Ayşe Şener, Okuder’de Kur’an çalışmaları ve seminerler gerçekleştiriyor. Hece Dergisi’nde edebi yazılar kaleme alıyor.

‘‘Hakk her zaman halkın yanından sesleniyor… Onları kendine ve evrene uyandırıyor… Dolayısıyla halkına sahip çıkmayan bir  yazar, kendini üstün gören bir yazar düşünemiyorum.’’ diyen Şener’le Kur’an ve Edebiyat  üzerine konuştuk.

Edebi eser kurulurken sanatsal malzemeyi göz önünde bulundurarak inşa edilen bu yeni dünyada Temel hayat Kitab’ımız Kur’an’ı Kerim’in ciddi, belirleyici ve özgün konumu nedir sizce?

Hayatı düzenlemenin diğer adı olan düşünme eyleminin, yeni hayatları düzenleme adına, olgunlaşmış birikimlerle kitaplarda beklediğini düşünelim. O kitaplar içinde bir Kitap -bizim inancımıza göre- bir hayat önerisi olarak her insanı bekliyor. Çağlar üstünden aşabilen değişmez özü var. Ve bu hayat önerisi hakikat olması nedeniyle paylaşıma açma sorumluluğunu doğrudan veriyor ve “Hakikaten hakikatim ve ayırımsız herkese ait olduğum için paylaşılmalıyım” diyor. Bu evrensel cömertliği kendine inanmasından kaynaklanıyor. Gerçeğin cimrisi olmayı hoş görmüyor.

Bunların yanı sıra, bu Kitap insana armağan edilirken, -hem kendisinin ilk çağında, hem de bütün zamanlarda yitmeyecek geçerlilikte etkisi olan- bir edebi üslupla süslenerek armağan edilmiş. Allah insana en edebi dille seslenmiş. Fakat edebiyat hep bir araç tadında kalmış. Bu açıdan Kuran, sanatın amaçlaştırılmadan, araç kalarak hakikatin destekçisi olmasının nasıl bir şey olduğunu öğreten bir kitaptır. Allah en ideal edebiyatçıdır, diyebilir miyiz? (Bunu soru olarak bırakıyorum. Çünkü kendisini Allah’ın koruması sananlar var ve bir konu daha iyi anlaşılsın diye kurulan içten cümlelere kem bakabiliyorlar.)

Hakikat evet, gerçek olması itibariyle zaten “baskın”dır. Fakat bu bir emr-i vaki, bir ittirme anlamında değil, hakikatin kendi doğasındaki doğruluk-dürüstlükten kaynaklı gökçekimli bir baskı.

Güzel söz İbrahim/24. ayette  anlatıldığı gibi... Zaten içerik itibariyle üst/insanı kendi üstüne çıkaran bir söyleme yaraşır bir vesile, bir araç gerekiyordu. O da edebiyattı. Yani sözü en güzel biçimde söylemek. Seslenendi zira. Hem soyut gerçekliğiyle, hem harflerden oluşan teni/edebi-edebiyatıyla…Yaşama dönüştüğünde var edeceği düzeniyle…

Kur’an, hayati değerlerin sanatsal-edebi üslupla insana sunumu olduğundan,  ondan anladığımız hayatı, yine edebiyatın en idealiyle, yaşayan dil ve anlayışla insana sunmayı gerekli kılıyor.

İnsanın varlık amacı;  mümkün olabilen en yüksek edeple insan olmak ve olmaksızın ölmemek ise, Yaratıcısı ona hakiki amacını, ona ulaşmada, içselleştirip hayata dönüştürmede büyük motivasyonu olacak sanatsal bir üslupla sunmuştur.

Kendisi için her zaman çekici olan gerçeği öğrenirken edebi bir tat alacak ve bu da gerçeği benimsemesi ve yaşamasında çekim gücünü tamamlayacak bir işlev üstlenecektir.

Hayatı veren ideal hayat değerlerini de önermiştir. Ciddi bir hayat teklifi ile gelmektedir Allah insana. Edebi Kitab’ıyla… Hayatın Yaratıcı tarafından belirlenmesi için ikna edici bütün kanıtları seslendiren bir kitaptan daha ciddi bir kitap olamaz. Aynı zamanda çağlar üstü bir evrenselliğe açılımlı değişmez özleri korumasıyla da konumu kıyassız. İnsana, bu konumu dikkate alacak veya reddecek özgürlüğü tanımasıyla da bir o kadar özgün.

Hemen her insan ve hemen her hayat yeniden kurulabilir diyen cümlelerle donanmış sayfaları var. “İki kapak arası saklı sayfalar…”

Kaosun karşıtı barış ve esenliğin yollarına düşürmesi açısından, bu dinginlikte gelişim ve olgunlaşmak için her an söyleyecek yeni sözlerin kendi üzerinden havalanacağı kadar da güvenli bir yaşam bahçesi/alanı gibi…

Şuara suresinin günümüz yazın erlerine, edebiyatçılarına, onların söz-davranış-düşünüşlerine hangi anlamları muhtevi kılıyor? Ne söyler biz edebiyatçılara Şuara suresi?

Her şairin ayrı bir cininin olduğuna inanılan ve harflerin birer kıvılcım gibi görüldüğü o dönemin popüler şairlerinde görülen,  edebi fakat güvensiz söylemlerle, Kitab’ın bir tutulmaması gerektiğini anlatır bir yanıyla, o ayetler. Yani kişisel bir hayal ve ilhamlanmadan ötede bir söylemdir bu.  Sandığınız ya da iddia ettiğiniz gibi bir şiir değil. İçeriği çok farklı. Salt hayal dünyasına ait, estiği gibi savuran sorumsuzca bir söylem değil.

O bir vahiy; şiirsel söylemi aracı kılarak seslenen bir hakikat söylemi. Amaçsız hayaller peşinde koşan insanı reel dünyaya ait sorumluluk bilincine çağıran ve ona tek tek sorumluluklarını hatırlatacak derecede ciddi bir söylem.

Bir yanda hiçbir sorumluluk bilinci taşımaksızın sarf edilmiş olan kişisel ve duygusal salınımlar var. Diğer yanda ise insanı sorumluluk bilincine çağıran ve yasa ve yaptırımları olan bir hayat görüşü söylemi. Aynı aracı yani edebi söylemi kullanmış olmaları şaşırtmasın. İçerik bambaşka bir ciddiyette deniliyor.

Şiir/sanat çok defa kendisini amaç edinmiştir, amacı hakikat olmayabilir ve serseri bir söz/yapıt gibi zihinlerde sarhoşluk yapabilir. Bir edebi tür olarak şiiri araç edinir ve onun etkileyici gücünü kullanarak hakikati anlatır vahiy.

Aslında bence sizin bildiğiniz bir şiir değil, amaçsız, salt duygusal ve bir eğlence olsun için söylenmiş ilhamlı insan sözleri değil. Üstün amaçlı bir değerlerin yer yer tanrısal/ilahi bir şiir gibi evren halkına sunumu denmek isteniyor.

Bu yüzden bu ayetler, yazmanın da her eylem gibi sorumluluk bilinciyle gerçekleştirilmesi gerektiğini söylüyor. Amaçsız yaşamak nasıl anlamsız kalmaksa amaçsız yazmak da anlamsız bırakır aslında metinlerimizi. Yazının amacı doğru ise, insanı ve hayatı doğrultur.

Dürüst metinler çoğu zaman yazanı da kendine karşı mahcup eder. Böyle doğru şeyleri güzellikle yazan birinin yaşamı da ona paralel olmalıdır der durur yüzüne karşı. Salt okuru değil, yazarı da doğrultur. Bir tashih gibi… Yazıyı tashih ederken aslında hayatımızı, hayatları da tashih ederiz. Gereksizliklerden, anlamsızlıklardan soyutlarız.

Yazı ciddiyet taşımalı diyor. Bir şiir, bir fıkra da bu ciddiyeti; amaçlılığı ve anlamlılığı barındırmalı yüzünde diyor bu ayetler. Okuru, insanı ve toplumu etkiliyorsunuz. Etki alanınızla ilgili sorumluluğunuzun bilincinde olun diyor.

Sürekli ve yazarak yaşanası bir dünya özlemi içinde bulunan bir edebiyatçının hayatının biçimlenişinde ilke ve edim bazında Kur’an’ı Kerim’in işlevi, hususiyetleri öz olarak nedir?

Yaşanası hayat ile yaşadığı hayat arasında bir anlamda çarmıhtadır edebiyatçı. Daha ötesi cennet/ adaletin tamamlandığı, barış ve esenlik yurdu özlemi de var…Çarmıhın gelecek tarafı daha gergindir yani. Ortada yazar. Özel bir çarmıhı olan insan.

Bu gerilimin üstüne bir de elçilik var. Hangi hayatın hayalini ulaştırmak istiyorsa onun elçisi olmak…

Allah’ın insan için düşlediği hayatı beğenmiş ve o hayali insanlarla paylaşmak için yazıyorsak, biz de elçiyiz. Gerçek elçilerin özellikle atanmış olmasından farklı olarak, doğal yetenek ve kazanımlar toplumsal duyarlılığı yükler. Bu yüzden yazan insan, düşünen ve düşüncelerini paylaşıma açan bir elçidir.

Şayet bu Kitab’a inanıyorsa da, sorumluluk bilincine çağıran bir söylemi topluma iletmesi istenmektedir kendisinden. Yeteneğini kazanımlarıyla eğitip bu iletilerde kullanması gerektiği bilinciyle hem de…

Daha sorumludur diğerlerinden farklı olarak.

Fakat edebiyat dünyasında yaygın anlayışla çelişiyor bu düşünce. Bir ikilem var. Öteden beri sanatçıların/edebiyatçıların “üstün” yeteneklerinden dolayı sorumsuz ve gelişigüzel bir yaşamı yaşamada mazur görülmeleri gerektiği ve öyle yaşamadıkça üretemeyecekleri inancı var. Oysa üstünlüğün sadece sorumluluğu artıran bir bela/denenme olduğu bilincini de verir Kitap.

Sürüklenen olsaydı eğer tamamdı. Ne hali varsa görsündü. Fakat sürükleyen olmanın bedeli çok daha başka. Üstelik, bir manevrasıyla kalabalıkları süründürecek bir araç olan edebiyatı ellerinde böylesine maharetle tutuyorken…

Toplumu nereye sürüklüyor? İnsanı nereye çağırıyor? Bunları hesaba katmadan yazamamalı. Yazarsa gider. Kendisi de yazdıkları da…Nereye olduğunu ben söylemeyeceğim. Kendi adıma da korkuyorum. Sürüklüyor olduğu pişmanlıklara tek başına dilediği kadar gidebilir insan. Ancak kalabalıklara seslenirken böylesine sorumsuz davranamaz.

Sorumluluk bilincinin bir temkin olduğu ve kalemi rahat bırakmadığı düşünülebilir. Kalemin özgürlüğünü kısıtladığı… Fakat Birlik inancının asıl özgürlük, insanı kendisine olan tutukluluğundan bile kurtaracak gerçek bir özgürlük olduğu düşünülürse, özgürlük sandığımız tutukevlerinden feraha çıkabiliriz düşünürken ve yazarken.

Yaşadıklarını yazmalı insan. Ama ne var ki o da hayalindekine asla erişemeyecek sıradan bir insandır. Her üstün yeteneğinin altında da bir yeteneksizlik, bir güçsüzlük olabilir…Bu durumda, yaşayamadıklarından fakat aslında hep birlikte yaşamak istediklerinden, hayallediği, amaçladığı bir insandan, hayattan bahsettiğini samimiyetle ifade ederek, okurunu,  yazınlarını yaşamından bağımsız değerlendirebilme konusunda aydın tutmalıdır. Okurunu bilinçlendirmelidir.

Bu durumda popüler, çokça tercih edilen ürünler ortaya koymayabilir. Nitelikli olmanın kaderi olan; belki çok uzun vadede ve nihayet azınlık tarafından değeri anlaşılan bir şeyleri ortaya koyabilirse ne mutlu.

Sürekli bir koşuşturmacanın içinde çırpındığımız gündelik hayatımızda Kur’an-ı Kerim’i sıklıkla okuyor muyuz, okuyorsak daha çok hangi zamanlarda Kur’an’a vakit ayırıyoruz, Kur’an’la aşinalığımız ne derecede?

Kuranla anlamı olan ve hayatı anlatan bir kitap olması açısından ilk tanıştığım 18 yaşımdan bu yana sürekli birlikteyim. O günlere kadar da İslami Türk Edebiyatı hocası olan bir baba ve Kur’an’dan hiç ayrılamayan bir annenin evladı olmam büyük lütuf. Bizim dönemimizde Mehmet Yaşar Kandemir’in Gönül Doktoru kitabı vardı. Babam rahmetli “Benim kızım da gönül doktoru olacak.” derdi. Özellikle anlamıyla tanıştığım ilk gençlik yıllarından bu yana Kur’an Yolculuğu seminerlerini vermekte olduğum için okuma, yeniden yeniden düşünme ve düşüncelerimi güncelleyerek paylaşma konusunu diri tutabildiğimi söyleyebilirim.

Gece okunuşunun çok daha dokunaklı olduğunu, bir ilahi cümleyi gecenin dinginliğinde çok daha içselleştirebileceğimizi söyler Kitab’ın kendisi. Müzzemmil, gece okumalarından bahseder. Gece insanın dinginlikle okuyabildiği, derinleşebildiği her hangi bir zaman dilimi olarak da anlaşılabilir… Karanlık olması gerekmez. Bazen gözünüzü karartır hayatın telaşesini bir süreliğine kapı dışarı edersiniz. Çünkü bu rest, yine o hayatın daha iyi olması adına yapılan bir eylemdir.

Geceden, önceden, bir anlamda çokları uyuyorken, yani ölmüşken zihinsel anlamda diri olunabiliyorsa, yola çıkılabiliyorsa, gündüz hayatın cirit attığı zamanlarda daha ileri bir noktaya varabilmek mümkün olur.

Peygamberimiz (sav), ‘Beni Hud suresi ihtiyarlattı’ der, bir hadisinde. Bizim yanılgan, beşeri varlığımızın özünü, mahiyetini, kimyasını dönüşüme uğratacak bir ayet veya sure adı söylemeniz mümkün mü? Sizi etkileyen, hayatınızın dönüm noktası diyebileceğiniz bir ayet veya sure adı söyler misiniz?

Mesut Abdullah’ı hatırlamamam mümkün değil bu soruda. Ben Abdullah b.Mesut’a, -sevgiyle selamlıyorum- öyle bir lakap koydum. Çünkü ilahi cümlelere olan sevgimiz çok benzeşiyor ve biz onunla yakın arkadaşız. O her zaman der ki: “İşte bu ayet, güneşin dokunduğu her yerden ve her şeyden daha güzel!” Fakat bunu her bir ayet için yeniden söyler. Yani karşılaştığı her ayeti hepsinden daha güzel bulur. Ona hak veriyorum. Beni de bu güzel Kitap ihtiyarlatacak. Tek bir ayetin sorumluluğunun bile başlı başına bir hayatı kapsayacak ağırlıkta olması bakımından Hud 112 olağanüstü bir örnek. Hayatı nasıl da olağan ve olması gerektiği gibi özetliyor insanın gözü önünde…

Yine de en çok İhlas suresinde O’nunla olan ayaküstü tanışmadan sonra Enam suresinin,  O’nu O’ndan tanımaya devam etmek, gittikçe güvenecek tek Dost olarak onunla uzun uzun birlikte olmanın kapısını açması bakımından ayrı bir değeri var. Araf ‘ta ise onunla hayata adım atmak güzel. Hangisini söylesem hepsi ayrı bir hayat değeri olduğu için şaşkınlıkla dolaşırım Kitap içinde ben. Bu şaşkınlığım en çok güven duyduğum mekan olmasıyla ilgili tabi.

Tekvir suresindeki soru çok yaralar. Sık sık sorarım kendime, toplumuma… “Nereye gidiyorsun?” Yanılgılarımdan döndürür beni diye…

İfadelendirmek isteseniz Kur’an’da anlatılan hepimizin bildiği Yusuf ile Züleyha kıssası hakkında hikmet ve anlam açısından ne söylersiniz?

Bu konuda hem seminer metinlerim hem de onlardan bir kitap oluşturma hazırlıklarım var.  Fakat kısaca belki bu öyküde yaşanana, “Aşkın Z hali” demek geldi içimden. Yani başa gelebilecek en son, en zor hali…

Zaten cinsiyet ayrımcılığından insan konumunu hala tam anlamıyla alamamış bir varlığın, üstelik bir de evli iken bir aşka düşmesinin konu edinildiği bu öykü için söyleyeceğim çok şey var. Belki böyle, her şeyin mümkün olabileceği, imkansızın imkan bulabileceği bir çetrefillilikle hayatı tanıtıyor. Büyük düşmelerin büyük kalkmalara neden olabileceğini söylüyor. Ya da egemen olmaktan dolayı iffetsizliği hep mazur görülen erkeğe önce sen Yusuf olmalısın diyor. “Namusun benden sorulur” diye kadını baskılamaktansa kendi namusunu sorgulaması isteniyor. Bitmez ki…

Edebiyatçı kimliğini haiz bir yazar, edebi eserinin mayasını, özünü, mahiyetini  Kur’an’ın hangi yönüyle yoğurur, sanatının malzemesini çatarken Kur’an’da yer alan hangi kavramları esas alır?

Amaçsız yaşamamayı, amaçsız yazmamayı öğütler Kitap. Amacın evrensel ahlaki değerleri yaşamak ve yaşatmak olduğunu bildirir. Bunun için insanı disipline edecek ritüelleri önerir. Hepsi için güç yettiğince kaydını koyması insanı çok iyi tanımasındandır.

Böyle olunca edebiyatçı da O nasıl bir insan ve hayat inşa etmiş ve ederken hangi malzemeleri kullanmışsa onları takip etmeli. Ana ve değişmez kavramları temel direklerde kullanırken, değişebilen ve dönüşebilen konularda günün anlayışını kavrayan biri olma ve yaşayan dili kullanabilme maharetiyle, yaşanması gereken hayatın hayalini gerçek kılmalı yazılarıyla…

Barışın, her anlamda doygunluk ve dinginliğin/sekinenin inişine katkısı olacak  her değer, o değerin yapıtaşları olan her kavram var bunun içinde. Dosdoğru yazmalı.

Sözgelimi eşitsizliğin üstüne, adaletsizliğin üstüne kurulmuş bir dünyayı sarsacak ve nedense hep bir başkaldırıya varacak söylemler olacaktır bunlar… Her zaman güçsüzün yanından seslenmeli. Asıl gücün haklılık olduğunu, haksız gücü güç olarak tanımayacağını, mutluluğun ve insanca yaşamanın ayrımsız her insanın hakkı olduğu gibi konuları öncelemeli. Belki de halkına aslında çok güçlü olduğunu fakat gücünün farkındalığında olmadığını bildirmeli. Kuran bunlarla yüklü bir Kitap. En yüce güç; Hakk her zaman halkın yanından sesleniyor… Onları kendine ve evrene uyandırıyor… Dolayısıyla halkına sahip çıkmayan bir yazar, kendini üstün gören bir yazar düşünemiyorum.

Kur’an bir edebiyat değil hayat kitabıdır öncelikle. Edebiyatçılar meselenin daha çok ‘edebiyat yapma’ yerinde mi takılı kalıyoruz, edebi tekniklerin hayatla olan bağsızlığını, kopukluğunu düşünürsek inanç-eylem birlikteliğinde yaşadığımız sorunlar edebiyatın sadece ‘edebiyat’ için yapıldığı anlamına gelmiyor mu? Tamamen dünyevi bir uğraş mıdır edebiyat?

Kur’an’la birlikte olan bir edebiyatçının bu edebiyat, -yani yaparken varlığını en çok duyumsadığı, haz aldığı yazma eylemi- bile olsa hiçbir aracı amaçlaştırmaması gerektiğini düşünürüm.

Bir de toplumsal duyarlılık adına, hayatın böyle gelmiş böyle gitmemesi adına yapılması gereken o kadar acil şeyler, yazılması, dillendirilmesi gereken o kadar önemli konular var ki, hayattan kopuk salt duygusal akışlarınızı keyf içinde paylaşacak zamanınız yok.

Hayat orda öyle geçip gitmemeli. Kaleminiz onun önüne geçmeli ve hayatı peşine düşürmeli. Bu potansiyel de Kuran’da mevcut. Onu izleyen bir kalemin öyle olması, hayatın öncüsü olması beklenir. Fakat bu öncü söylemlerini öncelikle kendisi yapıyor mu? Yapmıyor belki. Yapamıyor. Kimse yapamayacak tam anlamıyla. Ama içtenlikle yapma yolunda, çabasında olacak.

Kur’an üstüne çok konuşup, çok yazdığım zamanlarda içimden bir inleme yükselir içimden. Kimse duymaz.  Gerçekten bir iniltidir. Acıdır. O da şu: “Keşke  konuşabildiğim ve yazabildiğim kadar güzel de yaşayabilseydim…” Belki bu özetler sorunuzun cevabını.

 

Mustafa Celep sordu