Ben şehirli sayılır mıyım? Yaşım, görgülerim, Bursa gibi kadim bir şehirde hem de kadim şehrin Hisariçi gibi kadim bir mahallesinde dünyaya gelmek itibariyle bu sorumu “evet”le karşılayabilirim. Ama benim gibi orta yaşa doğru hızla ilerleyen bir insanı bile yaşadığım, şahit olduğum kadim şehirlerdeki “hızlı değişim” biraz daha düşündürüyor bu sorunun cevabında. Çünkü o zaman deminki soruya bir de “Hangi şehir?” sorusu ekleniyor ki gel de çık işin içinden. Benim çocukluğumda şehrimin merkezi çift yönlüydü, Altıparmak, Çekirge güzide semtlerdi. Şehrin insanları Hisar’da, Çekirge’de otururdu, henüz bu kadar Bursa’nın alt kotları dolmamıştı ve Bursa kendine has yeşili ile ortadaydı.

90’lı yıllarda gelen değişim

90’lardan sonra bir şeyler değişti benim şehrimde. Ekolojisi değişti, aşkı değişti. Önce tabiat sonra çevre daha sonra da insan tükendi. Bugün Bursa’da şehirli Bursalı kaç kişidir, diye bir sorsak şehrin idarecileri bile bilmez bunu. Yaşadığınız sokakta kaç tane şehirli İstanbullu kaldı ki? Onlar da bir şekilde şehirden uzaklaştı, şehrin uzak yerlerinde yaşamaya koyuldular. Sevinç Çokum Hanımefendi’nin Beylikdüzü’nde neden yaşamak zorunda kaldığını anlattığı bir söyleşide içim burkuldu ve şehre ihanet etmenin ne demek olduğunu bir kez daha şehir meraklısı biri olarak anladım. Bugün bizim şehirlerimizde hele hele büyükşehirlerimizde yedi evvel o şehirli olan kaç kişi var? Yine tekrar edeyim, şehrin yöneticileri bile yedi evvelden o şehirli değil. 

Yaşadığımız çağ bir iş-güç çağı. Her şey “kazandır ve kazan” matematiği üzerine oluşturuluyor. Grafik sanatçısı George Grosz’un meşhur Metropolis tuvalindeki gibi her şey. Her yerde bir düşeylik. Meşhur tabloda her şey oldukça karmaşık. Kent kendini tüketen bir canavar sanki. Bugün Mustafa Kutlu’nun hikayelerindeki en basitinden kuşları anlayabilecek kaç 1990’li genç var? Ya da Mustafa Kutlu’nun hikayelerinde bahsettiği çiçeklere, bileni bir tarafa, tesadüfen bile olsa “a, ben bunu şurda görmüştüm” diyen kaç genç kişi var? Şehrin hayvanlarının kafeslerde, hayvanat bahçelerinde insandan uzak büyütüldüğünü düşünsek bile bize yeter. Biri bize desin ki kaplan ve aslan İstanbul hayvanıdır ve kafestedir. Kaplan-aslan-kafes ve İstanbul kelimelerini zihnim bir araya getiremiyor bir türlü. Hani bizim kuşlar için vakıf kuran medeniyetimizin izleri? Hani Gurabahane-i Laklakan -Leylekler Hastanesi-bunu bile çevirmek zorunda kaldım, varın düşünün şehirlinin halini- olan evlerimiz? Hani evlerimizdeki kuş yuvaları? Bu İstanbul kuşlarına ne oldu? Küsüp onlar da atlarına binip mi gittiler?

Ruhsal kirlilik çağı

Ruhsal bir kirlilik yaşıyoruz bu aşikar. Kirli bir çevremiz ve oldukça kirlenmiş nefslerimiz var, hadi bir adım daha ileri giderek nefeslerimiz var. Her şey kendimize yabancı ya da öteki. Hatta kendimiz bile kendimize yabancı ve öteki. Şehirlerde tutunamayanların sayısı, şehri tutanlardan daha fazla. Şehrin mahalleri arasındaki uçurum cenazelere katılanlarından belli oluyor. Teşvikiye'ye gelenler, Esenler’in mahale camiine ya da merkez camiine gelenler gibi değil. Ama Teşvkiye’dekiler için de Esenler’deki için de “ortak mabed” AVM’ler ve ATM’ler.

Şehri kuramayan değil medeniyeti, devletini bile inşa edemez. Bize lazım olan şey şehirler. Yerinden yönetilen, merkezle irtibatı sağlam ama kararların yerel alınabildiği şehirler. Bir şehir için her şey kendi bünyesi içinde kendi kaynakları ile oluşturulmalı. Elektiriğinden tutun da bütün ihtiyaçlarına kadar her şeyi şehir öz kaynaklarından karşılayabilmeli. Öz kaynaklarıyla kalkınma olmadı mı adaletli bir şehir inşası zor gözüküyor. Bu konuda kendi tarihimiz ve geleneklerimiz yeterli. En basitinden Osmanlı İstanbul’u ile Cumhuriyet İstanbul’una bakmak ve bunları anlamak bile derdimize derman olacak. Yeniden insan, önce kendi geçmişi olan Âdem ile barışmalı, tasavvurunu güçlendirdiği âleme dönmeli ve Rabbine yönelmeli böylelikle. Biz Âdem-oğlu olduğumuzu unuttuk, bütün sorunumuzda bu aslında: Âdem olmayı unutmak.

Bir şehre sığışmak

Hiçbirimiz modernin getirilerinden bağımsız değiliz. Şu an için ona rağmen bir varoluş, zihinsel düzlemde zor sokuyor. O zaman moderni aşacak bir İrade’nin zuhur edebilmesi için şehirler inşa etmek zorundayız. Şehirler inşa edilirken bütünsellik de göz önünde bulundurulmalı. Her şeye evlerimizden başlamalıyız. Bugün için şehrin ortasındaki gecekondu ile şehrin ortasında çevresi yüksek duvarlarla çevrili gökdelenlerin birbirinden ne farkı var? İkisinde de ortak nokta, sığışmak üzerine kurulu. Bir şekilde şehrin kenarına sığışmak ya da ilişmek. Yeni tutunamayanlar her ikisi de. Nasıl ki şehrini inşa edemeyen medeniyetini inşa edemez, evini inşa edemeyen de şehrini inşa edemez. Bugün bir Türk evi modeli yoktur. Amerikan kapı, Fransız balkon, kutu gibi odalar, boşlukta katlar… Türk evinin içi ve dışı bugün için böyle. Evlerimiz geniş değil ki zihinlerimiz ve gönüllerimiz geniş olsun.

İslam medeniyetin gözdesi yeni medineler kurmak zorundayız. Şam bir medine idi, şimdi ne halde? Bağdat bir medine idi, şimdi ne halde? Basra, Kûfe birer medine idi şimdi ne haldeler? Çok derin düşünmemiz gerekir. Yitirdiğimiz tecrübelerimizi yine kendi geçmişimizde aramak zorundayız. “Münevvere” ya da “Fazıla” medineler inşa etmek zorundayız, başka türlü ruhsal huzuru bulmamız çok zor. 

Benim şehrimde her şey şehrin öğelerinin inşa edileceği maddi tabiatla öncelikle uyum içinde olmalı. Şehir bir kargaşalar yumağı değildir. Bugün şehirlerimizde etnik ve dini azınlıklar azalmış olabilir, şehrin mahalleri ulusallık barındırıyor olabilir; ama bir şey var ki yeniden bunlar arasında bir barış tesis edilmelidir: Hem-şehriler. Bugün İstanbul’da farklı bölgelerden farklı kültürdeki insanlar aynı mekanı paylaşmak zorunda kalıyorsa bunlar arasında bir uyum gözetilmelidir, gelen muhacirin özellikleri de şehrin inşasından göz önünde bulundurulmalıdır. Bir Giresun mahallesi, Bir Erzurum mahallesi olsa; yaylaların ferahlığını taşıyan binalar inşa etsek yeni bir anlayış ve şehir için sağlam bir adım atmış oluruz.

Şehirlerimize hamam gerekli

Şehirlerimizi yeniden inşa etmek istiyorsak önce şehirlerimiz hamamlarına kavuşmalıdır. Hamamsız şehir, ne kadar temiz sayılır düşünmek lazım. Camilerimizin inşa edildikleri yerden tutun da zarafetlerine kadar, düşünmemiz gereken pek çok meselemiz var. İnşa etmek yetmez, tek başına. Esas olana yönelmek, güzel olanı korumak gerekir. Süleymaniye bugün korunamadığı için bu haldedir, sur dışındaki sorunlar korunma duygusu yetersizliğinden karmaşıktır. Ağacıyla, bilumum bitkisiyle, hayvanıyla yeni medinelere ihtiyacımız var. Osmanlı tecrübemiz bize yeter. Osmanlı’da sokaklara neler yapılmazdı/yapılamazdı?, diye düşünmemiz lazım. Osmanlı’da sokakta hayvan kesimi yapılmazmış, denizlere herhangi bir şey atmak hoş karşılanmazmış. Su yolları meselesini derinlemesine düşünmüşler ve atık su ile içme suyunun karışmaması için tedbirler almışlarmış. Asla bir cami, bir okul ya da türbe etrafında seyyar satıcılar olmazmış. Bugün bunları popülist politikaları bir kenara koyarak başarmak çok mu güç?

Her konuda olduğu gibi geleceğin şehirleri konusunda da söz işinin ehlinin. Bizim yaptığımız ise gönül sazımıza denk gelenleri insan diliyle söylemek. Söz, Bilge Mimar Turgut Cansever’in:

“…Sahip oldukları ve sürekli geliştirdikleri bilgi ile bütün insanlığı yöneten bir güç haline gelecek uluslar arası şirketlerinin esiri durumuna düşmemek için geniş halk kitlelerinin yüksek bilgi, duyarlılık ve anlayış düzeyine yükseltilmesi zaruridir. İnsan hayatının israfa sebep olan yönlerini tadil ederek tasarruf edilen meblağın kültürel, teknik ve sanat yeteneklerinin geliştirilmesine tahsis edilmesi, yapı alanındaki tasarruflara muvazî olarak şehirlerin inşa ve işletilmesinde gereksiz harcamaların bertaraf edilmesi zorunluluğu vardır.” (Turgut Cansever, Osmanlı Şehri, s. 188-189, İstanbul-2010)

Zeki Dursun medineler umuduyla yazdı.