Güven Adıgüzel kimdir?

Güven Adıgüzel M.S. 1983 yılında İzmir'de doğdu. Doğarken ağlamaması şüphe uyandırsa da görevli olarak doğduğu anlaşılmadı. Fakir ama onurlu bir genç olarak karizma yaptı. Bir kaç kez feleğin çemberinden geçme teşebbüsünde bulundu. Hep kravatlı bir işinin olmasını istedi ve bu isteğini kısmen de olsa gerçekleştirdi. A.Ü İktisat mezunu. Muhtelif dergilerde şiirleri, gazetelerde makaleleri yayınlandı. Dört kıtaya ayak bastı. Eşkâlim Rehin ve Hiç adında hiçbir yerde bulunmayan iki kitap çıkarınca havaya girdi. Şu sıra Romantik-anarşist dergi Son İstasyon’un editörlüğünü yapıyor. Dünya’da bir yerde yaşıyor. ‘Bir gün her şeyi bırakıp bir balıkçı kasabasına yerleşeceğim’ tribinde. Öldüğünde adının ruhuna yakışacak şekilde çıkmaz bir sokağa verilmesi kentsel dönüşümsel vasiyetidir. Şiirlerinin oda sıcaklığında okunmasını tavsiye ediyor. Evsiz ve iki balık babası. Orta düzeyde Sanskritçe biliyor.Son İstasyon

Selamün aleyküm, öncelikle bir hal hatır sormak isteriz, nasılsınız, neler yapıyorsunuz?

Aleyküm selam. Şükür, iyiyim gözüm. İş, güç, karmaşa, hayat telaşı uğraşıp duruyoruz işte.  Faturaların hatrına devlet sponsorluğunda yaşamaya devam ediyorum, kalan kısıtlı vaktimde de çoğu zaman uykularımdan çalarak, -ki başka türlüsü mümkün olamıyor- okur yazarlığa, periyodik yayınları takip etmeye, film izlemeye ve tefekkür etmeye çabalıyorum, gücümün yettiğince, aklımın erdiğince.

Modern zamanlar çalış ve öl diyor bize çünkü, bu kaostan kurtulmaya çalışmak da mütemadiyen yorucu, bunaltıcı. Boğazımıza bir bıçak gibi dayanmış olan ekmek parası vesayetine karşı ‘durmak’ zor, yıpratıcı. Her şeye rağmen kelimelerin büyüsüne ve güneşli pazartesilere inanmaya devam ediyorum. Başımıza gelen bir şaşkınlığı üstümüzden atma çabasıdır aslında, yani yaşamak dediğimiz şey kısaca.

Yeni kitaplar yoldaydı diye biliyorduk biz ama çok sert bir aşk filmi çekeceğinize dair bir takım duyumlar aldık, aslı nedir bu işin?

Kamera kullanarak bir derdi anlatmak en az o derdin şiirini yazmak kadar heyecan verici bence. Niyetimiz ciddi... Soft bir şey yapamayız zaten bünyemiz müsait değil buna. 1989’un Ankara’sında geçen sert bir aşk hikayesini çekmeye çabalıyoruz. Bir çay ocağına takılan bir sürü adamın çok aşırı damar hikayesi aynı zamanda. Bir aksilik olmazsa Mayıs’ta izleriz gibi, yani izlesek ne iyi…

Yeni kitaplar hala yolda, kalemin kısmeti olan tüm kelimeler kağıtlara olanca hızıyla dökülüyor bu aralar, bereketli mevsim mübarek. Bakalım, deneme kitabı neredeyse hazır gibi, şiir dosyası üzerinde son rötuşları yapıyorum. Bir çay risalesi yazıyorum ve kendi kişisel Yeşilçam tarihimi bir de. Kısmet artık bundan sonrası. Nasıl diyordu şiirden malulen emekli şairimiz; ‘çayevlerine gereken özeni göstermeliyiz’

Şiirleriniz postmodern bir izlenim bırakıyor ve  hakkınızda söylenenler de bu yönde. Postmodernizm bir Müslüman için sakıncalı değil mi?

Federico de Onis’i tanıyorum ama postmodern şiirin ne olup-olmadığı konusunda herhangi bir fikre sahip değilim. Şiir üzerine çok düşünmem zaten, bir poetikam falan da yok. Hakkımda söylenenler post-modern bir izlenim bırakmamdan ziyade; karaladıklarımda sayıklamacı bir yönümün olması, bütünlüklü bir anlamdan uzak olarak birbirinden bağımsız dizeleri bir araya getirmem ve 2. yeniyi fena bir şekilde taklit etmem şeklinde sıralanır genelde. Hepsine katılıyorum, neyi görüyorsalar odur zaten.

Post-modernizm imana bir halel getirmez. Post-modern anlatı tekniğinin Müslümanlar için sakıncalı olup-olmadığı meselesi ise çok su kaldırır. Postmodernizm  ‘büyük anlatılar devri’nin kapandığını iddia eder mesela, Lyotard ve Fukuyama gibi sözcüleriyle ilan ederler bu durumu. Yeni kurulan düzende, yeni anlatılar devrinde biz nerdeyiz mesela? Ya da küreselleşme ne yana düşüyor bu yeni durumun içerisinde? Postmodernizm’i, modernizmle bir hesaplaşma ve modernizmin eleştirisi olarak kabul ediyorsak işimiz biraz daha kolay tabi. Sakıncası, getirdiklerinden ziyade götürdükleriyle alakalı olabilir bence. Son bir şey daha, modernizm-postmodernizm kavramları hakkında şöyle bir şey okumuştum; Modernizm üç ayaklı bir sandalyedir, post modernizm ise bu sandalyeye oturmaya çalışan şişman bir kadındır. Kainatın müziğini duyabilmemiz için biraz sessizliğe ihtiyacımız olabilir. Allah hakkımızda hayırlısını versin.

Bu aralar çıtayı iyice yükselttiniz. Vâveylâ dergisinde çıkan ‘Kadraj Hataları’ şiirinizin okuyucuyu eyleme sürükler nitelikte olduğu söylenebilir. Şiirde Humeyni’nin nemli kirpiklerine vurgu yapmışsınız. Humeyni’yi seviyor musunuz? Güven Adıgüzel

Şiir eyleme sürüklüyorsa kalemin hakkı teslim edilmiş demektir. Çıtayı falan yükselttiğim yok gözüm size öyle geliyordur.

Devrimci-şair Humeyni’nin kirpikleri nemlidir çünkü ''kalkın ey şehitler imamınız geldi'' diyerek devrim şehitlerine mezarları başında ağlamış bir adamdır o. Humeyni meselesini konuşacaksak benim ilk bakacağım yer masanın üstü olur; Amerikan uşağı bir Şah’ın devrilmesi ve yamalı cübbesi-yırtık terlikleri ile bir Fransız uçağından indiği Pers topraklarına gülümsemesi mesela... Yoksul gariban yaşantısı, ayağınız taşa takılsa bile siz emperyalizme küfür edin sözü, Bursa sürgünü, anti-siyonist duruşu, dedikoduların aksine Şia-Sünni vahdetine olan derin özlemi ve hep Kudüs’e nemlenen kirpikleri… Masanın altına bakanların gördükleri; Kansız bir devrime inanma ihtimali, Molla oligarşisi, Air France, Tudeh, Saddam’la savaş ve ‘her gün aşura-her yer kerbela’ denilse de bir türlü tamamlanamamış İslam devrimi, ihtilal asayişi; idamlar ve kanlı ölümler… Masa sizin; ister üstüne bakın ister altına. Ben Humeyni’yi anlıyorum, kirpiklerini de.

Bir çok şair gibi siz de ilk kitabınızdan dolayı utanıyormuşsunuz. Ayrıca onları kötü bir anı olarak yok etmek istediğinizi öğrendik. İlk şiirlerinizin de hiç de fena olmamasına rağmen neden o şiirlerinizden pişmanlık duyduğunuzu öğrenebilir miyiz?

Yüzyılın  edebiyat tartışması ama değil mi? Şair şiirini reddedebilir mi? Zannedersem bir karara bağlanmıştı o tartışma. Necip Fazıl’ın ‘Kadın Bacakları’ ve diğerleri. Ortaokul’da yazdığım berbat arabesk şiirler de dahil olmak üzere, tüm külliyat benimdir. Bir pişmanlığım falan yok. O dizelerin de kısmeti o kadarmış der geçeriz. Utanacak bir sakalımız olsa keşke her şey için. Sakalımızdan utansak da bir durabilsek.

Türk Edebiyatında eline kalemi alan herkes dergi çıkarıyor ve resmi olmayan rakamlara göre edebiyat dergilerinin sayısı 400 civarında. Edebiyatımız açısından bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve dergi çıkarmadaki kıstaslar neler olmalı?

Bir edebiyat dergisi satın almanın dünyaya posta koymak anlamına gelebileceğini de unutmamak lazım. O anlama mutlaka gelir de zaten dikkatli okursanız görürsünüz. Eline her kalem alanın dergi çıkarma işine soyunması yani hemen bu işe gönül indirmesi meselesine çok takılmamak lazım, çünkü işin doğal akışı bu. İlk sayısıyla birlikte kapanan onlarca dergi var. 400 dergi varsa öyle ya da böyle toplamda aylık 150 bin civarı bir tiraj anlamına gelir bu, valla temiz iş.

Dergi enflasyonunun edebiyata bir zararı olmadığı kanısındayım hatta internet bloglarıyla artık bitme noktasına gelen fanzin yayıncılığının yokluğunu edebiyata yapılmış bir darbe olarak görüyorum. Kıstaslara gelirsek bu kadar meşakkatli bir işe girişenleri rahat bıraksak ya, bir hevesle bu işe girişenler nasılsa yorulup yeter diyeceklerdir zaten. Son matbu kuşağı olarak, biraz hüzünlü olsak da, biz dergiye hala inanıyoruz!

Popüler Kültür, (kültür)tüketim eğilimlerini para eksenli şekillendirmeye birileri de buna direnmeye devam ediyor, işgal altında şarkılar mı söylemeli?

İşgal altında şarkılar söylemek işgali ciddiye almadığımızı gösterir ki bu iyi bir şeydir son tahlilde. Popüler kültür = niteliksiz üretim veya pop olan bizden değildir, kötüdür toptancılığı kimseye bir şey kazandırmaz. Popüler kültür eleştirisi yapmak hem çok kolay hem de çok zor bir mesele. Sesimiz gitmesi gereken yerden ziyade okuyan-yazan bir kitle arasında yankılanıp duruyor çünkü, yani mevzunun esas muhataplarının bizim attığımız sol kroşelerden haberleri dahi olmuyor. Biz bağırmaya ve bu ucuz, bayağı hatta aşağılık bulduğumuz kültüre küfür etmeye devam ediyoruz. Bu ısrardan bir hayır çıkar mı bilmiyorum. Popüler kültüre edecek iki çift lafımız da olmayacak mı kardeşim derseniz, olacak Allah’ın izniyle.

Kültür  ürünlerinin piyasaya arzının ‘daha çok satan, daha çok izlenen ve daha çok dinlenen’ kıstaslarıyla belirlenmesi ve kapitalizm eliyle eserlerin pazarlanması, yazarın kendisinin bir marka olması, içerikten yoksun sanatsal yapıtların bol reklam şoklarıyla gündemimizde tutulması saikleri canımızı sıkıyor olabilir, bu da bir ideolojidir, kendi mevzilerimizde şarkılar söyleyerek bu şok halinin geçmesini bekleyecek halimiz yok, direniş çayevlerinin açık tutulmasının sağlanması ve bir bardak çaya sahip çıkılmasıyla sürdürülebilir ancak, bunun esas anlamıyla da metaforik anlamıyla da önemli olduğu kanısındayım. Böyle.

Müslümanların dünyadaki tek mizah dergisi Cafcaf’ın 3 ayda bir çıkıyor olması okur için çok uzun bir süre. Bu güzide dergiyi her Müslümanın alması bir zorunluluk mu sizce?

Böyle bir zorunluluk yok tabi ki ama alıp okusalar fena olmaz gibi. Matbu mizah dergiciliğinde bundan önce de çeşitli denemeler yapıldığını hatırlıyoruz. Necmettin Çanak’ın CINGAR’ı ve Hasan Kaçan’ın USTURA’sını bu minvaldeki nitelikli örnekler olarak sayabiliriz. Genel bir ilgisizlik halinin o zamanlar da mevcut olduğu söylenebilir. Cafcaf için tam da -haftalık- yayın periyoduna dönecek söylentileri ayyuka çıkmıştı ki, birden nur topu gibi bir mevsimlik mizah dergimiz oluverdi. Mesele gündem değilse şayet CafCaf dergisindeki metinlerin mizahi dilini çok kıymetli buluyorum. Bence buradan da bir şey çıkar. Bir mizah var, bizden içeri.

Muhtemelen 2-3 ayda bir çıkan İhtiyar Dergisinden ses seda yok. Akıbetleri ne olacak sizce? Dergiyi bir an önce çıkarmaları için kamuoyu baskısı oluşturulmalı mı?

İhtiyar dergisi siz bu satırları okurken çıkmış olacaktır inşallah. Kamuoyu baskısı için İbrahim Çolak’ı telefon, mail ve mesajlarla canından bezdirebiliriz, bak bu olabilir. İhtiyar’a düzenli olarak telefon edin.

Selahattin Eyyubi desek, gerisini nasıl tamamlarsınız?

O şarkın en sevgili sultanı, Doğu’nun aşkla dolu büyük komutanı, Dante’nin cehenneme göndermeye kıyamadığı Kudüs fatihidir. Selahattin kalabilme’nin ne olduğunu yaşantısıyla bize durmadan anlatan, gözyaşlarının sıcaklığında yaşayan, ona atfedilen etnik kimliklerinin çok üstünde bir Müslüman duruşu bulunan, kılıcına çok sıkı tutunan, merhamet etmenin Allah’tan geldiğine inanan, romantik, devrimci, şiirsel, racon bilen ve hiç ölmeyecek bir kahramandır. Hz. Ali kadar değil ama Hz Ali gibi sevdiğim komutandır.

Biraz da içeriden konuşursak, Kemalistlerin bu hali ne olacak böyle sizce?

Biraz hüzünlüler ve kalpleri fena kırık bu aralar, onları çok iyi anlıyorum tasfiye edildiklerini düşünüyorlar. Kimin nerden tasfiye edildiği meselesi çok net değil ama bence. Cumhuriyet devrimlerine karşı bir devrimle atağa geçildiğine tüm kalpleriyle inansalar da, Bulgar komünizminden aşırma, ruhsuz, içeriksiz, sembolik bile olamamış, çocuklara askeri işkence gibi gelen ve çoktan tarihe karışması gereken 19 mayıs stad panayırları’nı savunmak zorunda kalmaları çok hüzünlü geliyor bana. Hepimiz Kemalist eğitim vesayetinin tezgahından geçmiş çocuklarız o kadar olur demek istemiyorum.

Biz aynı ülkenin insanlarıyız, birbirimizi gırtlaklamamıza gerek yok. Elli yıllık bir zulüm var ortada ama, ‘namaz kılarken yakalandılar’ var, devletin üvey evladı rolünü reddetmenin sancıları var, bunu da görsünler, tasfiye edilme meselesini Sözcü gazetesi muhalifliği kafasıyla çözmek çok zor olacaktır. Güzel günler göreceğiz bence. Olmazsa ahrete artık.

Sanat toplum için mi, sanat sanat için mi mevzusu malumunuz. Şöyle sorsak, sanat din için midir sizce? (Müslüman için)

Marksistler bu ikilemin dışında bakarlar mesela bu mevzuya. Müslüman akla da bu iki önermeden birisi dayatılamaz. Yani bunlardan birini seçme zorunluluğumuz yok, hatta bir zorunluluğumuz varsa -daha dışarıdan- (serin bir zihinle) kendi meşrebimizce bakmak olabilir bu da. Marcel Duchamp pisuvar’ını o sergiye koyduktan sonra çarşı karışmıştı biliyorsunuz, her şey ordan başladı diyemeyiz belki ama modern sanatı akla uydurmak için modern akıl-modern algı arayışları üzerine tanımlamalar yapılmaya devam ediliyor hala dünyada. Bestekar J.S.Bach ‘Müzikte tek gaye tanrıyı hoşnut etmek olmalıdır. Dinine gerçekten bağlı herhangi bir kimse, çok çalışırsa en az benim kadar başarılı olabilir" der mesela. Şair Necip Fazıl’ın geldiği nokta ise ‘Anladım sanat Allah’ı aramakmış, marifet bu gerisi çelik-çomakmış’ olmuştur. Sanat yani ‘yaratım’ Allah’tan gelen bir özdür. Ona meydan okumadığı sürece, bizdendir.

Son edinilen bilgilere göre uzaylıların olmadığı  anlaşılmış. Uzaylılara inanan biri olarak bu sizi üzdü mü ve böyle bir inancı halen taşıyor musunuz?

‘Uzaylılar siz de geleceksiniz gelin artık ulan!’ Çete dergisini çıkardığım dönemde çok sık kullandığım bir tabirdi. Tabi işin espri kısmıyla ilgiliydi bu sözümüz. Biz de uzayda yaşadığımıza göre yeterince uzaylı sayılırız ya, başka alemler, başka yaşam formları var mı bilmiyorum, bize olmadığı söylendi ilmi büyüklerimiz tarafından. Ha olsa ne olacak ki, onların da rabbi Allah değil mi? Zaten dünyayı işgal etmeye kalkarlarsa Amerika’nın bizi cansiparane bir şekilde koruyacağından zerre şüphem yok onu da söylemek isterim.

Hayalini kurduğunuz kravatlı bir işe sahip oldunuz. Ama aldığımız duyumlara göre bu da sizi tatmin etmemiş  ve mutlu olmadığınıza dair çeşitli söylentiler var, bunlar doğru mu?

Boynumdaki medeniyet yuları nere çeksen sızlayan boynumda bir acayip yaradır. Devrimciler kravat takmaz bilirim, o ruh benim harcım değil ama yine de sevmiyorum boyunbağını. Ne mutlu olmaya ne de mutlu sonlara inanmaya bi takatim kaldı. Neş’emi kaybetmemeye çalışıyorum bu soğuk çağın karşısında. Dışarıdan gelen mutluluğa yüz çevirip, içerden gelen neş’eye gönlümü indiriyorum. İnanıyorum gökyüzüne, uçurtmalara ve Allah’a tüm kalbimle.

Müslüman bir şairin ustalığı neye bağlıdır veya Müslüman bir şairde aranması gereken vasıflar nelerdir size göre?

“Şiirin yazılı olmayan kriterleri o kadar yüksek ki, hiçbir iş pozisyonunda bu kadar kalite aranmaz” der Osman Konuk. Şair olmadığımı söylerken kastettiğim şey buydu aslında. Müslüman bir şairde aranması gereken vasıf Şuara suresine muhatap olmamasıdır en başta bence. Allah yazdıklarımızın hesabını verebilmeyi ve şiirlerimizin altında kalmamayı nasip etsin bizlere inşallah. Gerisi çelik-çomak…

Mona Roza’ları  ne yapmalı?

Ali Şeraiti aşk için şunları söyler; ‘Aşk öyle bir güç ve hararettir ki bedenime giren kalori ve proteinlerden doğmuyor. Onun bütün vücudumu yakan, alevlendiren, eriten, hatta kendimi redde ve inkara zorlayan bilmediğim bir kaynağı vardır. Aşk bana kar ve kazançtan daha yüce ve daha üstün değerler veriyor, fiziksel, maddi ve biyokimyasal hiç bir açıklama ve yoruma da sığmıyor.

Eğer Aşk İnsandan alınırsa, insan sadece üretim tezgahlarının işine yarayan, münferit ve donuk bir varlık haline gelir. Mühendis olur, doktor olur. Fakat içindeki ve fıtratındaki maddi olmayan bu enerji ölür, yok olur ve o alev sönüp gider...’ Üstad tarafından kesilen bu ağır racon sonrasında diyebiliriz ki; o halde bütün Mona Roza’ları pamuklara sarıp saklamalı. Onlara dualar etmeliyiz.

En son hangi kitabı okudunuz ve tavsiye edeceğiniz kitaplara hangileridir?

En son Ali Şeriati’nin beynime çivi gibi çakılan tuğla kalınlığında ama su berraklığında olan ‘Ali’ kitabını okudum. Tavsiye makamından halka seslenmek o makamda olmayan benim gibi birine ağır gelecektir lakin, Ali Şeriati okusak ne güzel; aşk ve hüzün, şuur ve idrak, damar ve direniş, bilinç ve ihlas, racon ve usul, takva ve uyanış. Hep çöl’ün derdini taşımaya talip olmuş güzel adam. Allah ondan razı olsun.

Bir insanın fikirlerinden dolayı, örneğin Salih Mirzabeyoğlu’nun mahkum edilmesi olayı ülkemizin demokratikleşme önünde bir engel midir?  Salih Mirzabeyoğlu’nun tutukluluk halinin sürmesi sizi kuşkulandırıyor mu? Bu konuda neler  söylemek istersiniz?

"Biz Mirzabeyoğlu davasında o günkü şartlara göre karar verdik, Mirzabeyoğlu davasında hata yapmış olabilirim" itirafında bulunan bir hakim, guguk sisteminin bir türlü ötemediği bir ülke, 13 yıldır somut hiçbir delil olmadığı halde içerde yatan 60’a yakın kitabı olan bir fikir adamı ve 28 Şubat’ın kurbanı olduğunu artık çocukların bile bildiği kara bir zulmün yalnız tanığı Salih Mirzabaeyoğlu. Bizim büyük iki yüzlülüğümüz. "Ben yıllardır şiir yazamıyorum. Bu durum, bu dilden anlayan kimseye birçok şey söylemeli." diyor bu adam. Bütünüyle kuşkudayız. Demokratikleşme gibi soğuk kelimelerden hiç bir şey anlamıyoruz bu yüzden.

Son olarak çiçeği burnunda yazar ve şairlere ne tavsiyelerde bulunursunuz?

Bukowski  söylemiş söyleyeceğini onlara zaten ‘Sen yazarlığı seçemezsin evlat, yazarlık seni seçer’ Yazmayı bir eylem biçimi olarak algılıyorlarsa işleri zor, takılırız öyle işte diyorlarsa meydan zaten onların.

Bu röportaj için çok teşekkür ederiz gerçekten.

Eyvallah gözüm ben teşekkür ederim, herhangi bir mecrada söz alınca, amma ahkam kesti bu adam da kardeşim tadında resmediliyor olabilirim, hakkınızı helal edin diyebilirim sadece. Biz böyle güzeliz galiba.

Salih Ağbalık konuştu