Dostu uğurlamak zordur ebediyete.
Candır o, kalbin yarısı, hayata anlam katan… Yokluğu vurur seni, dünyan yıkılır, dağlar üzerine üzerine devrilir.
Dil tutulur, boğaz düğümlenir, kelimeler kıymık kıymık batar can özüne. İnsan o vakit gayriihtiyari durulur, durgunlaşır, ötelere dalar… İçe bir yolculuk başlar, maziye, hatıralara, dünyanın faniliğine… Yürek helecan içinde inip kalkar, göz yaşarır, kalp hüzünlenir. Bir şeyler oturur yüreğin tam üstüne, bir şeyler dokunur bam teline. Yanar için için, kanar derin derin. İniltiler yükselir arşa. Bir kendisi duyar sessiz çığlıklarını, bir kendisi yudumlar acılarını. Aciz, bikes, natüvan bir hâlde suskunluklara gömülür. Avurtlar çöker, dişler kenetlenir, gırtlak ağrıdan kaskatı kesilir. Her baktığı yerde o dostun silueti belirir; inanamaz onun öldüğüne. Ölmemiştir de göç etmiştir sadece, o da kısa bir süreliğine. Fakat kaldıramaz yine de. Capcanlı, dipdiridir hatıralarda. Her an çıkıp gelecek, kalkıp selam verecektir.
Ne var ki hakikatten kaçılmaz, ölüm haktır ve mukadderdir; kadere teslimiyetse imandan.
Dost dostu hatırlatır, dost hakikati arar, aratır. Varken de yokken de Hakk’a yöneltir insanı. İşi gücü budur onun, derdi gayesi Hak’tır. Kendinden ziyade başkalarını düşünür hep. Yolun hatırı için yolcuya hizmet ve hürmet eder, yolcu için yollara güller döker. Tek o mutlu olsun, tek o razı olsun diye. Bir gül için bin dikene katlanır. Bahçıvan gibi sular bütün çiçekleri, ayırt etmez hiçbirini yekdiğerinden, yarınlara umutlar yeşertir gonca gonca, gül gül, sevda sevda. Okşayıp koklamadığı bir gül, elinin değmediği bir çiçek; sulamadığı bir fidan yok gibidir bahçede. Gül yetiştiren adamdır o, emektardır ama bunu belli etmez pek. Biteviye kozasını örer ilmik ilmik.
Karakterler isimlere çekermiş. Kişi hayat boyu ismini yaşar, ismini yapar sanki. O isim en çok da ona yakışır bu yüzden. Konuşurken de kendidir, susarken de gülerken de ağlarken de. Hep kendini yaşar, kendini inşa eder. Toplumların bu tür hasbi insanlara ihtiyacı vardır. Manevi mimardır onlar, görünmez eserler inşa ederler insanlığın ufuklarında. Medeniyet kodlarını nakşederler sosyal dokuya. Birlik ve beraberliği, sevgi ve saygıyı, iyilik ve ihsanı, yardımlaşma ve dayanışmayı, dostluk ve kardeşliği ikame ederler toplumsal hayata. Hayat onlarla daha güzel. Dünya onlarla daha yaşanabilir bir misafirhane.
Aziz dost Nusret Kablan da böyle bir şahsiyet. Özel ve düzgün bir karakter. Doğal ve samimi. Adı gibi baştan sona yardım, serapa yardımsever. Kardeşlik yönü ağır basan adanmış bir dava adamı. İlk tanıştığımız günden beri çizgisini değiştirmeyen bir istikrar abidesi. İnançlı, kararlı, sebatkâr. Nerede bir hayır işi olsa ilk koşan kendisi olurdu. Bizzat kendisi iştirak edemese bile en azından ön ayak olur, hayrın yapılmasına vesileler bulurdu.
Üzerinden çok uzun zaman geçti kendisiyle tanışalı. 90’lı yılların başıydı. Kilis gibi kasaba görünümlü mutena bir Anadolu kentinde tanışmıştık onunla. Hemşehriydik. Henüz vakıf dernek gibi kurumların yaygınlık kazanmadığı, kurumsallaşmaların az olduğu dönemlerdi. Kâh kilimi halısı kâh kabı kacağı kâh erzakı olmayan mütevazı kiralık evlerde toplantılar olur, sohbetler düzenlenirdi. Menfaatlerin akıllara gelmediği, herkesin hasbi ve harbi çalıştığı bu bereketli evler gençlerin uğrak yeri, diriliş yuvasıydı. Yerine göre ocak, yerine göre kucaktı bu evler. Nefeslenme, arınma, eğitilme, silkelenme yeriydi en çok da.
Yüzlerde nur parlardı ya da bizler öyle bakardık. Güzel bakmayı, güzel görmeyi ve güzel düşünmeyi ilke edinmiştik. Mutlu olmanın yolu olarak bunları bellemiştik çünkü. Dostlarımızın alınlarında secde izlerini görürdük, yüzlerinde hayâyı, iffeti, izzeti ve güvenirliği. Tebessümler bu yüzlerin en estetik süsüydü. Sadakaydı çünkü. Paramız yoksa da tebessümlerimiz vardı. İçten içe bu kişilere gıpta eder, birbirimizle hayır yolunda yarışırdık. En çok da sahabeleri örnek alırdık. Daha doğrusu tek onları örnek alır, hep onlara özenirdik. Bol bol sahabe hayatı okurduk evde, okulda, yolda. Elimizden düşürmezdik Sahabe Hayatından Tablolar, Hayatü’s-Sahabe ve O Diyarın Sakinleri kitaplarını. Gençlik aşkının da vermiş olduğu dinamizmle kimimiz Hamza olurduk, kimimiz Ömer, kimimiz Osman, kimimiz Ali. En çok da Ebubekir’i kıskanırdık Sevr yollarında “ikinin ikincisi” olduğu için. Yiğit Hamza’yı kıskanırdık Uhut sırtlarında şehit düştüğü ve “şehitlerin efendisi” unvanına layık görüldüğü için. Ok atan Sa’d’ı kıskanırdık Resulullah’ın “At ya Sa’d at, anam babam sana feda olsun!” iltifatlarına mazhar olduğu için. Abdullah bin Mesud olurduk Kâbe’de müşriklere Kuran okuyan… Hep özenirdik o Saadet Asrı insanlarına. Rol modellerimiz onlardı çünkü. İçimiz dışımız iman dolardı. Az bilirdik ama çok yaşardık. Asr Suresi, “Festakim kema ümirte.” ayetleri ufuk çizgimizdi. “Bir lokma bir hırka” ülküsünü fiilen yaşar ve yaşatırdık. Namazlarımız huzur ve huşu doluydu. Cepler meteliksiz, mideler boş ama gönüller hoştu.
İşte tam da o zamanlar tanışmıştık Nusret Ağabey’le. Bizler henüz küçüktük, ortaokul son yahut lise ilk sınıftaydık. Kendisi ise bizden çok büyüktü hem yaşça hem başça. Muhabbetimiz bir süre selam kelam üzerinde ilerledi. Sonraki yıllarda irtibat kopukluğu yaşasak da hiçbir zaman sevgi ve saygımıza, kardeşliğimize halel gelmedi. Uzaktan haberler alıyorduk birbirimizden, selamlar gönderiyorduk karşılıklı. Samimiyetimiz ilerleyen yıllarda filiz verdi. Her Kilisli Müslüman gencin yetişmesinde öyle veya böyle etkisi olan Furkan Kitabevi, Ayşecik’in arkasındaki ince, dar sokağın sonunda, mektep medrese hüviyetindeki mümbit ev, samimiyetlerin koyulaştığı mekânlardı. Küçücük ders halkalarında kocaman hayatlar devşirirdik o bereketli evde. Ayet ayet, sure sure, secde secde büyürdü yüreklerimiz. Zikirler çeker, marşlar söylerdik ihlasla. İbadet şuuru sarardı her yanımızı. Sadece Allah için sever, Allah için kızardık. İbrahim olurduk her defasında. Nemrutlara kafa tutardık. Ve İsmail olurduk Mekke çöllerinde, Hacer kucağında. Ve Hasan ve Hüseyin Kerbela’da. Ve Benna Mısır’da. Ve Seyyid darağaçlarında. Ve Üstat Bediüzzaman Medrese-i Yusufiyeler'de.
Merhum Nusret ağabeyde bu nitelikler çok barizdi. “O taraflar”la bağları çok kuvvetliydi. “Öte”lere tutkunluğu çok fazlaydı. Zira dilinden zikir hiç eksik olmazdı onun. Sözünü ne yapıp edip ayete, hadise, İslâm’a dayandırırdı. Başında takkesi, bazen de namaz kılarken taktığı sarık dikkat çekerdi. Yüzünde tebessüm taşardı. Gülünce yüzüne bir letafet yayılır, o kalıplı yapısı naifleşir, zerafet olup akardı.
Hayırlı bir ailenin en büyüğüydü Nusret Ağabey. Hem ailesinin hem arkadaş çevresinin İslami dönüşümünde öncü olmuştu. Muhtelif zamanlarda sık sık konuştuğumuz kardeşi Dr. Süleyman Hoca’nın şahitliği de bunları teyit etmektedir. Kardeşlerinin kitaplarla tanışmasına kendisi vesile olmuştu. Oluşum ve idamesinde kendisinin de büyük katkılarının bulunduğu dost meclisimizde güzel yüzlü, güzel sözlü değerli Hasan Ağırdil Ağabey’i dinlerken öğrenmiştik hidayete ermesinde Nusret Ağabey’in etkisinin olduğunu. O an kendisi de huzurdaydı. Bu itiraf onun başını önüne eğdirmiş ve yüzüne bir mahcubiyet serpiştirmişti. Bunun gibi daha pek çok kişinin hidayetine vesile olmuştu ağabey. Ne zaman bir program olsa Nusret Ağabey başı çekerdi. Ne zaman bir toplantı olsa o organize eder, o gelir, o haber verirdi.
Biz onu yolculuklarda tanıdık en çok da. Çok ince düşünceliydi. Merhum Davud Hoca’nın cenazesini defnetmek için Bursa’ya birlikte gitmiştik 2019’un Ağustos’unda. O, muhterem zevcesiyle, ben de mahdumumla birlikteydik. Aracına bindiğimiz şoföre küçük bir nakdi yardımda bulunma fikri yine ondan gelmişti. Topladığımız miktarı şoföre vermek istemişti nazikçe. Ne var ki kaptan kabul etmemiş, hâlinin vaktinin yerinde olduğunu ve Davud Hoca’nın kendisi üzerinde çok hakkı bulunduğunu söyleyerek tebessümle reddetmişti bu teklifi.
Daha bir hafta, on gün kadar önce elim bir trafik kazasında kardeşi Rıza Ağabey'i kaybetmiştik. Onun ateşiyle yanarken bu sefer de kendisini koronavirüsten yitirdik. Bir hafta önce sağ gittiği memleketine bu defa cenazesi gitti. Aman Allah’ım! Ne büyük imtihan ne büyük acı. Üç beş gün yoğun bakımda yattığı Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde gözlerini bir daha açamadı. 21 Eylül 2021 Salı gecesi Rabbine kavuştu. O geceyi unutabilmek, anlatabilmek mümkün mü? Eşinin metanetini, çocuklarının yüzlerine sinen acıyı, o umutsuz ve hüzünlü bekleyişi... Süleyman Hoca ile mahdumunun merdiven başında diz çöküp sessiz sessiz gözyaşı akıtmalarını ve hep Allah’a iltica etmelerini… Cenazeyi Hasan Ağabey, Mehmet Eker ve damadı ile alıp morga yerleştirişimizi nasıl unutur, nasıl anlatabiliriz ki? Dua ede ede koridorda götürürken koluna hafifçe temas etmiştim sedyede cansız yatan güzel insanın… İnanmak gerçekten zordu.
Merhum, hayattayken “Her nefis ölümü tadacaktır.” ayetini kim bilir kaç defa okuyup hatırlatmıştı insanlara kâl diliyle. Bu defa da hâl diliyle göstermiş oldu o değişmez hakikati. Güzel yaşadı, güzel öldü merhum. Çektiği acılar kuş olup uçtu İstanbul semalarına. Vasiyeti gereği naaşı memleketi Kilis’e götürüldü defin için.
Niyazımız odur ki Rabbü’l-Âlemin, ağabeyimizi rahmetinden mahrum etmesin. Kabri nur, mekânı cennet, makamı âli olsun. Çok sevdiği sahabe dostlarına, Allah’ın Resul’üne Firdevs’te kavuşsun. Kederli ailesine metanet ve sabırlar ihsan eylesin. Bir hafta içinde iki yavrusunu birden kaybeden muhterem validesine de bol bol sabr-ı cemiller versin. Âmin.
Mustafa GÜLALİ[1]
[1] Uluslararası Fatih Sultan Mehmet Anadolu İmam-Hatip Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni.