Türkiye’de geçmiş zaman dilimlerine kıyasla gerçekten ufuk açıcı ve özgüveni yüksek sosyal projeler yürütülüyor. Anadolu insanı özgüvenini elde ettikçe salt ülke sınırları içerisine yönelik çalışmalar yapmakla kalmıyor, merhametini, vicdanını, adalet duygusunu elinin değebildiği her coğrafyaya uzatıyor artık. Giderek, “insanlık adına bir eylem çıkacaksa o, bu topraklardan çıkacak” yönündeki inancım güçleniyor.

Geçtiğimiz hafta benim de dinleyici olarak katıldığım bir etkinlik bütün bu önemli cümleleri yazmama vesile oldu. Dünyanın dört bir yanından üniversite okumak için Türkiye’ye ve oradan da Trabzon’a gelen gençlerin hem bu topraklara oryantasyonunu kolaylaştırmak, hem Türkiye’yi her yönü ile tanıtmak, hem de bu gençlere farklı duyarlılıklar kazandırmak amacına yönelik olarak kurulan Karadeniz Uluslararası Öğrenci Derneği/KULDER’in etkinliğine katıldım. Öncelikle söylemek isterim ki, geçtiğimiz on yıllarda bu tür çaplı işlere soyunabilme performansı gösteren sivil kurumların hemen hepsi İstanbul ve Ankara gibi merkez kentlerde şekillenirdi. Ancak son 10 yıldır Türkiye’nin her tarafından birbirinden farklı hizmet alanlarına yönelen ve bütün bu girişimi devletten bağımsız, sivil organizasyonlar ile gerçekleştiren sayısız oluşum çakıyor karşımıza. Bu, Anadolu insanının kaybettiği özgüvenini yeniden kazanma becerisinin en manidar göstergesi bence..

Devletin, birey ve toplum karşısında demokratik zemine çekilme süreci, toplumun kendisini daha fazla ifade etme alanını genişletiyor. Dolayısıyla özellikle vicdani, insani çalışmalarda devletin, “devlet memurları” ile asla yapamayacağı işlere işte tam bu noktada Anadolu’nun çocukları dahil oluyor artık. KULDER de böyle bir sivil girişim... Kimi zaman değişik toplantılarda bir araya geldiğimiz ve Trabzon’da bu tür sivil girişim çalışmalarında aktif roller üstlenen Umut Özçelik’in de aralarında bulunduğu birkaç kişi tarafından yapılandırılan bu örgütlenme kısa zamanda saygın işlere imza atarak ülkemize dair beklentilerimizi artıran sivil bir fotoğraf koyuyor ortaya.

Geçtiğimiz hafta, benim, ikisinin kitaplarını da okumaktan büyük keyif aldığım yazarlar Mustafa Everdi veDursun Ali Sazkaya KULDER’in bir organizesi ile işte bu misafir öğrenciler ile buluştu. Afrika’dan, Ortadoğu’dan, Asya’dan çeşitli milletlere mensup öğrencilere bence ilginç olduğunu düşündüğüm iki ayrı sunum yaptılar. Birkaç yıl evvel Okur Kitaplığı Yayınları’ndan Farzet Ki Dönemedim isimli anı-deneme kitabı çıkan Dursun Ali Sazkaya, tam da bu öğrencilerin iç dünyalarına kapı aralayan “Edebiyat ve Gurbet” meselesi üzerine çok çarpıcı bir konuşma yaptı önce.

Gurbette olmak, göçmen olmak yazma isteğini tahrik eder

Dinlerken, keşke bu konuşmasını metin olarak bir yerde yayınlasa dediğim çok oldu açıkçası. Göçmen olmak, sürgün olmak, gurbette yaşamak zorunda kalmak ve bütün bu hallerin yazarın belleğinde ne tür etkiler uyandırdığının derin kazısını yapan Sazkaya’nın Cioran’dan Edward Said’e kadar uzanan geniş bir göçmenlik coğrafyası çizmesinin, gurbette bulunan öğrencileri çok etkilediği kanaatindeyim. Gurbette olmanın, göçmen olmanın yazma isteğini tahrik ettiğini, dolayısı ile belleğin bir yere ait olamama durumunun yazarın tarihe not düşülecek önemli metinleri ortaya koymasının kapısını araladığını belirten Sazkaya’nın, içinden çıkıp geldiği kültürün de göçmenlik ve gurbet ile ilişkisinin olması bu etkilenmeyi artıran önemli bir sebep belki...

Rize’nin Çamlıhemşin ilçesinin bir Laz köyünde doğan ve Türkçe’yi okulda öğrenen Sazkaya’nın durumu ile Türkiye’ye okumak için gelen ve Türkçeyi burada öğrenen öğrencilerin duygularının kimi yerlerde örtüştüğünü hissetmedim desem yalan olur. Zaten ara ara gurbet meselesi ile ilgili olarak kendi deneyimlerini de paylaşması konuşmasına toplanan ilgiyi artırdı.

Hukuk ve yeraltı ilişkisi arasında kurduğu bağ etkileyiciydi

Ardından Mustafa Everdi, aynı öğrenci grubuna “İnsan Hakları, Adalet, Hukuk ve Vicdan” konusunda bir konuşma yaptı. Mesleği avukatlık olan ve şimdilerde noterlik yapan Everdi’nin en son okuduğum Dava-Kıran adlı romanının etkilerini hâlâ üzerimde taşıdığımı ifade etmeliyim.

Aslında Everdi’nin konuşma başlığına bakarak bunun sıradan nitelikler taşıyan bir metin olacağına ilişkin tahminlere yönelebilirsiniz. Ama öyle şekillenmedi. Everdi, yazılarındaki eleştirel bilinç ve yıkıcı damardan beslenip, oldukça sıradışı bir konuşma yaparak bu, dünyanın birbirinden binlerce kilometre uzaklıktaki topraklarından kopup gelen öğrencilerine ufuk açıcı sözlerle bezenmiş bir sunuş yaptı.

Meseleyi daha çok metaforlar üzerinden anlatarak, kuramsal dehlizlere dalmayarak bence etkileyici bir fotoğraf çıkardı ortaya. Hukuk ve yeraltı ilişkisi arasında kurduğu bağ mesela beni etkiledi. Yeraltı ve hukuk dışılık, yeraltı ve kötülük ilişkisinin değişik medeniyetlerdeki sembolik karşılığı sanırım öğrenci gençlerin içinden çıkıp geldikleri kültürlerde de karşılık buldu. Yılan, ejderha netice itibariyle birçok kültürde benzer semboller üstleniyor.

Kötülük, yılan, ejderha ve bunların dillerinin çatallı olması, çatallı olmanın dualizmi, ikircikliliği, iki yüzlülüğü karşılaması gibi metaforik anlatımlardan hareket ederek kurulan konuşmada yerüstünün, hukukun, görünür ve şeffaf olmanın önemi oldukça sade ama etkileyici bir dil ile resmedildi. Everdi’nin, konuşmasının başında sorduğu “kartal kaplumbağayı nasıl yer” sorusu da önemliydi bence. Kabuğu, zırhı, güvenlik duvarı dolayısı ile kaplumbağayı yiyemeyen kartal, onu elde edebilmek için epeyce yükseğe çıkartıp, bir kayanın üzerine doğru bırakıyormuş. Kayaya hızla çarpan kaplumbağanın o parçalanmaz dediğimiz kabuğu bir anda dağılıyormuş böylece... Everdi, bu sorudan hareketle geliştirdi konuşmasını.

Açıkça söylemek gerekirse daha çok Sovyetlerin dağılması ardından devletleşebilen ülkelerden, fakir Afrika toprakları ve demokratik pratiği yaşayamamış Ortadoğu ülkelerinden, Afganistan, Pakistan gibi insan hakları ihlallerinin çok yoğun yaşandığı toplumlardan gelen öğrencilerin bu konuda çoğu meseleyi ilk kez bu denli çarpıcı duyumsadığını düşünüyorum. Everdi’nin konuşması sırasında yinelediği, “dini, dili, ırkı, kültürü, mezhebi ne olursa olsun” herkesin adalete ve insan haklarına, hukuka ihtiyacı vardır uyarısının bu öğrencilerin geldiği ülkelerde belki de hiç konulmayan temel insani ve İslami kriterler olduğunu da aklımdan geçirmedim değil.

Her iki konuşma sonrasında öğrencilerin soruları beni epey şaşırttı. Gerçekten çok zekice sorular geldi her iki konuşmacıya da. Öğrendim ki, bu öğrenciler zaten ülkelerinin en zeki evlatları imiş. Burada okuyup çoğu ülkelerine geri dönecek. Ve Trabzon’da bir avuç sivil girişimci, devlet memurlarının yapamayacağı çoğu şeyi üstlenerek bu öğrenciler ile Türkiye arasında, bağı hiç kopmayacak çok derin bir ilişki kuruyorlar. Ülkemiz, topraklarımız, insanlık adına böylesi girişimlere ancak arkamızdan gelecek nesiler adına teşekkür edebiliriz.



Selçuk Küpçük yazdı