Senaryo, tiyatro/metin yazarlığı, sosyal medya kampanyaları, sosyal medya danışmanlığı, köşe yazarlığı, kitap yazarlığı ve “beyinsiz adam” profili ile yılın internet fenomenliği… Nasıl oluyor bunca şey, evveli/ahiri nedir?

Tam da dediğiniz gibi oldu, olaylar kendiliğinden gelişti. Ben küçüklüğümden beri yazmaya hevesliyim. Yazıyla alakalı bir şeyler yapma hevesindeyim her zaman. Dolayısıyla hayatımda özellikle böyle bir bir kariyer planlaması falan olmadı. Denk geldiği haliyle, tiyatro senaryosu yazmaya başladım sonra onu da daha profesyonele yakın yazmaya doğru evrildi. Yani benim hayatım çoğunlukla %90 yatmak, %10 unda; geriye kalan zamanlarda işte böyle ufak tefek bir şeyler yapmak. Bu röportajı dahi yaparken sanki layık değilmişim gibi. Çünkü öyle bir şey başarmış değilim, daha öyle bir şey yapmış değilim, daha gencim, daha yapacak şeylerim var.

Bir kere bu söylediğinizi düzeltelim. Biz sizde çok farklı ışıklar gördüğümüz için tam da bizim karemize değecek birisiniz siz. ‘Maya 2-Kaosun Anahtarı’ adında bir gençlik romanı çeviriniz var. Ancak çıkışınız twitter’da ‘beyinsiz adam’ özelinde oldu. Akabinde gelen orantısız talep neticesinde, romanınızı yayınladınız. “Once upon a time bir twit attım, olaylar gelişti” mi, diyorsunuz?

Yani doğru zamanda doğru şeyi yapmak ama planlı değil. Kendimce mizah anlayışım vardı; onu emek harcamadan; tam da tembel işi 140 karakterde twitter’da sergileyebiliyorsun. Yazmasam kimse bir şey demiyor. Yazarsan işte anında insanlar görebiliyor. O zamanlar çok yeniydi tabi, benimse daha önceden kendi adıma bir web sitem vardı, orda şakalı komik şeyler yapıyordum, fakat 10 kişi falan takip ediyordu. Çünkü twitter’daki gibi bir takip sistemi yoktu.

Sene kaç?

Valla 2005 falan, düşünün zaytung bile ortalarda yokken; ben o web sitesinde geyik muhabbeti niyetine hiciv haberleri yazıyordum. Aslında bizden önce de gavurlar yapmış, ben de öyle şeyler yazıyordum. Bazı yazılar, skeçler vs. 10/15 kişi falan bir şekilde denk gelen takip eden insanlar vardı. Sonra twitter çıkınca, benim de çok şaşırdığım bir şey oldu, kısa süre içinde olaylar gelişti. O dönemlerde kimse komiklik yapmadığı için biz yapınca bir anda tuttu ve yürüdü.

Ciddi bir ortam vardı, çünkü öyle değil mi?

Evet aynen. Mesela şu anda troller falan var; o zamanlar öyle bir kavram yoktu, herkes yazılan her şeye inanıyordu. şuan da mesela roller falan var . o zamanlar öyle bir kavram yoktu. Dolayısıyla mizah açısından öyle bir geçiş dönemiydi. Şimdi mesela insanlar trollük yapıyorlar, bazı şeyleri alaya alıyorlar, sonra söyledikleri şeylerin tam tersini yapıyorlar. Bilinçli olmasa dahi biz o boşluğu doldurmuş olduk.

“Abi biz napıyoruz ya?” da berberinizin saçınızı nasıl tarif ederseniz edin; her defasında o günkü ruh haline göre yapıyor oluşu; bütünsel bir yargıya ulaşıyor. ‘Bu ülkenin bir  standardı yok, hepimiz ipin üstündeki cambazlar modunda; yaşayıp gidiyoruz’ gibi… Öyle mi sahiden, bu bize neyi getiriyor, bizden neyi götürüyor?

Ülke olarak tabi bu çok derin mevzu bu. Genel olarak sistemin problemli olması, hiçbir konuda istikrarın olmaması; bizde bireysel anlamda da toplumsal anlamda da böyle. Örneğin; adamın biri hamburger yapıyor, ondan sonra onu bir şekilde tüm dünyaya satacak hale getiriyor. Hani biz niye yapamıyoruz sorusu var ya biraz aslında bununla alakalı. O mahalle berberi muhtemelen mikrofon uzatıldığında; “Ya işler kötü, masrafımız arttı, şu oldu, bu oldu.” Ama mesela dönüp kendine bakmıyor, ben ne yapıyorum diye.

Biraz kapitalizmi; insanın tam idrak edememesi. Yani mesela bir berberin tanışıklıktan yürümesi. İşte ben bunu yaşadım; bir gün her zaman gittiğim berberime  gittim, sonra onun acil bir işi çıktı benim de  vaktim  yok. Onunla aynı dükkanda çalışan yanındaki adama tıraş oldum. O çok daha iyi kesti ve ben şimdi eskisine bir daha gitmek istemiyorum. Ama yeni berberim olmasını istediğim kişi de berberimin yanında çalıştığı için ona da gidemiyorum. Yapacak birşey kalmayınca, ikisini de bıraktım.

Şimdi tanışıklık, dostluk falan derken insanlar traşlı kafayla berberin önünden geçmezler, çünkü adam der ki; “Ne oluyor, senin bir sorunun mu var?” Çünkü arkadaşlıktan giriyor halbuki kendisine bakıp kendisini geliştirebilir. Bu yönüyle derin bir mevzudur; bu.

GQ dergisi 2012 yılında, ‘Man of the year’ demiş size. Hangi parametrelerle demiş olabilir, “ah be sosyal medya mı”; “oh be sosyal medya” mı?

İnternet aslında. Belli kategoriler var, internet dalında.

Valla “oh be” diyeyim; yani sosyal medyanın bir zararını görmedim, faydasını gördüm, evet net olarak gördüm. Sosyal medyacılık yapmak için oralı değildim, çünkü hal-i hazırda sosyal medyada, kendime dair hiç bir şey paylaşmam. Fotoğraflar, o günkü duygular, durumlar hakkında düşünceler vs komik geliyor bana. Ben de zamanında yaptım ama bir şeyler oluyor; adam hemen kendi düşüncesini söylüyor; “böyle bilmem ne mi olur, bilmem ne?”, yani sorduk mu? Yani konuşmak istiyorsan bunu arkadaşlarınla konuş. Bana öyle geliyor, böyle çok kibirli gibi. Tespit yapmak. Ben yapanlara bir şey demiyorum, insan hep daha çok var olmak istiyor. Çünkü şimdilerde sosyal medyada olmayınca ölmüş gibi oluyorsun, orda yazmadığın sürece muhtemelen bir çok arkadaşımın gözünde; “bir yerlerde, köprü altında takılıyorum, gazete kağıtları arasında falan”

Mesela ben instagramda, bir şey yazmıyorum, bir şey paylaşmıyorum ama hasbel kader 40/50 kişiyi takip ediyorum. Onlar aslında yakın arkadaşlarım da değil ama denk gelip açtığım zaman, kimi gördüysem; onlarla sürekli görüşüyor gibiyim. Orada olmayan insanlar ne yapıyor bilmiyorum.

O zaman sosyal medyanın bir handikapı olarak; “ yakınlar uzak oluyor, uzaklar yakın oluyor,” diyebilir miyiz?

Yakınlar uzak oluyor. Yakınımızdaki instagram kullanıyorsa uzak olmaz. Yakınımda bir insan var hiç kullanmıyor, hakikaten o bile bana öyle geliyor. Hani bir yazsa; facebook, twitter, ig de sanki daha bir canlanacak gibi geliyor bana.

Sanki artık insanın iki bölümü var; birincisi; fiziksel hayatı, konuşması, görüşmesi birileriyle. İkincisi de dijital/medya hayatı. Birinden bir olmazsa sanki o insan tam olamıyor gibi. Ben yazmayı tercih etmesem de, sanki orada olunca daha bir yaşıyor gibi oluyorsun. Ve o algı artık yerleşti, değişmez gibime geliyor.

7 tane twitter fenomeni oturup 7 tane günahın öyküsünü yazmışlar. Sizinkisi hangi günahın öyküsü, burdaki ‘günah’ın tarifini yapar mısınız? 

O öyle bir ortam ki şeytan günahları dağıtıyor; yani editörümüz; ben seçimi kendilerine bıraktım, hemen kibir verdiler bana.

Benim için günah; insanın kendi de dâhil olmak üzere insanlara zarar verdiği herşeydir. Ama tabi bunun dereceleri var. Sigara içmek günahtır, bu tanıma göre kahve içmek de öyle.  Ama biri daha zararsız, biri daha zararlı; dolayısıyla dereceleri var.  Tabi mesele günah olunca işin içine din adamları, dini gelenekler vs. giriyor. Fakat herkesin kafasında az çok mantığını kullanarak ulaşacağı az önceki tarif bir yana, bir de kurulu düzen var; mesela kadının saçının telinin görünmesi öyle fırtınalar koparacak bir şeyken, aleni haram işlemek öyle olmayabiliyor.

Esasen herşeyi matematiğe indirgeyebiliriz. Gelin yapalım; kahve içmek 1 puanlık günah olsun sigara içmek 10 puanlık günah olsun. Rüşvet yemek; 60 puanlık günah olsun. Ve birinin yolda giden birine bilerek çelme takıp onu arabanın önüne iterek ölümüne sebep olmak 100 puan olsun. Eğer toplumun kodlarıyla oynamazsak, bir takım illegal işlerimizi meşrulaştırmak adına; ahlakını, dini değerlerini eğip bükmezsek insanlar doğal olarak bu sonuca varabilir. Örneğin; bir Afrika kabilesinde toplumun normlarına bıçak gibi dalan bir adamı o toplumdan dışlarlar, taşlayarak gönderirler. Bizde ne oluyor, ödüllendiriliyor; bu çok tehlikeli bir durumdur. Dolayısıyla günah dediğimiz zaman matematiksel düşüneceğiz her şeyin bir puanı var gibi düşünürsek algılamamız daha kolay olur,  zaten yapıyoruz.

Lisansınız siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler üzerine ancak hayatınızın merkezinde mizah var. Nedir mizah, neden mizah?

Mizah nedir hakikaten ben üzerinde çok düşünmedim ama “farklı bakmak” diyebiliriz. Yani farklı bakmaktan kasıt şu; diyelim ki bir kadın, kocasının boynunda yürüyor, onun üzerinde de bir çocuk var, görsek naparız, güleriz; çünkü komik. Güncel hayatta da böyle durumlar oluyor fakat yoğunluktan biz gözümüzün önündeki absürt durumları göremiyoruz. İşte mizah; bunu görünür kılmaktır. Bizzat çelişkinin ortaya konmasıdır.

Bir karikatür düşünün; bir bebek karakterinin küfür etmesi çelişkidir. Çocuk nereden öğrendi de küfür ediyor; daha dur bakalım. Veya işte bir imamın küfür etmesi komiktir. Yani yapmayacağı şeyi yapması vs. yani bir çelişki, aslında zıtlık. Uzun boylu adamın kısa boylu adamın peşinden koşması, yürümesi yani onu takip etmesi sanki o daha güçlüymüş gibi ama hep bu çelişki. Bu hayatın içerisinde, her yerde var. Ama bunu görmek de meseledir. Mesela İngilizceye çok hakim olan birisi Türkçe’deki çok komik olan şeyleri fark edemez; çünkü çok iyi biliyor. Şöyle biraz geri çekilip görmesi ve göstermesi lazım.

“Siz napıyorsunuz ya?” diye söylesem; “aa hakikaten biz napıyoruz böyle ya!” işte; mizah odur.

Mizahın farklı yönleri ve türleri var; kimi mesela mecaz kısmında yer alır kimi hiciv kısmında… Kimi ironi kısmında, kimi tamamıyla olup biteni eleştirir. Size yakın gelen tarafı neresi?

Yani ben bulduğum her türlü komikliği yaparım; yazdığım, çizdiğim her mecrada kullanırım. Tiyatro ya da film yazdığımda, o kadar absürt yazamam ama kitap yazdığım zaman daha free takılabilirim. Ve yahut işte ticari olmayan işlerde, hedef kitle önemli aslında biz kim için bunu yapıyoruz? Bazen oluyor ya; “ beni anlamadılar, falan filan” öyle bir şey yazdığımda, ben o kaygıyı taşıyordum ama tutmasaydı da üzülmezdim, çünkü ben canımın istediğini yazıyordum. Tutmayabilirdi ama o kadar üzülmezdim, gerçekten beni anlamadılar demezdim. 

Türkiye’deki mizah kültürünü ve geçmişini nasıl değerlendirirsiniz? İyi mizah yapanı dövüyorlar mı, seviyorlar mı?

Türkiye’ye hep mizah cenneti derler alakası yok hiç mizah cenneti falan değil daha çok mizah madeni diyebiliriz. Evet kaosta gerçekten mizahi şeyler çıkar, yani bir İsveçli’nin hayalini kuramayacağı şeyleri, biz çok kısa süre içerisinde yaşıyoruz. Fakat burada önemli bir şey var; zihniyet meselesi yani mesela bağnazlıkla mizah yan yana gelmez. Fanatizmle mizah yan yana gelmez. Mesela kendini eleştirebilen bir insan daha rahat mizah yapar. Kutsallara saygı duymak başka bir şey, kutsalları zihninde engellere dönüştürmek başka. Bu dediğim tabiî ki ince bir şey; bunu çok az insan başarabilir.

Türkiye ortamı buna çok müsaade etmiyor; insanlar bazı genellemelerle çekiniyorlar. Askerlikle ilgili atıyorum bir görüşü var; şimdi bununla acaba vatansever mi, vatan hanini mi oluyorum; o düşünce çok makul görünürken bir yandan da bununla savaşıyor. Dinin kaynağında bağlayan çok birşey  göremezsin ama adım atmandan tut akşam yatma biçimine kadar her şeyi bağlanmış. Dolayısıyla bu sistemde; sadece zihinsel olarak kendini 50 ayrı şekilde kapatmışsan, beynin içinde 50 ayrı gestapo var. Bu sadece mizahta değil, külliyen toplumsal bir kültüre dönüşünce; aşman gereken bariyerler seni nefessiz bırakır ve bir şey üretemezsin.

Yani bizde yakın zamana kadar gülmek suçluluk uyandıran bir şeydi; nasıl yani, insanlık bu haldeyken sen gülebiliyorsun! Mesela yabancı siyasetçilere, öğretim görevlilerine, akademisyenlerine falan bakıyorsun bir şekilde konuşmasına mizah katmaya çalışıyor. Niye, çünkü karşı tarafta insan var; bu artık bilimsel bir gerçeklik; mizah dikkati çabuk toparlar.

Bir defasında; konuşmasını yaparken Obama’nın kürsüsünün önündeki başkanlık amblemi düşmüştü. Hiç unutmuyorum, şöyle demişti: “Neyse hala kimin başkan olduğunu biliyorsunuz.” Bir hocanın yaklaşımı, bir babanın yaklaşımı katı da olabilir, mizahi de.. Tamamen kendi tercihi, sonuçları çok değiştirir.


 

Bu anlamda mizahın duayenleri diyebileceğiniz; kilometre taşı niteliğinde birileri var mı?

Hayır. Tabi ki her dönemin çok değerli insanları olmuştur. Mesela Levent Kırca ölmeden önce yani böyle alay konusu birine dönüştü; oysa çocukluğumuzda iyi işler yapmıştı. Çünkü dönemin mizah anlayışıydı o; onu bugüne yatırırsan olmaz. Ama batıda belki o sistem daha erken oturduğu için mesela 80 sene önceki gösteriye bakıyorum, hala komik. Yani bu tamamiyle sistem meselesi, kesintiye uğrayınca tat vermiyor. Cumhuriyet tarihi işte 100 sene oldu, 100 senenin hangi döneminde bir istikrar vardı. Evet hadi sistem budur bundan sonra böyle yürüyelim diyemedik; bunu kabul etmemiz lazım. Bu bir anlamda zenginliktir ama bir yerde de o zenginliğin, o maden dediğimiz şeyin işlemesi için bir ortam olması lazım. Malzeme çok ama o malzemeyi satacak ortam yok. Bu da bir sıkıntıdır yani.

Bir emek havuzu oluşamıyor mu? Üretim; konjonktür gereği sürekli sekteye mi uğruyor?

İnternet sayesinde bu saatten sonra üretim artık devletin, hatta toplumun tekelinden çıktığı için geri dönüşü yok, Devletlerin, hükümetlerin, kurumların, vakıfların, derneklerin herhangi bir şeye hükmetme şansı yok, çünkü bir şey yapmak isteyen insan artık yapabiliyor. Bunu bugün için söylüyorum; bundan 5/10 sene önce böyle değildi.

‘Urfa’lıyam ezelden; gönlüm geçmez güzelden’ mi diyorsunuz? Urfa’nın sizdeki kıymet-i harbiyesi nedir?

Yani her insanın kendi memleketi güzeldir ama Urfa sahiden güzel bir şehir. Ben orada iki, üç yıl kaldım ama arada gidiyorum, kültürümü devam ettiriyorum. Biber salçasıdır, yumurtalı köftedir, müziğidir falan ben her türlü onu içselleştirmişim herhalde öyle devam ediyoruz. Tam tembellere göre bir şehir; öyle üretim falan topraklara pek uğramamış. Bizde tüketim esastır; sıradan bir Urfalı’nın hayatı; yemek ve müzik mühimdir; dolayısıyla benim için de öyle. Çok sıcak zaten o sıcakta belli bir rehavet oluşuyor.

En son izlediğiniz film, tiyatro oyunu, varsa takip ettiğiniz yerli/ yabancı dizi ve en son okuduğunuz kitap nedir?

Gülse Birsel’in; “Aile Arasında” filmini izledim; sevdim, oldukça güzeldi.  Tiyatro olarak da kendi yazdığım “Eyvah Evleniyorum!” adlı oyunu seyrettim. Bir evlilik süreci üzerine 3 kişilik bir gezici oyun, bir halk oyunu. Dizi olarak da genelde herkesin izlediği şeyi izlemeye çalışırım. Bu kadar insan seyrettiğine göre vardır, belki bir şey diye. O yüzden “Game of Thrones” dizisini izledim. Ancak tabi ki bizim zamanımızın “Lost”, ve “Prison Break”i gibi dizilerin yaşattığı duyguya  yaklaşamadı. “Lost” dizisini bölümleri biriktirip izlerdim çünkü bir bölüm hemencecik bitiyordu. Ancak yeni diziler maalesef bende böyle bir his oluşturmadı. 
 

Makas dergisi, Nisan-Mayıs 2019, sayı 7

RöportajHacer Yeğin