Şehir veya kent olsun, iletişim araçlarının, üretim biçimlerinin şekillendirdiği bir toplum örgütlenmesi olarak 18. yüzyılın başında ilişkilerin isim değiştirmesiyle modern bir çehreye kavuştu. Bu değişim çoğunlukla üretim ilişkilerinin bir yansıması olarak hayatımıza girdi. Yeni kentler, yeni ilişkiler ve yeni bir çevre olarak adlandırılan bu muamma içinde insan bahusus hep ötelendi, yalıtıldı.
Ötelenmek veya yalıtılmak… Bu çerçeveyi iyi tahlil etmek gerekiyor. Zira kent veya şehir, insanı endüstriyel çağın ötelediği bir varlık haline getirirken onu büsbütün ruhundan soyutlamakla işe girişmiştir. Bu açıdan Rasim Özdenören’in Kent İlişkileri okunurken, bu noktanın göz önünde bulundurulması gerekiyor. Kent İlişkileri, bir bütünlük halinde insanın sadece yapıp ettikleriyle değil, manevî varlığıyla da kente dokusunu sindirebildiği ölçüde manâ kazanıyor. Belki evet, insan, ruhunda gezdirdiği yalnızlık halesinin bir ucunda bekleyen yoğun şehir ilişkileri derecesinde varlığını, daha doğrusu var olduğunu hissettirebiliyor. Öyle bile olsa, bir şehre rengini veren başat unsurlar olarak sanatın, mimarînin, ekonomik ilişkilerin insan ilişkileri üzerinde bir banka kredisinin faiz oranı kadar yer tutmuyor oluşu elbette düşündürücüdür.
Rasim Özdenören, yalın ve ince duyarlıkla dokuduğu kumaşın rengini hesap ederek atıyor adımlarını. Öyle ki kentin sadece günümüz değerleri açısından bir fiyaka unsuru olarak, az önce zikrettiğim sanatın, mimarînin, ekonomik ilişkilerin payandası olarak ele almıyor yaşadığımız çevreyi ve günleri. O, daha çok yitip giden değerler üzerinden de bir çıkarsamada bulunuyor. Bütün varlığıyla evrenin şekillendiği, yani kent ve eylem birlikteliğinin düşünceye tahvil edildiği zamanlar itibarıyla araya giren nedensellikleri de sorguluyor. Kent merkezli bir düşünce olarak ‘ben’lik tasarımı, taşranın kıyısında yaşayanlara nispetle insanı yaşamın dışına savuruyorsa -ki öyledir- bunu irdelemenin zaruretine dikkat çekiyor Özdenören.
Bir kente ruhunu veren…
Natürel ve yapay olan arasında bir ayrımın kent ilişkileri açısından değerine vurguda bulunan Özdenören, insanın bu kıyıcılığını, affedilmez tutumunu tarihî bir perspektiften değerlendiriyor. Zira insan, bütün olumsuzluğuna karşın şehirden kopamayışını, dahası ruhundan kopuşuna giden istikamette bir ayrıştırmaya tâbi tutmanın zorunluluğuna işaret ediyor. Yazarı bu noktada anlayabiliriz; şehir veya kent, insanî temelde yükselen bütün değerlerin kıyıcılığında başat unsur olarak, ilişki biçimlerini şekillendiren, dahası bu biçimler arasında insanı tercihe zorlayan bir esrar da taşımaktadır. Bu esrar çoğunlukla kıyas biçiminde gerçekleşmektedir. Yani bir elmanın doğal hali ile fabrika ürünü olarak insan varlığına kattığı anlamın altını ısrarla çiziyor.
Bu husus elbette kent sosyolojisinin itibar ettiği bir kavrayış bütünü olarak ‘yozlaşma’ halinde karşımıza çıkıyor. Bir İbn Haldun izleğinden çok farklı olmamakla birlikte, Özdenören, kentleşmeyle muhtaçlık ve yozlaşma arasında iyi niyet taşıyor olmakla birlikte, kenti veya şehri modernizm karşısında topyekûn olumsuzlayan bir bakışla ele almıyor. En azından, “Modern kentler, gökyüzünün herkese ait olduğuna ilişkin inancı da boşa çıkarmayı başarmıştır… Gökyüzü, modern kentte yaşayan insan için kimseye ait değildir, çünkü orası artık mevcut değildir.” demek suretiyle kentten adeta hıncını, öfkesini çıkarmaktadır.
Doğallığın büsbütün kaybolduğu, sahteliklerle örülü bir evrenin çevremizi kuşattığı bu çağda kent, üzerimize kapanmış dev bir kazan hüviyetiyle hatırlanmaktadır artık. Nasıl olsa geçmişin, geçmiş çağ içre kentlerin, ülkeleri bayındır kılan ilişkileri hepten unutulmuştur. Öyle ki, “Bir kente ruhunu veren onun yalnızca binaları değil, o binalarla birlikte kentin tüm mimarîsine anlam katan, babalarının dükkânına sefer taslarıyla yemek taşıyan çocukların görüntüsüdür.” Bu görüntünün varlığından artık kuşku duyabiliriz. Çünkü kentler kokularıyla dahi olsun geniş bir yalnızlık kumkuması halinde necisliklerle sürüklemektedir insan ruhlarını. Kentin varlığı insanın varlığıyla ruhsal temas itibarıyla ayrılmaktadır. Ruhaniyeti olan kentlerin insan ilişkileri de aynı paralelde seyir izlerken, ilişkilerin büsbütün yozlaştığı kentlerin sosyolojik endişelerle tespitine çalışılan istatistikî bilgileri dahi yozlaşmıştır. Yani rengi, dokusu, kokusu ile bir kent; yaşayan insanların kenti değilse nedir? Bu açıdan Özdenören için kentlerin yaşadığı değişim süreci çok önem taşımaktadır. Bir mahalleden metropole evrilen şehirlerin varlığı karşısında, insanın giderek yalnızlaşması, yozlaşması ve kokuşması kaçınılmaz ise de şüphesiz otantik bağlamda insanı ruhundan kavrayan şehirlerin alternatifleri de oluşturulmalıdır.
Bu ilişki biçimi ‘mantar kent’lerle oluşabilecek bir çabadan daha derinlikli bir kavrayışla mümkün olabilecektir. Çünkü ‘mantar kent’ler, özü itibarıyla modernizmin dayattığı üretim araçlarının oluşturduğu değerler silsilesi içerisinde yer almaktadır. Oysa modern bile olsa bir kentin ilişkilerinde esas nokta manevî ilişkilerin ve ihtiyaçların sürekli gündemde tutulmasıyla bir heyecan oluşturabilir. Bu heyecanın günümüzde pek az şehirde mevcut olduğuna değinen Özdenören, bir çeşit kıyas olarak Paris’in, Kayseri’nin, Maraş’ın, İstanbul’un, Ankara’nın ruh haritalarına dair saptamalarda bulunur. Bu saptamalar içerisinde koku ve rengin ayrıcalığına dikkat çeken Özdenören, İz Yayıncılık’tan geçtiğimiz yıllarda çıkan bu Kent İlişkileri kitabı içerisinde varlığıyla yokluğu arasında ‘artık’ bir fark oluşturmayan manevî bir anlayışın ancak Kur’an ve sünnet eksenli yeni ve orijinal çözüm noktası oluşturacağına işaret etmektedir.
Arif Akçalı yazdı