Farklı coğrafyalarda yaşayan Müslüman toplumlardan hac ibadetini ifa etmek için Hicaz’a gelenlerin seyahatleri geçmiş asırlarda cereyan eden pek çok hadiseye damgasını vurmuştu. Binlerce kilometreyi bulan mesafelerden mukaddes topraklara gelen hacı adaylarının yolculukları çoğu zaman birkaç yıl sürmekteydi. Birbirinden ayrı özelliklere sahip ülkeleri görüyorlar ve buralarda yaşayan insanlarla yakından tanışıyorlardı. Zaten bunları tanımadan, belli bir süre hasbihâl etmeden yolculuklarını sürdürmeleri mümkün değildi.
Günümüzde uçaklarla aynı amaç için birkaç saatte gerçekleştirilen yolculuğa da eğer seyahat diyecek olursak bu kelimenin hakiki manasının artık tamamen değiştiğini peşinen kabul etmişiz demektir. Zira günümüz hac yolculukları çoğu zaman hemen yandaki koltukta oturan ve genelde yakın akraba veya hemşehri olan kimseyle bir sohbetlik sürede tamamlanacak kadar kısa sürmektedir. Böyle olduğu için de binlerce kilometreyi bulan mesafelerden kutsal topraklara gelinse bile günlük dilde kullandığımız gibi bu yolculuk basit bir kelimeyle “uçuş” olmaktan ileri gitmeyen ve anlık bir yer değiştirmeden ibarettir.
Mekke ve Medine’ye ulaşmak için en çetin yolculukların yapıldığı coğrafyalar arasında Afrika ülkeleri ilk sıralarda yer almaktadır. Etrafı denizlerle çevrili olan bu kıtanın iç kısımlarında yer alan aşılması imkânsız devasa çöller, geçilmesi zor ormanlar ve nehirler gibi büyük coğrafî engellerle mücadele etmek hacı adaylarının aylarını almaktaydı. Bu kıtanın Kızıldeniz sahiline yakın bölgelerinden ve Doğu Afrika ile Kuzey Afrika sahiline yakın bölgelerden Hicaz’a ulaşmak ise nispeten kolaydı. Çünkü ya deniz yoluyla veya sahili takip edip karadan ilerleyerek Hicaz bölgesine gelinebiliyordu. Özellikle Doğu Afrikalı Müslümanlar denizcilik konusunda mahir oldukları için deniz yoluyla Kızıldeniz’in güney ucundaki Babülmendeb Boğazına kadar gelip buradan Yemen tarafına geçiyor, karadan seyahatlerine devam ediyorlardı.
Fakat Afrika’nın ortasında bulunan ve dünyanın en büyük çölü olarak bilinen Büyük Sahra çevresinden gelen hacı adayları en sıkıntılı yolculukları gerçekleştirmekteydiler. Bunlar için Hicaz’a ulaşmak kadar memleketlerine dönmek de oldukça zorlu geçiyordu. İslâmiyet’in henüz Hazret-i Muhammed (sas) hayattayken yayıldığı kıtalardan birisi olan Afrika çok önemliydi. Zira Mekkeli müşriklerin zulmünden kurtulmak isteyen Müslümanlara ev sahipliği yapan bölgelerin başında bu kıtada geçmişte Habeşistan, bugün ise Sudan, Eritre, Etiyopya, Cibuti ve Somali adıyla bilinen topraklar gelmektedir. 615 yılında Habeşistan’a gerçekleştirilen bu ilk hicretin ardından henüz çeyrek asır geçmeden Mısır’a geçen İslâm orduları yaklaşık bir asır içinde batıda Atlas Okyanusu’na, içeride Çad Gölü çevresine, doğuda ise bugünkü Güney Afrika Cumhuriyeti sınırlarına kadar olan bölgelerde varlık göstermeye başlamışlardı. Daha o dönemlerde Afrika’dan Hicaz’a yapılmaya başlayan hac seyahatleri 19. yüzyılın sonlarına kadar bazı sıkıntılı dönemler hariç büyük bir değişikliğe uğramadan devam edegeldi.
Haçlı seferleri esnasında Mağribli hacılar güzergâhlarını değiştirerek mümkün mertebe sahilden uzak yolları takip edip Kahire’nin güneyinde kalan Yukarı Mısır bölgesi üzerinden seyahat etmekteydiler. Avrupalıların sömürgecilik faaliyetlerinin başladığı 16. yüzyılda da tarihî hac güzergâhları değişmeye başlamıştı. Çünkü Doğu Afrikalı hacı adayları Portekiz donanmalarının istilası altındaki tarihî iskelelerini kullanamaz olmuşlardı. Mısır Memlûkleri Devleti ve onların yerini alan Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika, Kızıldeniz ve Doğu Afrika sahillerinde kurduğu hâkimiyet ve nüfuz sayesinde hac seyahatleri 19. yüzyılın sonuna kadar fazla kesintiye uğramadan yapılabildi. Ancak sömürgeciliğin kıtanın tamamını kapladığı 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren Hicaz’a gelmek neredeyse imkânsız hale geldi.
Oldukça sıkıntılı şartlarda hac seyahatini gerçekleştiren Afrikalı Müslümanlar maddî ve manevî her alanda büyük bir kazanımla ülkelerine dönmekteydiler. Yıllarca süreceği baştan belli olan bu yolculuğa çıkan insanlar önceden büyük hazırlık yapıyorlardı ve yola çıkma imkânı bulurlarsa bu niyetlerini uygulamaya koyuyorlardı. Yaşadıkları köy ve kasabalardaki insanlardan aldıkları yardımlarla yola çıkılması âdettendi. Ama bu yardım onlara sadece belli bir süre yetmekteydi. Uğradıkları menzillerde kabiliyetlerine göre çeşitli işlerde çalışıp bir sonraki menzile ulaşacak miktarda gelir elde edince yola devam ediyorlardı.
Hicaz’a gitme imkânı bulanlar arasında çok sayıda âlim, mutasavvıf ve devlet adamı da vardı. Şüphesiz hac ibadetini yerine getirmenin coşkulu sevinci yanında uğradıkları coğrafyalarda büyük tecrübe edinen bu kimselerin dünya görüşlerinde büyük değişimler oluyordu ve mahallî tecrübeleri beynelmilel boyutlardakilerle temaslarıyla birlikte zenginleşiyordu. Hac onların dünyasını değiştirdiği gibi onlar da güzergâhları boyunca rastladıkları toplumlarla kaynaşarak onlara kendi tecrübelerini ve deneyimlerini aktarıyorlardı.
Afrikalı hacı adaylarının Hicaz yolunda önemli durak yerleri vardı. Bugünkü Mali sınırları içinde Timbüktü, Tunus’ta Kayrevan, Libya’da Fizan ve özellikle Mısır’da Kahire bu anlamda en önemli menzillerdi. Şöhretini duydukları Ezher ulemasıyla karşılaşmak bu kıtanın iç kısımlarından, Mağrib’den ve Batı Afrika’dan gelenlerin en büyük hayaliydi. Kendi bölgelerinde İslâm eğitimini gayet iyi alan bu Müslümanlar sahip oldukları bu bilgileriyle Ezher’de dikkat çekiyorlardı. Sonuçta onlar Mısır’dan çok şey öğreniyorlar, Ezher uleması da onların yabana atılamayacak derece ilim sahibi kimseler olduklarını görüyordu.
Mesela 19. yüzyılın başlarında bugünkü Cezayir’den hacca gitmek üzere yola çıkan Muhammed b. Ali es-Senûsî’nin ve Batı Afrika’da Mali, Senegal ve Gine isimli ülkeler arasında paylaşılan bölgeden gelen el-Hâc Ömer el-Futîyû’nun Ezher uleması ile tartışmaları meşhurdur. Hac ibadetini ifa etmek üzere Afrika’dan Hicaz’a yapılan yolculukların en meşhuru hiç şüphesiz Mali sultanı Kankan Musa’nın seyahatidir. 1324-1325 yılları arasında gerçekleştirilen bu seyahate tarih kitaplarının rivayet ettiklerine göre en az on bin, en çok 60 bin kişi katılmıştı. Kendisi atına bindiğinde önünde bulunan 500 köleden her birisi ellerinde 500 miskal ağırlığındaki altın çubuklarla yürümeye başlıyorlardı. Eğer Cuma günü önemli bir yerleşim mahalline uğrarsa oraya mutlaka bir cami inşa ettiriyordu. Bu âdetini aksatmadan Kahire’ye gelen Kankan Musa burada Memlûk sultanının huzuruna çıktığında Allah’tan başka hiç kimsenin önünde eğilmediği için tazim için dahi olsa onun huzurunda da eğilmeyi reddetti. Beraberinde getirdiği altınlarının bir kısmını Mısır’daki Müslümanlara tasadduk eden Mali Sultanı geri kalanını Hicaz’a götürdü ve Mekke ile Medine’de tasadduk etti.
Dönüşünde Hicaz’dan âlimler, mimarlar ve Kahire’den ise Memlûk ordusundan Türk soylu askerler alıp ülkesine gitti. Onun bu seyahati Batı Afrika Müslümanlığında bir dönüm noktası oldu. Ülkesinin her tarafında devasa camiler ve medreseler inşa edildi. O döneme kadar Cuma namazı kılınmayan yerlerde Cuma namazı kılınmaya başlandı. Henüz İslâmlaşmamış bölgeler bu dinle müşerref oldular. Kankan Musa mahallî bir sultan iken sadece İslâm dünyasının değil Avrupa’nın da tanıdığı bir imparator olarak kabul edildi.
Dünya tarihînin gelmiş geçmiş en büyük seyyahı kabul edilen İbn Battûta 28 yıl süren toplam dokuz seyahatinde yaklaşık 120 bin kilometre yol aldı. İlk defa seyahate çıktığında amacı hac farizasını yerine getirmekti. Ancak Hicaz bölgesine geldiği 1327 yılından itibaren bu bölgede üç yıl kaldı ve her hac mevsiminde Mekke’ye dönerek üç defa üst üste haccını ifa etti. Daha sonra Anadolu, İç Asya, Hindistan, Endonezya, Çin gibi diyarlara gitti ama dönüşünü hep Hicaz üzerinden yaptığı için defalarca hac farizasını yerine getirdi. Kısacası İbn Battûta için hac ibadeti yaptığı seyahatlerin merkezinde yer aldı, belki de burada farklı coğrafyalardan gelen hacılarla tanışarak onların ülkelerini de görme ihtiyacı hissediyordu.
Mali sultanlığının yerini alan ve aynı topraklara hükmeden Songay sultanlığının kudretli hakimi Askiya Muhammed de 1495-1497 yılları arasında hac seyahatine çıkan ve 300.000 parça altını Hicaz’da tasadduk eden önemli bir devlet adamıydı. Bunun seyahati de dillere destan olacak boyuttaydı. Mısır’a uğradığında burada içlerinde Celalüddin es-Süyûtî gibi âlimlerin ve mutasavvıfların bulunduğu çok sayıda kimseyle karşılaştı. Dönüşünde Kahire’de bulunan Abbasî halifesinden kendisini Batı Afrika Müslümanları üzerinde halifesi tayin etmesini talep etti ve bu isteği kabul edilerek kendisine taç giydirilip sarık sardırıldı.
Avrupa sömürgeciliği karşısında en büyük direnişi gösteren Afrikalı mücadele adamları da bu cesaretlerini hac seyahatleri sayesinde kazandıkları tecrübelerine borçluydular. Kuzey Afrika’da Senûsiye hareketini Fransız, İngiliz ve İtalyan işgalleri karşısında bir direniş hareketine dönüştüren Muhammed b. Ali es-Senûsî Mağrib’de aldığı İslâm eğitimi yanında Hicaz’da kaldığı sürece Afrika’nın sömürgeciliğe karşı nasıl müdafaa edileceğini öğrendi. Avrupalılar onun mücadelesi karşısında emellerine çok zor ulaştılar. Sömürgecilik karşısında Batı Afrika’da gösterilen en güçlü direniş ise el-Hâc Ömer el-Futîyû tarafından gerçekleştirildi. Yaklaşık yirmi yıl süren hac seyahati esnasında uğradığı Nijerya, Çad, Mısır ve Hicaz’da öğrendiği bilgiler sayesinde iyi bir âlim, Ticâniyye tarikatının Batı Afrika’daki en büyük halifesi ve Gine, Senegal, Mali, Gambiya, Burkina Faso ve Nijer gibi ülkeleri sömürgeciliğe karşı korumaya kararlı büyük bir mücadele adamı olarak yetişti.
Bütün bu özelliklerini Hicaz’da görüştüğü Ticanîlerin halifesinden aldığı Batı Afrika bölgesi sorumluluğu göreviyle daha etkili kıldı. Hac seyahatinde kazandığı itibarı sayesinde Afrika Müslümanlığı üzerinde hâlâ tesiri devam edenlerden bir diğeri ise Tunuslu Şeyh Ali Nureddin Yeşrutî idi. Hicaz’a gelen ve Şazeliye tarikatına müntesip olan bu şeyh hac farizasını tamamladıktan sonra ülkesine dönmeyip Osmanlı idaresindeki Filistin’in Akka kasabasına yerleşti. Kısa zamanda büyük bir mürit kitlesine sahip oldu. Kısaca Yeşrutiye adıyla bilinen Şazeliye’nin bu kolu Doğu Afrika’dan gelen müritler sayesinde Somali, Kenya, Tanzanya, Komor Adaları, Madagaskar, Mozambik, Malavi ve Kongo isimli ülkelerdeki Müslümanlar arasında yayıldı. Bu bölgedeki Alman, Fransız, İngiliz, İtalyan, Belçikalı ve Portekiz sömürgeciliğinin İslâm’a karşı yok edici tavrı karşısında büyük bir direniş hareketine dönüştü.
Sonuç olarak belki yüzlerce örnekle ifade edebileceğimiz Afrikalı Müslümanların hac tecrübesi onlar için sadece bir ibadetin farizasından ibaret kalmadı. Bu tecrübe onları birlikte yaşadıkları toplumların önderleri, düşmanlarının en çok korktukları hasımları haline getirdi. Onlar sayesinde İslâmiyet kıtada daha fazla kitleler tarafından benimsendi: inşa ettikleri camilerde, zaviyelerde, Kur’an okullarında, medreselerde milyonlarca Müslümanın dinlerini daha iyi öğrenmelerine vesile oldular. Yazdıkları kitaplar ise kendi toplumlarını aydınlattığı kadar kendilerinden sonraki nesiller için de en önemli kaynak eserler arasında yer aldılar.
Kaynak: Ahmet Kavas, “Hac İbadetiyle Taçlanan Afrikalılar”, İstanbul Müftülüğü Kültür Yayınları, sayı 3, Kasım 2007, s. 64-69