Gönül dağımızın zirvesi: Neşet Ertaş

Gönülden gönüle kurduğumuz köprüler yıkılalı çok oldu. İnsanlık, son bir asırdır şu gök kubbenin altında Yûnus’un müjdelerini duymuyor. Şehirlerimize inşa edilen ucubeler, aslında kalbimize dökülen birer beton yığınından ibaret. Kalbimizin üzerindeki bu kalabalığı, gürültüyü, çıkmaz sokakları gidermek, çağımızda çözülmeyi bekleyen en önemli sorunların başında geliyor belki de. İyiliği hatırlatarak, İstanbul’un çeşmelerinden akıp kubbelerinde uğuldayan Bakî ve Sinan’lara rahmet okumakla yetinmeyip onları günümüze taşıyarak, Türk-İslam düşüncesinin, irfanının dünyayı güzele boyayan anlayış ve şuurunu topyekûn bir mücadeleyle bütün insanlığa bir şifa kaynağı olarak sunmak boynumuza borçtur.

Kökü maziye dayanan yolculuğumuz sırasında fizikî coğrafyamızın son duraklarından biri olan Anadolu’ya taşıdığımız değerler, gelenekler, zihniyet, dünya görüşü, bu topraklarda yaşayan milletlerin şekillenmesinde en etkin rolü oynadı. Orta Asya’nın geniş ovalarında yetişen Ahmed Yesevi’ler Anadolu bozkırlarında Yûnus, Mevlâna, Hacı Bektaş gibi suretlere bürünürken; çadır Süleymaniye’de kubbe, üç telli kopuz ozanlarımız ve âşıklarımızın elinde yedi telli saz hâline dönüştü. Tarihin bütün dönemlerinde bu irtibatı korumayı başarmamıza karşın, yirminci yüzyıl ve sonrasında bu irtibatın kopmasıyla ruh cephemizde bozgunlar meydana geldi. Bunun sonucu olarak içimizdeki ilahî boşluğu kâinatın derin heyecanları değil, asfaltlar ve öfkeli binalar doldurdu, cinayetler arttı, kadınlarımız ve çocuklarımız korunamaz duruma geldi, hoşgörü azaldı, müsamaha lügatlerimizden ayrıldı, sevgi ve aşk edebiyatımızda bir imge olarak kaldı.

Dünyanın üzerinde ittifak edeceği insanî ve evrensel unsurları bünyesinde barındıran medeniyetimizin bu yönünü milletimize tekrar tekrar ilan eden, ömrünü bu uğurda harcayanlardan bir tanesi de âşıklık-ozanlık geleneğimizin son halkası Neşet Ertaş’tır. Bozkırın ortasındaki Kırşehir’de doğup yetişen Neşet Ertaş, temsil ettiği geleneğin düşünce dünyasını çağımıza tam anlamıyla yansıtmayı başarmış derviş-meşrep bir âşık; mensubu olduğu medeniyetin zihniyetini manifesto niteliğindeki türküleriyle bağrımıza bırakan bir ozan; gönülden gönüle köprüler kurmayı şiar edinip dost elinden gel olmadığı sürece bahçe güllerini dermeyen bir melamî; asırların getirdiği birikimi sazında toplayan, Türk yurdunun şeref nişanı Türkçenin son sesi...

Onun, türkülerinde sıkça kullandığı “sır, ruh, aşk, arif” gibi kelimelerden hareket ederek ve âşıklık makamından velîlik makamına sıçrayışın zor olmadığı kanaatini taşıyarak, insanları sadece iyiliğe ve güzelliğe dair inancı aşılamanın velî olanlara has bir tavır olduğu inancıyla Neşet Ertaş’ın da bir velî olabileceği ihtimalini düşünmek gerekiyor. Gün geçtikçe şiddetini ve hızını artıran kötülükler karşısında Neşet Ertaş’ın insanlığı ısrarla sevgiye, aşka, muhabbete, sırra, fıtratımızdaki ilahî unsurlara davet etmesi bu ihtimali güçlendiren etkenlerden. Onun söylediklerinin Yûnus’un ve diğer velî-âşıklarımızın söylediklerinden farklı olmadığını, türkülerindeki derin düşünce ve ifadelerden anlamak güç değil. “Bir lokma bir hırka”nın diğer bir versiyonu olan “bir saz bir türkü” yahut “bir can bir canan” anlayışını hayatının tamamında bize gösteren velî-âşık Neşet Ertaş’ı ve türkülerini, maruz kaldığımız kötülüklere ve modern dünyanın hücumlarına karşı bir savunma aracı olarak kullanabiliriz.