Kuşlarla Sohbetin Şartları, birbirinden bağımsız farklı başlıklardaki makalelerden oluşmuş bir kitap gibi görünse de akleden bir kalbin, gören bir gözün, hisseden bir yüreğin sahibinden neşet eden metinler olması hasebiyle hepsi ortak bir noktada buluşuyor ve okuyucuda, asla nostalji tadında geçmişe duyulan bir özlem değil, bilakis gidişattaki aksayan noktalara itiraz duygusuyla bir hassasiyet oluşturuyor.
Lügat anlamları içinde “harf” bir şeyin ucu, bir şeyin kenarı, kılıcın keskin kısmı, geminin ucu ve dağın zirvesi gibi anlamları barındırırken; “kelime” bütün kombinezonlarıyla “şiddet ve güç”ü havi iken ve bu kadar tesir gücü olan harflerin yan yana gelmesiyle tesir gücü daha da yüksek olan kelimelerin; kelimelerin yan yana gelmesiyle ise etki alanı emsalsiz bir boyuta ulaşa(bile)n kitabın tesisi söz konusu iken ve “söz uçar yazı kalır” gibi bir motto da dillerimizde pelesenk etmişken yazarın “Yazmalı mı, Yazmamalı mı?” başlığı ile kitaba giriş yapmış olması hayli ilgi çekici. Besbelli ki yazar, sadece iz bırakmış olmak için yazmak istemez, iz bırakmadan da var olmak ister; tıpkı kendisinden terennüm edilen sınırlı sayıdaki dizeleri dışında bize ulaşan esaslı bir eseri olmasa da Yunus Emre’nin asırlara meydan okuyarak var olmaya devam etmesi gibi. “Görmenin ve görünmenin laneti”ne değindiği bir başka yazısında ikisinin arasındaki farkı ortaya koymak için kartalla salyangozun meseline müracaat ederken de, “kartal, çıktığı irtifada hep görür ama gökte bir iz bırakmadan da var olur. Zavallı salyangoz ise pek az görür ama iz bırakmadan var olamaz.” der ve âdeta görmeden iz bırakmaktansa iz bırakmadan görmeyi yeğlediğini ihsas eder.
Farklı zaviyelerden bakış diğer makalelerde de devam eder ve alışılagelmişin dışındaki bu perspektif, düşüncenin muhatabında daha hızlı ve güçlü makes bulmasına sebebiyet verir; “Niçin Kınadığımız Şey Başımıza Gelir?” sorusuna cevap aranan metinde olduğu gibi. Bir şeyi kınarken aslında ona olan mesafemizi, antipatimizi, nefretimizi de ifade etmiş oluyorken ne/nasıl oluyor da birdenbire kendimizi tam da o kınadığımız şeyi yaparken buluveriyoruz! Yazara göre bir insandaki mevcut bir nitelik hakkındaki hassasiyetimiz, o niteliğe yönelik bir dikkat keskinleşmesinin sonucu. O niteliği fark etmemiz, ancak o niteliğe yönelik bir hassasiyetimizin varlığıyla mümkün. Örneğin, cimriliğini kınadığımız bir arkadaşımızın cimriliğini fark edebilmemiz için bizim de bir parça cimri olmamız gerekiyor. Bir başkasındaki menfi bir niteliği, ancak o niteliğin bir kökü, bir ucu bizde mevcutsa tanıyabiliyoruz. “Nasıl bilirsin? Kendim gibi.” Kemal kazandıkça, kendimizdeki kemlikleri görmemiz ziyadeleşirken başkalarında ise kemâlâtı görmemiz mümkün oluyor. “Çünkü başkalarındaki kusurları göremeyecek bir saflığa ve arınmaya ulaşmak, aslında o kusurların bizdeki köklerini ve uçlarını kurutmak anlamına geliyor.” O yüzden, görmeyen kurtulur, diyor yazar. Zira insan insanın aynasıdır, aslında biz kimde hangi kusuru görüyorsak, bizde muğlak ve biçimsiz olarak bulunan ama içten içe bizim huzursuzluğumuzun da kaynağını oluşturan şeyi görüyoruzdur.
İç değiştikçe dış da değişir
İnsan içten değişmeye başlayınca dıştan da değişir. Çoğu zaman iç güzellik, “içinin güzelliği dışına yansımış” dedirtecek şekilde insanın suretinde temaşa edilebilen, sözlerinde hissedilebilen, davranışlarında gözlemlenebilen bir dinginliğe, bir sükûnete, bir huzura vesile olur, tam da kitaba adını veren “Kuşlarla Sohbetin Şartları”nda bahsi geçen Şuayb Ebu Medyen hazretlerinin menkıbesinde olduğu gibi. İnzivaya çekilen Şuayb Ebu Medyen, geçen bir tam senenin sonunda, kendinden sohbet etmesi ve öğüt vermesi için toplanan insanların iştiyakı üzerine dışarıya çıktığı zaman bahçe duvarındaki bülbüllerin havalanıp orayı terk ettiklerini görür ve bu durumu henüz konuşmaya salahiyeti olmadığı şeklinde değerlendirerek tekrar inziva hayatına devam eder. Bir sene daha geçtikten sonra tekrar insanların arasına çıktığında ise bu sefer bahçedeki kuşların değil kaçması başka kuşların da gelmesi söz konusu olur ve hatta bazı kuşlar oluşan manevi atmosferin ağırlığından velinin ayakları dibine düşerek can verir. Hissesi için kulak verdiğimiz bu kıssada Şuayb Ebu Medyen, hepimizde terbiye edilmeyi bekleyen hayvani niteliklerini eğitmiş ve sadece insanlar için değil doğal çevre için de bir tehdit unsuru olmaktan çıkmayı başarmıştır. Saflığın sembolü konumundaki kuşlar da Şuayb Ebu Medyen’in etrafına yaydığı auradan hareketle ondan ürkmemiş, bilakis onunla ünsiyet kurmuşlardır. Demek ki değiştirmeye değişmekten başlamak gerekmektedir. Etrafımızı değiştirmeye, şehirlerimizi güzelleştirmeye, aile fertlerimizi daha erdemli davranışlar sergiler hâle getirmeye çalışmak, kendimizi değiştirmeye başlamaktan geçmektedir.
İnsanın kendini değiştirmeye çabalaması da geliştirmeye çalışması da “mine’l-mehdi ile’l-lahdi” olması gereken bir süreç. O yüzden olsa gerek ki Sokrates’in, kendisini öldürecek baldıran zehri hazırlanırken yeni bir ezgi öğrenmeye çalıştığı ve bunun ne işe yarayacağını soranlara da “Yeni bir ezgi öğrenmeye!” şeklinde cevap verdiği rivayet edilir. Ahmet Murat, burada okuyuculara şöyle bir soru yöneltir ve der ki: “Son üç ayımızın içine girmiş olsaydık, hayatımızı hâlâ aynı işlerle doldurarak yaşamayı sürdürür müydük?” Kulağına gelen muhtemel cevaplardan hareketle, insanın hayatını kökünden değiştirmeye yönelik isteğinin, onun ölümü hesaba katmayan bir hayatın müdavimi olduğunun göstergesi olduğu çıkarımını yapar. Çünkü ecelin her an kapısını çalabileceğinin ve huzura çıkabileceğinin bilincinde olan bir insanın somut bir veri olmasa da her ânını son demiymiş gibi yaşaması gerektiğini düşünür. Peygamber Efendimizin (sav) “Kıyametin kopacağını bilseniz bile elinizdeki fidanı dikiniz.” hadis-i şerifini de, dünyanın imarına devam etmeliyiz şeklinde anlamaya itiraz eden yazar, bu hadis-i şerifin böyle anlaşılması yerine ağaç dikme eyleminin salt dünyevi bir iş olmadığı şeklinde anlaşılmasının daha doğru olacağına inanır.
Fıkıh ilminde mübah kavramı, “Şâri’in, mükellefi yapıp yapmamakta serbest bıraktığı, yapılmasıyla sevabın, terk edilmesiyle de cezanın hak edilmediği fiil” şeklinde tanımlanır ve şöyle bir parantez de açılır. “Akıllı Müslüman, niyetiyle mübah olan davranışlarını sevaba tebdil edendir.” Kıyamet koparken fidan dikebilecek bir metanetin sahibi olabilmek, ancak kıyameti çoktan kopmuş olanlar için geçerlidir yazara göre ve o yapacağı işin nev’i yerine, yapacağı işi nasıl ve hangi niyet ve kasıtla yapacağını düşünen biridir. O yüzden elindeki fidanı bir kenara bırakıp alelacele abdest alarak iki rekât namaz kılmanın derdine düşmeyendir. Çünkü o, sureta “sıradan”, “gündelik”, “dünyalık” olan işini çoktan namaz gibi ulvi bir ibadete çevirmiştir. Namazda selam verilince namazdan çıkılır, malûm. Ama öyle bir güruh da vardır ki “Onlar, namazlarında süreklidirler.” (Mearic Suresi/23) Belki bir namazdan başka bir namaza geçiş yapar dururlar, mesela ellerindeki fidanı dikme namazına. O esnada kıyamet de kopsa namazlarını bozmazlar, tamamlarlar.
“Tövbe bir silgi değildir”
Hayatı bu dikkat ve rikkat içinde yaşayanlar, kendilerine tevdi edilen yaşam emanetinin deneme yanılma yoluyla hovardaca harcanarak tüketilecek bir zaman dilimi olmadığının idrakinde olup prova imkânı olmaksızın ihtiyatlı bir şekilde istimal edilmesi gereken bir nimet olduğunun farkında olanlardır. Onlar için öteki dünya ve cennet ideali, bu dünyayı önemsizleştiren etkenler olmanın ötesinde bu dünyayı bir anda daha da ciddileştiren, daha da hayati hâle getiren müessirlerdir. İşte bu noktada tövbe de yazarın ifadesiyle bu hayatın bir prova olmaktan ziyade, bütünüyle hakiki olduğunu bize duyurmak için vardır. Tövbe bir hatayı işaretlemek, onu önemsemek, onu telafi etmektir. Lalettayin bir geri vites, her uzandığımızda hazır bulduğumuz bir silgi değildir.
Asıl yurdumuzun öteki dünya olduğu kabulünden ve vâkıf olduğumuz kimi hadis-i şeriflerden hareketle gurbet olarak nitelendirilen bu dünya hayatında garip olduğumuz hususunu da kendi şahsına münhasır bir bakış açısıyla değerlendiren yazar, bu ikisinden birini diğerine bütünüyle tercih etme yerine, ikisinin birden bizde yuvalanmasına ve bizi seyrelten, genleştiren, genişleten etkisine izin vermemiz gerektiğine işaret eder. Yolcu, terk ettiği yerden getirdikleri ve vardığı yerde buldukları arasında, birini diğerine tercih etmeden, ikisini birden kendisinde tevhit ettiği takdirde genleşir. Hem terk ettiği yerden kalan izler hem geldiği yerde yeni oluşan izler yolcuda bir seyrelmeye ve içsel gevşemeye yol açar. Gurbet hissi, bu seyrelmenin ve gevşemenin gözlemlenmesidir. Genleşme aynı zamanda bir tedirginlik doğurur ve elbette dünyanın bir gurbet olarak kabulünün yolu, dünyada tedirgin olmaktan geçer. Ve yine sanki yazar, tedirginliği asli vatanına avdet etmek isteyen gurbetteki bir yolcunun, gurbetin tekinsizliği, muhtemel tehdit ve bilinmezliği karşısında titiz ve uyanık kalmasının şartı olarak görür.
Kuşlarla Sohbetin Şartları’nda büyüsü bozulan dünyada meydana gelen dejenerasyona dikkat çekilirken merkezde insan vardır. İnsanın yalnızlığından bahsedilen bir yazıda “Hangi yalnızlık?” diye sorulur ve günümüzdeki yalnızlığın tasavvufun ve mistisizmin yalnızlığından çok daha farklı bir boyutta olduğuna vurgu yapılır. İnsanların ıssız evlerde kendi başlarına öldükleri bir dünyada kimi devletlerce “Yalnızlık İşleri Bakanlığı”nın kurulmuş olmasının da derde deva olacak bir tarafı yoktur. Çünkü insanların, yalnız olduklarını fark etmelerine perde olacak nitelikteki sosyal medyada kaybolmak, müziğe sığınmak, film izlemek vs. aktivitelerle kültür ve eğlence sektörü bu konuya kendi menfaatleri doğrultusunda çoktan el atmış durumdadır. Hâlbuki bize nakledilen klasik anlatılarda birçok sufi ve âşık muvakkat bir süre için ya da daimi olarak bilinçli bir şekilde, insan müdahalesinin olmadığı mekânlarda yalnızlığı tercih ettiklerinde, kendi ruhlarının derinliklerindeki tabiatla dış dünyadaki tabiat arasındaki uyumdan zuhur eden çok yönlü bir zenginliğin müşahede edilebileceği güzelliklere vasıl olmuşlardır. Şiirle, sazla sözle yakınlaşmaları, hayvanlarla dostluklar kurmaları gibi. Artık görmek de işitmek de bilmek de idrak de farklı boyutlar kazanmıştır onlarda. Ayât-ı mestur da farklı okunur ayât-ı hadisât da onların gönül dünyalarında. Tıpkı Sidi Muhammed Buzîdî hazretlerinin yaşadığı bir olayda olduğu gibi.
Bir inmeden çıkarılan dersler
Sidi Muhammed Buzîdî hazretlerinin bir gece elinin bir tanesine inme iner ve sağlam eliyle tuttuğu felçli el, tutan elini hissetmez. Birçokları için hayatlarının kararmasına denk düşebilecek bu olay, Sidi Muhammed Buzîdî hazretleri için, durumun dehşetiyle baş etmesi gereken bir vakıaya değil insanın Allah ile arasındaki münasebeti ölçüp değerlendirmesine fırsat veren ibretlik bir hadiseye dönüşür ve şöyle düşünür. “İşte bu, Rabbiyle birlikte olduğu hâlde, onu tanımayan, onun varlığını yanında hissetmeyen kimsenin hâlidir.”
Görme eylemini salt dünya gözüyle değil gönül gözüyle de gerçekleştirmeye çalışan Ahmet Murat, son yıllarda rakamsal açıdan hızlı bir artış gösteren imam-hatip liselerinin çokluğunun bereket göstergesi olup olmayacağını sorgularken asli vazifemizin, her türden eylem için geçerli olmak üzere, daha çoğunu yapmak, daha fazlasına sahip olmak, daha görünür, daha güçlü vs. olmak olmadığına dikkat çeker. Nasıl olursa olsun yapmakla değil, O’nun (cc) istediği gibi yapmakla sorumlu olduğumuzu ifade eder.
Vurgulamaya çalıştığı husus, niceliğin değil niteliğin önemsenmesidir aslında, attığımız her adımda. Biz sayıların kabarıklığı ile uğraşadururken kaçırdığımız nice ince detaylarla nasıl da imanımızın halavet ve güzelliğini kaçırdığımızı nasıl da amel ve eylemlerimizde yavanlaştığımızı gösterir bize. “Evin içinde mayalanmayan bir İslam’ı, meydanlarda, camilerde tutmuş görmeyi beklemek beyhudedir.” der. Anne babalara sorumluluk yükler; “Annelerimiz/babalarımız çocuklarının içlerine, onları hayatları boyunca çekip çevirecek bir “hiss-i dinî”, bir “düstûr-ı ahlakî” yani bir pusula koyabilirler.” “Ey iman edenler, iman ediniz!” (Nisa Suresi/136) buyruğuna icabet için mükemmel bir mevsim olan Ramazan aylarında “Her birimizin kültür ve toplumsallık içinde erimiş, eprimiş, gazı kaçmış, tarihi geçmiş, tazeliğini yitirmiş, cicim aylarından eser kalmamış, uzatmalı dindarlığımızı gözden geçirmemiz gerekir.” diye düşünür. “Amellerin en hayırlısı az da olsa devamlı olanıdır.” hadis-i şerifinden mülhem dinin ve ibadetin bir yük gibi değil, bir hayat biçimi, insanın kendi doğalında yaşayıp gittiği bir akış olarak algılanması gerektiğini telkin eder.