Haluk Cemil Bey ile tanışmam İstanbul'un o meşhur seksen yedi kışının sonundaki karlı bir pazar gününe rastlar. Beyoğlu'nun ara sokaklarından birinde, Çitlenbik sokaktaki eski Aynoroz Pasajı'nın girişinde yer alan Cezmi Kitabevi'ne uğradığım o pazar günü, dükkanın ıhlamur çayı kokan dünyasına sığınmış, yeni çıkan kitapların bulunduğu raflardan yükselen mürekkep kokusunu içime çekiyordum.

O soğuk kış günü, bir taraftan lapa lapa yağan karın eşsiz güzelliği, bir taraftan da kitapçı Hulûsi amcanın ikramı çayların beni kendime getiren o muhteşem kokusu eşliğinde vakit geçiriyor, geçen o saatlerin, o tatlı dakikaların verdiği derin huzuru yaşıyordum.

Ama diğer taraftan da, kalbimi saran gizli bir merak duygusuyla hareket ediyor, kitap yığınları arasında dolaşırken dikkatimi çekiveren, dışarıda yağan karın altında bir heykel gibi dikilmiş, soğuktan donmuş vaziyette gözlerini dükkânın tozlu vitrininde gezdiren bir adamı seyrediyordum.

Üzerindeki paltosunun yakalarını kaldırmış, tıpkı bir roman kahramanı gibi saçları darmadağın bu zavallı adamın, dükkanın o eski dükkanlara mahsus zarif kapı tokmağını usulca çevirmesiyle birlikte ise, işte tam o an, içeriye sadece iliklerimize kadar işleyen dondurucu mart soğuğu değil, o muhteşem kar kokusuna eşlik ederek bizleri büyüleyen ve sanki yüzyıllar öncesinden bugüne gelmiş gibi başımızı döndüren naftalin kokulu kitapların, mecmuaların, gazetelerin ve mektupların kokuları da giriyordu.

Sanki eski zamanların kendine mahsus büyülü dünyası, seyahatnamelerin, menkıbelerin, mitolojilerin ve hatıraların kılığına bürünmüş, o an içeriye bir gölge gibi süzülüveren ve kim bilir ne zamandır Beyoğlu'nun karlı sokaklarında dolaşarak üşüyen bu insanın suretinde karşımıza dikilivermişti. Kitapçı Hulûsi amcanın, tıpkı bir kardan adamı andıran bu tuhaf ve gizemli adama da o sıcacık çayından ikram etmesiyle birlikte ise, akşamın geç saatlerine kadar sürüp gidecek olan ve bitmesini hiç istemeyeceğimiz koyu bir sohbetin de içinde bulacaktık kendimizi.

O gün, dükkânın buğulu camlarının ardından seyrettiğimiz kar, dışarıda bembeyaz bir gelinlik giyinmiş sokağın eski Arnavut kaldırımlarına, elektrik direklerine, apartmanların kırmızı kiremitli çatılarına, isli bacalarına değil, usul usul tıpkı bir nur sağanağı gibi kalbimizin çorak topraklarına yağıyor, ruhumuzu baştan aşağıya yıkayıp arındırıyordu sanki.

Sanki beyazlar içindeki bir melek ordusu o gün, şehri kirlerinden, günahlarından, kötülülerinden ve suçlarından azât ediyor, esiri olduğumuz bu şehrin zindanlarından bizi kurtarıyordu. İşte o soğuk ve karlı günün sonunda, önceleri Karaköy Perşembe pazarında küçük bir hırdavat dükkânında çalışarak geçimini sağlayan bu gizemli adamın, bin dokuz yüz seksenli yılların ortasından itibaren de özel bir bankada çalışmaya başladığını öğrenecek, Haluk Cemil Bey'le birlikte geçireceğimiz günler de böylelikle başlamış olacaktı. Hafta sonlarının o uçsuz bucaksız zamanlarında gittiğimiz kitapçılar, antikacılar, sinema ve tiyatrolar, benim de, Haluk Cemil Bey'in de belki de hayatımızın bundan sonraki yıllarında yaşayacağımız o tatlı günlerin birer şahidi olacaktı adeta. Haluk Cemil.

Kocamustafapaşa ve Fatih'te geçen çocukluk yılları. Sünbül Efendi ve Merkez Efendi'nin huzurundaki tatlı saatler. Hüsn-ü hat talimleri. Neyzen Arif Efendi ile birlikte icra edilen meşkler, ney taksimleri. Ruhumuzu saran ve kalbimizi sevince boğan osûz-i dilara makamındaki nağmeler.

Eyüp'teki dergâhın pencere önlerinden, Galata'daki bir apartmanın çatı katından havalanan güvercinlerin, sabahları bazen bir tanburun sesine karışarak, pencereleri kızarmış bir ay gibi parlayan evlerin içine dolan kanat sesleri.

Ve bir ömrün bir yıldız gibi kayıp giden yorgun seneleri...

O yıllarda, bahar ve yaz aylarında, Haluk Cemil Bey'le birlikte Sirkeci'den kalkan bir şehir hatları vapuruna atlayıp, Kadıköy'ün, Üsküdar'ın, Bahariye Caddes'nin o kıyıda köşede kalmış eski kitapçılarında geçirdiğimiz uzun saatlerde, bazen bir latince tıp kitabının eski sayfaları arasında kaybolup gider, bazen de, artık iyice yıpranmış kapağının altında bize seslenen, eski zamanların o efsunlu dünyasını bize fısıldayan bir seyahatnamenin satır aralarında gezinirdik. İple çektiğimiz hafta sonlarının bu güzel zamanlarında, kimi zaman Beyazıt Meydanı'nın o türlü çeşit eşyaları satıldığı işporta pazarında, kimi zaman da, tarihi meydanın hemen karşısındaki Beyaz Saray Kitapçılar Çarşısı'nda oyalanır, kitapların, dergilerin, plakların ve eski eşyaların tozlu havasını solur, geçmiş amanın kokusunu doya doya içimize çekerdik.

Beyazıt Camii'ne sırtını dayamış Sahaflar Çarşısı, Cağaloğlu'nun ara sokaklarında kaybolup gitmiş küçük kitapçılar, Sultanahmet civarındaki antikacılar, camiler, türbeler ve müzelerde geçirdiğimiz büyüleyici saatler, hayatımızın belki de en güzel anları olur, en güzel yanı olup da çıkıverirdi o zamanlar.

Üsküdar'ın sahil taraflarında, içeriye doğru bir nehir gibi kıvrılarak uzanan sokakta bulunan Aziz Mahmud Hüdayi Camii'nden yayınlan gül kokuları arasında dolaşırken de, gözlerimiz karşı kıyıdaki Yahya Efendi Dergâhı'nın bulunduğu tepelere doğru hasretle bakar, o an gönlümüzden boğazın bu iki yakasında medfun azizlerin, velilerin, âlimlerin ve sultanların kabirlerini ziyaret etmeyi geçirirdik.

Beyazıt Meydanı'nda, Bitlisli bir gencin yere serilmiş işporta tezgahına dizilmiş Şems-i Tebrizi'nin, İbni Arâbi'nin, Eşrefoğlu Rûmi yazan ve Gazzâli'nin sayfaları sararmış eski tarihli bir kitabına rastlayıvermek yada bir sahafın vitrininde kim bilir hangi zengin İstanbul beyefendisine ait konaktan kalma bir Mesnevi nüshasıyla karşılaşmak, o an için bizim heyecanlanmamıza, ayaklarımızın yerden kesilmesine ve kendimizden tıpkı bir Mecnun gibi geçerek kalbimizin heyecan içinde çırpınmasına yetip de artardı. Bir sûfi kitabının yıpranmış sayfaları arasında aradığımız şey, Kant'ın, Sartre'nin, Baudrıllard'ın, Hegel'in ya da Heıdegger'ın kitaplarında aradığımız şeyden hiç de farklı değildi zira.

Bir sahafta, mesela on birinci yüzyıla ait adı Kitabu'l Aşk Vel'edeb olan bir kitabı daha ilk elimize aldığımızda, zamanı avcumuzun içinde hissederken sevinir, bir müddet inceleyip kokladıktan sonra da yine dükkanın o eski ve rutubetli raflarına, bir toz bulutuyla kaplanmış dolaplarına büyük bir hürmetle geri bırakırdık. Zaman bu kez, bir su gibi, bir kum tanesi gibi parmaklarımızın arasından usulca kayıp giderken ise ruhumuz göğe yükselir ve biz o an tıpkı bir çocuk gibi hüzünlenir, bir mecnun gibi kederlenirdik.

Bizim için o yıllarda, eski kitapların içinde yazan şeylerden ziyade onlara dokunmak, onları koklamak, o kitabın temsil ettiği dünyayı keşfetmek kadar önemli bir şey yoktu aslında. Örneğin Erzurum ve çevre köylerinin bin dokuz yüz kırklı yıllardaki ahvâlini anlatan bir kitabın, nüfus, tarım, hayvancılık, dini hayat ve folkloruna dair eski baskı bir kitabın içimizde yol açtığı duygular ya da Çankırı ilinin topoğrafya ve kadastral planlamalarına ilişkin ellili yıllarda basımı yapılmış bir valilik yayınının üzerimizde bıraktığı tarifi imkânsız etki, yeni çıkan ve mürekkebi henüz daha kurumamış olan bir kitabın bize verdiği heyecandan çok daha değerli ve sahiciydi.

Çemberlitaş'taki bir kahvehanede, elimizde on dokuzuncu yüzyılın sonlarında yayınlanmış bir roman eşliğinde çaylarımızı yudumlarken de, kitabın daha ilk sayfalarında kendimizi Büyük Çamlıca'nın, Piyer Loti'nin, Yakacığın ve Emirgan'ın o yemyeşil tepelerinde gezinirken bulur, Göztepe'deki köşkümüze, Balat'taki konağımıza, Teşvikiye taraflarındaki apartman dairemize şöyle bir uğrayıp geçiverdik.

Kimi zaman da bir yabani gezginin peşinden koşturup Kahire'nin, Halep'in, Beyrut'un ya da Şam'ın daracık ve tozlu sokaklarındaki gezintisine ortak olur, bir deve kervanıyla çıktığı seyahatlerde, kavurucu güneşin altında günlerce dolaştığı Kuzey Afrika'nın, Arabistan Yarımadası'nın, Asya kıtasının kızgın çöllerinde onunla birlikte yolculuk ederdik. Bazen de genç bir Osmanlı münevverinin Avrupa'nın muhtelif şehirlerine yaptığı seyahatlerinden bahsettiği bir kitabın, Paris'in, Londra'nın, Frankfurt'un, Venedik veya Prag'ın o ışıltılı caddelerinde geçirdiği günlere dair bir hatırâtı, şehrin karanlık ve yağmurlu sokaklarından, sisli ve dumanlı rıhtımlarından bahsedilen bölümlerinde, birden bire sisler içinden çıkıp gelen bir at arabasının peşine takılır, bir nehrin iki yakasını birbirine bağlayan köprülerin üzerinden ağır ağır, kimi zaman da bir ok gibi süzülerek şehrin öteki yakasına geçerdik. Atların eyerleri, nalların taşlı yollarda çıkardığı sesler, faytonun tekerleklerinden etrafa sıçrayan çamurlu sular ve kıvılcımlar, tıpkı bir rüyanın küçük parçaları gibi bir araya gelir ve büyük bir hakikate dönüşürdü ruhumuzda o an. Kalbimiz tıpkı bir sarkaç gibi sevinç ve hüzün arasında gidip gelirdi...

Haluk Cemil Bey'le birlikte bazı pazar günleri de, Edirnekapı'daki eski Tekfur Sarayı kalıntılarının hemen yanında kurulan Kuş Pazarı'na gider, Haluk Cemil'in Kocamustafapaşa'daki evinin çatısından beslediği güvercinlerini satışa çıkardık.

Başta Mardin olmak üzere bütün kuşların, Posta, Kelebek, Şebap, Çakmaklı, Arap ve Bursa cinsi güvercinlerin havada yaptığı o nefis sortiler, attıkları taklalar, gerdan kıvırmalar, Kuş Pazarı müdavimlerinin olduğu kadar bizim de hoşumuza gider, adeta aklımıza başımızdan alır ve gözlerimizi bir anda büyülerdi o gün. Küçücük, derme çatma tezgâhımızın başında geçirdiğimiz o güzel zamanlarda, bir taraftan meraklı gözlerle etrafta dolaşan bir müşteriyi beklerken, diğer taraftan da, derin bir sukûnet içinde içimizden şarkılar söyler, o sıcak ve nemli havada elimizin altında bulunan bir çizgi romanı, Kızılmaske, Zagor, Teksas veya Tommiks serilerine ait bir kitabı da okumayı ihmal etmezdik üstelik.

Gökyüzüne  doğru fırlatılan güvercinler de, tıpkı Yeni Camii'nin, Eyüp Sultan'ın, Beyazıt veya Ortaköy camilerinin beyaz merdivenlerinden, geniş avlularından, zarif şadırvanlarının bir inci tanesine benzeyen kubbelerinden kalkan güvercinler gibi havalara yükselir, ardarda taklalar atar, aradan geçen kısa bir zaman sonra da tıpkı bir bumerang gibi geri dönüp gelerek sahiplerinin o çelimsiz omuzlarına, ellerinde tuttukları kafeslerin demir çubuklarına tünerlerdi. O gün, güvercinlerin, sakaların, bıldırcınların ve muhabbet kuşlarının sesleri arasında ilerleyen saatler, kafeslerden ve yem tablalarından yükselen kokuların eşliğinde akşama ulaşır, seyyar köftelerin, nohut pilavcıların, simitçilerin ve sucuların hiç dinmeyen sesleriyle şenlenen kuş pazarımız adeta bir panayır yerine dönerdi.

Bir de pazar günlerinin akşamlarında, Topkapı'daki eski bir kahvehanenin avlusunda yapılan kuş mezatına katılır, güvercinlerin, sakaların, muhabbet kuşlarının ve papağanların meraklı kuşbazlara satışını izlerdik. Ama daha öncesinde ise mutlaka, bütün bir gün kuşların peşinde koşturmanın verdiği telaş ve yorgunlukla, akşamın o puslu saatlerinde bir semt lokantasına uğrayıp karnımızı doyurur, ardından kahvehanenin yeşil çuha serili masalarından birisine ilişip sessizce mezat saatinin gelmesini beklerdik.

O gün gece yarısı olduğunda ise, içtiğimiz sayısız demli çay ve sigara eşliğinde yola koyulur, çantamızda eski kitaplar, elimizde güvercin kafesleri ve yem torbaları yorgun argın evlerimize varır, kitapların ve güvercinlerin verdiği sonsuz huzur ve mutluluk içinde başımızı yastığımıza koyardık.

O günlerde, kitaplar, kuşlar, eski eşyalar ve hatıralardan ibaret olan sade hayatımız, İstanbul'un bu eski semtlerinde geçen beyhude ömrümüz, kalbimizin tıpkı bir güvercin gibi kanatlanmasına, ruhumuzun bir serçe gibi hafifleyip göğe yükselmesine yetip de artardı.

Bu güzel günler, Haluk Cemil Bey'in yıllar sonra, iki bin on iki yılının Haziran ayında önce emekli olup bankadan ayrılması, daha sonra da bir trafik kazasına kurban gidip tıpkı bir güvercinin kafesinden uçup gitmesi gibi bu dünyadan ayrılmasıyla birlikte de sona erecekti.

*Harun Selvi, "Haluk Cemil Bey", dem dergisi, 2017, sayı 6.