yok. Şiir de hikmet gibi sonuçta bir kemâlât işidir. O olgunluğa erişmeden de kişi bir şeyler hisseder ve söyler fakat yanmaya başladıktan sonra söyledikleri bambaşkadır. Nitekim Hazreti Mevlânâ da Hazreti Şems’ten evvel büyük bir alim ve tasavvuf yolunda bir üstad idi. Fakat hikmetin özüne ulaşınca söyledikleri, öğrendikleri, bildikleri, yaptıkları hep değişti. Atmaca iken kartal oldu. Bay iken sultan oldu. Çünkü samimi, hikmetli, gerçek şiir de insan gibi inşa halindedir.

Zaten hikmetli şiiri de ancak çile yoluna girmiş, kendini ve Rabbini tanımaya başlayan insan hikmeti söyler, hikmeti talep eder ve hikmeti gördüğü anda tanır.

Sezai Karakoç’un şiir serüveni düz şiirden öz şiire giden bir kemâlât yoludur. Nitekim “Gün Doğmadan” adıyla derlediği şiir kitabındaki tarihe göre dizilmiş şiirleri okuyunca bu apaçık ortaya çıkar. Baştan başlayıp okuyunca Sezai Bey’in de olgunlaşmasıyla söyleyişinin değiştiğini, düz şiirden öz şiire, sanattan hikmete doğru sefer ettiğini görüyoruz.

20’li ve 30’lu yaşlarda söylediği şiirlerde dönemin zihniyetini doğrudan hedef almadan, egemen şiirin bazı imge ve kavramlarını, üslubunu ve tarzını kullandığını görüyoruz. Kimisi dönemin absürdlük modasına uyan, kimisi o dönemde parlak mazmunlar olan “şehir”, “çocuk”, “devrim”den bahseden bu şiirlerde hikmet henüz söyleyen konumunda değildir.

Meselâ 1961’de, yani 28 yaşında iken yazdığı “Kalorifer” başlıklı şiiri:

Odanın tam ortasından kalorifer

Yiğit borularıyla geçer

Utanmış ve gerekli geçer

Yukarıda ısıtır aşağıda yakar.

O dönem devletin kanatları altında racon kesen solcu-Kemalist edebiyat çevrelerine kabul edilmek çekingen ve dindar taşralı edebiyatçılar için önemlidir. Bunun için bazı dindar yazarlar onların teamüllerine uymaya çalışmıştır. Bunu 1960 ve 70’lerde yazı hayatına başlayan üstadlarımızın maceralarında görmek mümkündür. O dönemin Varlık gibi hâkim ideolojinin kalesi olan dergileri takip etmek ve orada yazı yayımlatma hevesi vardır. Hatta bazıları, dilimizi paçavraya çeviren ve ayan Beyan medeniyet bağımızı, din paydamızı katletmek için uydurulan dili de en az onlar kadar fanatik şekilde kullanmıştır. Sezai Bey, “İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü” risalesinin başlığında da görülebileceği gibi dönemin hâkim anlayışına İslâmî kavramları kazandırmak için makbul olan terimleri de kullanmıştır.

Dindar edebiyatçılar imanlarını ancak sınırlı şekilde şiire yansıtmıştır. Sezai Bey’in 1957’de, yani 24 yaşında yazdığı “Balkon” şiirinin son kıtasında eskiye, Osmanlı’ya, inancımıza dair değinilerden birisini buluyoruz:

Bana sormayın böyle nereye

Koşa koşa gidiyorum

Alnından öpmeğe gidiyorum

Evleri balkonsuz yapan mimarların.

Hikmet, Sezai Bey’in şiirinde sonraları kendini göstermeye başlar. Gerçek şair Sezai Karakoç 36 yaşından sonra, yani çile ile, acı ile yoğrularak kıvama geldiği dönemde ortaya çıkar. Artık kendisidir, kendi sesidir, şiiri de samimi, hikmetli ve gerçek şiir olmuştur artık. “Hızırla Kırk Saat” şiiri bunun ilk örneğidir. Bu yılların sırrı onun çektiği çilelerde yatar. Bu, kişisel hayatında yaşadığı kendini bulma dönemidir. İtibarlı mesleğinden 1965’ten yani 28 yaşından itibaren istifa etme fikrine kapılır ve nihayet bunu da yapar.

İnsan çileyle adam olur. Adam olanın bestesi de, şiiri de adamcadır, adam edicidir. Sezai Bey’in özde şairliği bu çalkantılı dönemde başlar. Çünkü dikenlik geçilmeden gülistana varılmaz. Sezai Bey’in bugün bildiğimiz ve sevdiğimiz şahsiyeti gelişerek gerek şiirlerinde gerekse düzyazılarında derin anlamlara, çarpıcı hakikatlere siner.

Meselâ Peygamber efendimiz için 1962’de yazılmış modern “Küçük Na’t” adlı şiiri:

Göz seni görmeli ağız seni söylemeli

Bütün deniz kıyılarında seni beklemeli.

Hikmet sadece “dinî” olarak adlandırılan temaların işlenmesi değildir. Nitekim İslâm’a göre lâdinî hiçbir şey olmadığı için “lâdinî” bir şiir de yoktur. Bir şiir dolayısıyla her şeyi anlatırken, terennüm ederken yine de hikmeti söyleyebilir.

Sezai Bey’in 1964’te yazdığı “Köpük” adlı şiir… Baş taraflarında “Portakal buğusudur yalayan seni beni” der, “Ben Kristof Kolomb’un uşağı değilim” dedikten sonra hikmeti bizlerin gönlüne sunar:

Bir kadın al yont onu yont yont anne olsun

Her kadın acıma anıtı bir anne olsun.

Peki anne böyleyse çocuk nedir? Onun cevabı da birkaç mısra sonra gelir: “Bir insanı al, çöz çöz çocuk olsun.” Bu uzun şiirde o dönem moda olan Batılı isimler de zikredilir: Kafka, Camus, Sartre, Heidegger, Kierkegaard, Schopenhauer, Nietzsche, Faulkner, Van Gogh, Chagall gibi…

Bu dönemde dini motifler çoğalır. 1966 yılında, yani benim doğduğum yıl yazdığı “Yaz” başlıklı şiirinde de şu kıta vardır:

Namazı gördüm namazı

Cayır cayır yakıyorlardı

Birkaç milât adamı

Kızgın bir arı oğulunda.

Sezai Bey’in sesi sanki ezelden gelir. Muallakat-ı Sebâ denen şiirlerdeki o arı ve sanki uzaktan haber veren bir havası vardır. Her şiirinde bir derinlik vardır. Kelimeler bir hikmet ışığı üzerine üşüşen pervaneler gibidir. Sezai Bey’in şiiri sadece kulağı ve gözü değil, aynı zamanda gönlü de reddedilemeyecek doğrulara çeker.

Fakat Sezai Bey hikemî bir şair ise, bu “Hızırla Kırk Saat” adındaki şiiriyle başlar. 1967’de yazdığı bu uzun destan, kimilerince gerçekten de Hızır ile görüşülerek yazılmıştır. O kadar sanılacak kadar derûnî, manevî ve ışıklıdır. Rasim Özdenören ile yaptığımız “Mavera’ya Yolculuk” programlarının birinde bu şiirin hikâyesini sorduğumda, Rasim ağaBey bu şiirin Sezai Bey’in bu şiiri parça parça yazdığını ve kendisine İstanbul’da sahilde okuduğunu ifade etmişti. Hikâyesi bir tarafa, bu şiir Mehmed Âkif’in de şikayet ettiği bir nükte ile başlar:

Her evde kutsal kitaplar asılıydı

Okuyan kimseyi göremedim

Okusa da anlayanı göremedim.

Hızır’la Kırk Saat, Hızır’ın dilinden aktarılan hikmetleri içerir. 40 parçadan oluşur. Şair burada hikmetin en meşhur simgelerinden olan Hızır’ın nutkunu aktarmakla da hikmet ile hemhal olmaktadır:

Çok eski bir şairin (ben miyim yoksa)

Taktım aklıma şöyle bir dörtlüğünü:

“Giydiklerim öyle ölümsüz büzülmüş ki;

Seni bir bardakta kaynayan

Âbıhayat sandım

Elim uzandığı yerde kaldı.”

Şiirin ikinci kısmı şu meşhur sesleniş ile başlar ki bize gerçekten kadim bir sadâ lutfeder:

Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz

Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz

Kadının üstün olduğu ama mutlu olamadığı

Günlere geldim bunu bana anlatmadınız.

Sezai Bey modern insana, modern şekilde, kadim hakikati söyler:

Ben Hızır …. gün …. falan saatta …. yerde

İnceleme yaptım

Anne suçsuzdu ve öldü

Baba suçsuzdu eski incirler gibi hışırdıyordu.

Hızırla Kırk Saat şiirinde de Batılı değiniler de vardır. Şiirin 31. kısmında meselâ Sezai Bey’in Fransızca bir şiiri yer alır: “Batı Korosu.” Bol kafiyeli ve seci’li bir şiirdir bu. Uzun isim tamlamalarıyla neredeyse tekerleme şeklinde yazılmış bu metin biraz zorlamadır ve bence gerçek bir şiir sayılmaz. Fakat bize Sezai Bey’in içinde olup biten gel-giti iyi anlatır.

Belli ki 1966’dan sonra Sezai Bey kemâlât yolunda hızla mesafe almaktadır. Çünkü “Hızırla Kırk Saat”ten hemen bir yıl sonra bu kez “Taha’nın Kitabı”nı yayınlar.

Bu üretkenlik üzerinde durmak gerekir. Hikmetli şairlerin velûdiyetleri âna bağlıdır. Hikmet musluğu açılınca susmaları mümkün değildir. Yunus’un dediği gibi: “Ya ben öleyim mi söylemeyince.”

Hikemî şiir gayretle yazılmaz. Belli ki Sezai Bey 1960’larda yoğun ilhamlara muhatap olmuştur. Sezai Bey’in bu kemâlâta ulaşacağı daha ortaokulda iken Mesnevî okumaya başlamasından da bellidir. Zaten şiir okunduğunda kalbimize bir sıcaklık akıyorsa, varlığımızı hissetmeye, gönlümüze dokunmaya başlıyorsa o şiir aşk ile yazılmıştır. İlhamı bir kaba aktarmaya çalışmak, bir sanat haline getirmeye çalışmak o ilhama, dolayısıyla hikmete zarar verir. Hikmet yazan ve aşk ehli olan şairler öyle zaman gelir ki günde onlarca şiir yazabilirler. Çünkü onların meşguliyeti kelimeler ile değildir. Kendilerine akan anlamı aktarma mecburiyetidir. Şiir ve kelimeler bunun için sayılan bir şey değildir.  Günde on gazel yazan vardır. Aynen bir oturuşta aynı makamdan hiç birisi birbirine benzemeyen beş-altı eser besteleyen Şevki Bey gibi… 31 yaşında vefat eden bu âşık bestekâr binden fazla eser bestelemişti.

Sezai Bey modern ve Batılı olan ile geleneksel ve kadim olanı bir arada yorumlamayı başarmış bir düşünürdür aynı zamanda… Üslup olarak modern olsa da anlam ve söyleyiş kadim tarza uygundur. Mazmunları, imgeleri, kelimeleri öyle seçer.  Zaten “Hızırla Kırk Saat” şiirinin 40. ve son parçası da bunu ilan ederek biter:

Her çağ başka bir ses

Duyulan mızrabından

Doğmamış ve ölmeyen

Gelmemiş ve gitmeyen.

Evet, Sezai Bey tam da budur: Her çağ başka bir ses. Doğmamış ve ölmeyen. Şiir, şuur ve şiar sahibi...

YORUM EKLE