Güllerin içinden Miyasoğlu’nu andıkça

Erciyes’in eteklerinde bir bağ evinde dünyaya gelen Miyasoğlu, çocukluk hatırasını ‘Pancur’ adlı kitabına taşıdığını Geçmiş Zaman Aynasında hikâyesinden anlıyoruz. “Annelerin anne, babaların baba olabileceği toplumlarda çocuklar gerçekten mutlu olurlar. Burada belki yükün büyüğü babaya düşüyor. Çünkü ötekiler emanet olarak ona verilmiştir. Yuvayı dişi kuş yapar, ama evin binası olamadan mümkün mü?” diyor başka bir kitabında.

On yıl önce âlem-i bâkîye göçen Mustafa Miyasoğlu’nu önce köşe yazılarından tanımıştık. Sonra da kitaplarından; Bir Aşk Serüveni, Pancur, Yollar ve İzler, Kaybolmuş Günler, Muhacir, Güzel Ölüm, Dönemeç, Bir Gülü Andıkça... Mimar Sinan romanına da başlamış ama ömrü yetmemiş bitirmeye.

Bir Gülü Andıkça şiir kitabına da bakarken başka başka tedailerle karşılaşıyoruz. ‘Gül Yetiştiren Adam’ romanında merhum Rasim Özdenören’in gül’den maksadı bir kâmil adamdı. Miyasoğlu’nun ‘Bir Gülü Andıkça’ şiirinde de gül’den adamlar hatıra geliyor.

Güzeller güzeller güzellerin gözleri

Dillerde türkü olan o güzelim sözleri

Sizdiniz bütün acıları baştan çıkaran

Sizdiniz bomboş varlığa bir anlam katan

Hep siz diyoruz gece gündüz bekliyoruz

Sizden uzak dağlarımız kar ellerimiz buz

Fethi Gemuhluoğlu Ağabey ile mülaki olanlar gül’e mi boyanıyordu acaba? Miyasoğlu, Fethi beyin ardından ona ithaf ettiği şiirde (5 kıta) bakın ne diyor;

İçimizde bir devlet çöktü bir dev göçtü dünyadan

İrcii ayetiyle suskun ve mahzun kaldık ortalarda

Bu acıyı kim anlatabilir ki bulabilir kelimeleri

Onlar şimdi bir söz bir umut kaldı buralarda

Mustafa Miyasoğlu hayatında gül gibi adamları tanımış, dost olmuş. Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Erdem Bayazıt, Akif İnan, M. Niyazi Özdemir…dost halkasından. Urefa ve Uşşâk-ı Hüdâ’dan Salih Baba şarihi Abdurrahim Reyhan Erzincani Hz.’ ne aşina olduğu da biliniyor. Edebiyat sohbetleri kitabında da mülaki olduğu, gönül verdiği pek muteber arif, allâme dostlar, meşayih, şair, fikir adamlarının adı geçmektedir.

Ebubekir dostuna yâr- gâr

Peygamber yatağında Haydar

Mağarada üç gün üç gece

Dillerde yalnız iki hece

Durmadan Allah Allah der

Peygamber dostuyla beraber

Dostluk budur bunların hâli

Yanında Ebubekir evinde Ali

Böylece tarihin seyri değişti

İnsan yepyeni vakte erişti

 

“Şiirsiz şuur açılmaz”, diyorlar ya da “şiir şuurdur” demişler. Miyasoğlu da buna mukabil kitabın (Bir Gülü Andıkça) önsözünde der ki; “Çünki şiir, şuurla şuuraltının aralığından, kaynağı belirsiz bir yerden ortaya çıkar. Bir kez ortaya çıktıktan sonra keskin bir şuur hâline gelir. Önce sahibini etkiler ve taşacak boyutlara ulaştıktan sonra da okuyucusuna ulaşır”. “Biz bir dünyanın sözcüleriyiz. Şiirimiz de bu alanda en ciddi gelişmelerin öncüsü olacak bir şuur arayışının peşindedir. Bunu, az çok bütünlük gösteren şiirlerimin en önemli özelliği olarak belirtmek isterim”.

“Allah’ın sır hazinesi arşın altındadır ve anahtarı şairlerin diline verilmiştir” buyrulmuş. Bu nimetin ve külfetin onun kadar az insana verildiğini çok az kişi bilir ve anlar. Gaib söz hazineleri şairlerin dilindedir, onu ancak özgürce araştıranlar bulabilir. Şaire dışarıdan verilebilecek hiçbir yükümlülük yoktur”. Salih Baba Divanı’nın yazılış hikâyesi de öyle değil mi? Efendisi “Söyle Salih” der, Salih Baba kırk gün şiir okur. Kırk gün sonunda da “Yeter Salih” denilir.  

***

Sahib-i irfan, sahib-i iman, velûd bir yazar ve şair Mustafa Miyasoğlu, bir kültür âlemidir. Kayseri’de dünyaya gelişi 1946 senesi. Çocukluğu Melikgazi’de geçiyor. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde aynı zamanda Türkoloji, Felsefe, Tiyatro Tarihi ve İngiliz Edebiyatı okumuş. Edebiyat öğretmenliği, Mimar Sinan Üniversitesi’nde de okutmanlık yapmış. Edebiyat ve kültür sahasında her konuda yazarlık, şairlik, tiyatro, dergi ve gazete faaliyetlerinde bulunmuş ve eserler bırakmıştır. Dil ve edebiyat meselelerinde mücadele eden, gönül veren bir fikir adamı. Merhum Mehmet Niyazi, dostu Miyasoğlu için; “Her şeyden önce eksiksiz bir mümindi; milletinin acısını duyar, ilacının da gelecek nesilleri iyi yetiş­tirmek olduğuna inanırdı; bu inanç onun dinamizmini ateşlerdi” demiştir.

Necip Fazıl, Asaf Halet Çelebi, Ziya Osman Saba, Haldun Taner, Ahmet Mithat Efendi gibi edebiyatımızın önemli isimleri hakkında yazılar ve kitaplar yayınladı. Bunlardan birisi de editörlüğünü yaptığı Kültür Bakanlığı’nca yayınlanan ‘Ahmet Mithat Efendi’ kitabıdır. Merhum Miyasoğlu, üstadı bildiği Ahmet Mithat Efendi’ye hayrandır. Kendisi de Efendi’nin hayrü’l haleflerindendir denilse sezadır. Kitabın giriş bölümünde şunları söyler: “Namık Kemal gibi eğitimle ve toplumda gelişmenin mümkün olduğuna inanan Ahmet Mithat, kısa süren memuriyetten sonra serbest teşebbüs sahibi olarak dergi ve gazete yayınladı. Ahmet Mithat aktif siyasetle ilgili olmadan da sosyal ve medeni kalkınmanın, okuma- yazma yoluyla kültürel ve edebi bir gelişmenin mümkün olduğuna inandı ve 1869-1910 arasında 41 yıl süren yazı hayatı boyunca pek çok yazı yazdı. Tefrika yoluyla 200’den fazla kitap yayımladı ve büyük bir kültür mirası bıraktı. Bu miras büyük bir külliyat... Bu kültürel miras yalnız edebi eserlerle sınırlı değil. Ahmet Mithat Efendi aynı zamanda dini ve tarihi eserler yazdı, ayrıca sosyal alanda kültür ve eğitimle ilgili eserleri de verdi.”

Üstad Miyasoğlu edebiyat erbabı olduğu kadar, tasavvuf ciheti de kuvvetli. Tasavvuf Kültürü ve Edebiyatımız başlıklı yazısında da; “Tasavvuf insanın iç dünyasını, olağanüstülüğe duyduğu iştiyakı, ruhî terbiyenin gerektirdiği deruni değerleri ön plana alıyor. Bugün de çağdaş hayatın doğurduğu yalnızlık ve yetersizlik duygusuyla psikologlara koşan, yoga, meditasyon veya kişisel gelişim kursları ile bir çeşit tarikat terbiyesi alan insanları duydukça, her din ve kültürdeki mistik anlayışın ne kadar köklü olduğunu anlıyoruz” diyor. Hz. Mevlâna, Müştak Baba, Erzincanî Salih Baba, Dede Paşa Bayburdî, Abdürrahim Reyhan Erzincanî Efendi’den bahsedilen yazılara da rastlıyoruz. (Edebiyat Sohbetleri)

MEB’nca yayımlanan “Mevlâna ile ilgili yazılardan seçmeler” kitabında Mustafa Miyasoğlu’nun da “Mevlâna Rüzgârı” başlıklı yazısından bir paragraf nakledelim:

“Hakikat bir ama rivayet muhtelif, çünki maksatlar muhtelif… Bunun için şaşırmaya, üzülmeye sebep yok. Mesnevi’nin, Divan-ı Kebir’in, Fihi Mâfih’in, Mecâlis-i Sebâ’nın ve Mektubât’ın sayfalarında Mevlâna hakikati söylüyor. Onun hakikatini bulmak, öğrenmek, ondan birşeyler buluyor ve bunlardan başka noktalara gidiyor. Mukaddes kitaplardan da böyle “çıkarımlar yapılıyor diye Allah kelâmına nasıl sırt dönemiyorsak, Mevlâna da istismar ediliyor diye bir yana bırakılamaz. Özellikle tasavvufun gündemde olduğu bir kültür ortamında, bu kültürün önemli sözcülerinden biri olan Mevlana’yı ihmal etmek, bir lütfu görememektir. Bu da olsa olsa nasipsizlik.

Fîhi Mâfih’in ikinci faslının sonunda şöyle söylüyor Mevlânâ:

“Aziz ve Celil olan Allah’ın hikmet, mâfiret ve kerâmet elbiseleri giydirdiği kulları vardır. Her ne kadar halkın bunları görebilecek güçleri yoksa da, Allah onları pek çok kıskandığından, onlar da kendilerini tıpkı Mütenebbî’nin “Kadınlar ipekli elbiseleri süslenmek için değil, güzelliklerini korumak için giydiler” dediği gibi, (hikmet, mâfiret ve kerâmet elbiseleriyle) örterler”.

Geçmiş zaman aynası

“Pancur” kitabının ‘Geçmiş Zaman Aynası’ hikâyesinden biraz iktibas biraz özetle geçerek satır aralarından yazarın kadim ve manevi değerleri nasıl yüklendiğini anlamaya çalışalım:

Bir ayna karşısında geçmiş zamanın son on beş yılını zihninden geçiren hasta ama iyileşmeye gayretli bir genç. Çocukluğu dede, anneanne, anne, baba, abla, kardeş ve teyzeleriyle geçiyor. Dedesinin tek erkek torunu. Evdeki hanımların çeyiz alma, çeyiz eşyasını koruma hassasiyetinin ondaki tesirini şu cümleden anlıyoruz, “Kirlenmemesi, eksilmemesi için bütün evi çevresinde toplayan, anne şefkatini cimri ve titiz ev hanımlığına çeviren bu ıvır zıvırları parçalamak, parça parça sobada yakmak istiyorum”.  Hatta bu çeyiz meselesinden dolayı gerginlikler yaşanmış, bu yüzden de Dede tarafından evden kovulma noktasına gelmişlerdir. Annesi, ablasının çeyizi için de babasından sık sık para ister. “Babam, hele zamanı var diyor, hepsini bir alırız diyor, kadın kısmını çarşıya yollayanlardan değilim diyor, kapıyı çarparak çekip gidiyor gece yarısı”.

Hikâyede halen devam eden adet ve gelenekleri de satır aralarından okuyoruz. Yine çocukken ağır bir hastalık geçirir. Tek erkek çocuklarının ölmemesi için dualar edilir. “Annemle, babam büyükbabam köşede oturduğu sırada çocuklarını sevmek utancından çekindikleri için bir türlü yanıma yaklaşmıyor, onun dışarı çıkmasını bekliyorlardı”

Yazar bir balıkçı kahvesinde arkadaşlarıyla beraber güzelce vakit geçirirken bir taraftan da geçmiş zaman aynasındadır “Ama şimdi dar zamanlardayım. Gözüm arkada kalmasın, bazı şeylere doya doya bakayım izin ver de. Mesela şu müzik hiç bitmesin. Balıkçılar hep balık tutsun, babalar çocuklarını hiç kovmasın, düşmanlar sahillerimize ayak basamasın, hava hiç puslu olmasın, güneş hiç kimseyi dayanamayacağı kadar yakmasın., yağmur bendleri yıkılmasın, rüzgâr sınırları aşmasın, kalbim hızla çarpmasın, alyuvarlar akyuvarları yemesin, dua at de Azrail kapımı hemen çalmasın sevgili kardeşim”.

Büyükbabasına karşı, onu çocuk yaşta olgunlaştırdığı, yetiştirdiği ve tek erkek torunu olmasından dolayı, sahip olduğu tarla ve hayvanların yanında dolaştırdığı için muhabbeti sevgisi vardır. “Büyükbabamla yaşadığım mutlu günlerime dönmek istiyorum. Bu onbeş yılı hiç yaşamamış olmak için neler vermezdim ki…”

Bir kız hayal eder: “yüzü anneme, saçı ablama benzeyecek, öfkelendiği zaman pek az konuşacaktı. Kızgınlığını ellerinin titremesinden anlayacak ve gülümseyerek yatıştıracaktım ben de. İnsanları, kitapları ve bir de müziği sevecekti. Birbirimizi kimseden kıskanmayacak kadar derin bağlarla sevecek, kıskançlığın aptallıktan ya da güvensizlikten doğduğunu bilerek, elele insanlığa koşacaktık. Hayatı, Allah’ın en büyük lütfu sayarak şükretmek için, iki dünyanın mutluluğu uğruna, gece gündüz birlikte çalışacaktık. Her an diri bir inanç, aydınlık bir şuur ve her gün yeniden doğan güneşle parıldayan bir neşe… Evimiz yeni atılımlar için bir üs, dost-arkadaş toplantıları için cömert bir sofra, her köşesinden sadelik ve temizlik tüten bir mabet, yorgunlukları kısa bir şekerlemeyle silip süpürecek bir cennet köşesi, balkonunu dolduracak saksılarla el değmemiş bir çiçek bahçesi, divan şairlerini imrendirecek kadar seçkin şiir kitaplarından oluşmuş bir kitaplık….

“İstanbullu bir kız sevsem

Sarışın

Başı açık kolu kısa

Etekleri minik

Olmasa

Sıkıntılarında barışın

Soğuklarında kışın

Barınak olacak

Yuva kursa

Karım olsa”

Aşk için merhum Miyasoğlu’nun şu satırları da ölümsüzdür: “Aşk, biraz da sevginin ya da ilginin tutku haline gelmesi değil midir? Bir şey bu kadar tutkuyla sevildikten sonra, kavuşulamaması âdet olmuş, hatta gelenekleşmiştir. Çünkü aşk giderek büyüyen, vuslat ise gün gün küçülen bir şeymiş, öyle derler. Halk hikâyelerini anlatanlar bile bunu, bu vuslat belasını adeta hissettirirler. Bütün âşıklar Cennet’te buluşabilmek için, bu dünyada birbirlerini özleyerek yaşamalı ve kavuşamadan ölmeli… Masalcılar aşk acısını anlatırken, kim bilir belki de bu lezzeti vermek için ayrılıklarından sevinç, buluşmalarından da üzüntü duyarlar. Sanki bu sevginin başka türlüsü olmazmış gibi, Allah’ın insanları yeryüzünde her şeyleri için imtihan etmek değil de işkence etmek için gönderdiğini sanıyormuş gibi. Halbuki sevgi, Adem’le Havva’nın Cennet’ten getirdikleri, objesini şaşırmadığı sürece, belli sınırlar içinde insanı yine oraya götürecek, Allah sevgisinden küçük bir izdi. Bana böyle anlatmışlardı sevgiyi, aşkı. İnsanî aşk ilâhi aşka basamaktı, âdeta bir yürek egzersizi. Seve seve sevmeyi öğrenecekti insan”.

Eski zaman aynasının hatırlattığı büyükbaba ve çocukluk dünyasından kurtuluşu sevgilim, şiirim, hülyam, umudum, geleceğim her şeyim dediği şiire geri dönmekte bulur. Geçmiş zaman aynasından olgunlaşarak, güçlenerek çıktığını yazdıklarından anlıyoruz:

“Haklı ve güçlü olmalıydım mutlu olabilmek için. İyilik kötülük bizi çevreleyen hayat düzeninden ayrılamazdı. Yüce değerlerin varlığı, güçlü, adil ve dürüst insanların varlığına bağlıydı. Hatıralar, hayaller insana güçlükleri alt etme enerjisi veremiyorsa, mutluluk gerçekleşebilecek bir rüya değilse, gücümüzü aşan bir şey vardı ortada. Buna düzen dendiğini neden sonra öğrendim”.

“Bilinmez yerlerde biriken tortular, umulmadık bir anda hınca ya da soğuk bir kine dönüşür; acıtır ve acı verir. Bunları silmeli. Ayrı sevinçler gibi, ayrı öfkeler de tehlikeli. Artık güçlüyüm, önce buna engel olmalıyım. Hayatımı yeniden gözden geçirmiş, bulanık sulardan kurtarmıştım geleceğimi. Kendimi iyi hissediyordum. Bir yerlerde düşüp kalkmaya, umudumu örselemeğe hiç mi hiç niyetim yoktu. Aynalardan çıkıp gelecek sevgilimi, şiirimin altın saçlı hülyasını beklemek ve özlemek istiyorum” diyerek bitiriyor hikâyeyi.

1946’da Erciyes’in eteklerinde doğup, 2013’de İstanbul Eyüp Sultan eteklerine sırlanan Mustafa Miyasoğlu’na ve ism-i şerifi geçenlere rahmet mağfiret diliyoruz. Gönül ehline selam olsun.

Not: haber7.com da yayınlanan Yazarlar Birliği Başkanlarından Mahmut Bıyıklı’nın “Kıymeti Bilinmeyen Bir Kalem Efendisi” yazısının da (19.05.2020) okunmasını zevkle tavsiye ederiz.

YORUM EKLE
YORUMLAR
Eda Aydemir
Eda Aydemir - 2 ay Önce

Sayenizde okumadan tanımış olduk.yüreğinize ve kaleminize sağlık