Vakti ile Kırağı Şiir Dergisi’ni çıkartan ekipten Tayyip Atmaca’nın göndermiş olduğu bir mektup almıştım 1994 yılında. Aynı şehirde yaşadığım ve ismini ilk kez duyduğum bir başka şairden bahsediyordu: Gökhan Akçiçek’ten.. Gidip tanış diyordu Tayyip Ağabey. Mektupta bahsedilen görev yaptığı okulun kapısını çaldım bir müddet sonra. Deniz kenarındaki bir ilçedeki turizm otelcilik lisesi.. Ancak geç kalmıştım. Buradan başka yere tayın oldu diyordu görevli. Ben o aralar, mevcut yoğunluğum dolayısı ile sürekli il dışına çıkıp geliyorum. Evde dinlenmek için birkaç gün kalıp, yeniden düşüyorum yollara.
Ama peşini bırakmadım Gökhan Akçiçek’e ulaşma çabasının. Yaşadığım küçük sahil şehrinde hemen herkes bir şekilde birbirini tanır, en azından yüzler aşinadır. Tayyip Ağabey, Gökhan Akçiçek’e de benden bahsetmiş ki, bir gün dolmuş minibüste babam ile karşılaşmışlar. Babam ile tanışıyorlar ama benim O’nun oğlu olduğumu bilmiyor. Babama soruyor, “Tanıyor musun?” diye… Ben böylece Gökhan Ağabeyin yeni görev yaptığı yeri öğrenmiş oldum. Şehirdeki Milli Eğitim Yayınları Bürosu’nda. Sonra kapatıldı bu bürolar. İlk orada tanıştım Gökhan Ağabey ile. Oturduğu masanın arkasında Milli Eğitim Bakanlığı’nın bastığı yüzlerce öykü, roman, şiir kitaplarını hiç unutmuyorum. Bana bu ilk ziyaretimde ve sonrakilerde de sürekli bu kitaplardan hediye ederdi.
Çocuk edebiyatında yeni bir damar
Gökhan Ağabey, tanıştığımız o aralar, Türkiye Yazarlar Birliği’nin Çocuk Edebiyatı Ödülüne layık görüldü ilk şiir kitabı olan “Bulutlar Örtmese Güneşi” isimli çalışması ile. Kuşkusuz bu O’nun için çok önemli bir başlangıç idi. Çocuk edebiyatı alanında ve özellikle şiir yazımında bu ilk kitabından itibaren kendine has söyleyişini oturtmuş nadir yazarlar arasına girdi. Bu “kendine has”lık meselesi, şiirde didaktik öğelerinden uzak durmak ve çocuğa yönelik büyük dili ile konuşan söyleyişten sıyrılmaktır. Dolayısı ile burada “çocuk edebiyatı” alanını da, bence iki kanala ayırmak gerekli. Birincisi, çocuğa bazı değer ve davranışları öğretmek amacına yönelik ve bütünüyle didaktik çeperle sınırlı eğitici eserler. Ki, bunların çok gerekli olduğuna inanıyorum. Ancak bu eserlerin belki çoğunun edebi, estetik nitelik bakımından zaaflar taşıdığını hemen söylemek mümkün.
İkincisi ise, “çocuk duyarlılığı”na yaslanarak ortaya konan çalışmalar. Bu çalışmaların özünde ve dilinde didaktik öğeden çok, bütünüyle edebi ve estetik nitelikler hemen göze çarpar. Dolayısı ile çocuğa yönelik bir “yarar” sunma anlamında misyon bulamayabiliriz bu çalışmalarda. Şiirin, şiir olmasını gerektiren bir üst dil ve imgesel söylem, çocuk okur için pek de anlamlı durmayabilir bu eserlerde. Bu iki alt alan ile ilgili poetik çalışmaların ve netliğin, ayrışımın çok iyi yapılmadığına yönelik düşüncelerimi Gökhan Ağabey ile özel konuşmalarımızda çok yinelemişimdir.
Mustafa Ruhi Şirin Bey, Gökhan Ağabey, Mevlana İdris, Salih Zengin gibi şairler bu bahsettiğim ikinci alt alan ile ilgili çok nitelikli ürünler ortaya koydular. Önemli bir külliyat birikti geriye dönüp bakarsak. Bu isimlerden sonra gelen sonraki kuşaklar için, onların koyduğu çalışmalar adeta bir eşik görevini gördü.
Gökhan Ağabey, ilk kitabının yayınlandığı 1995 yılından günümüze kadar toplam 14 esere imza attı. Bunların önemli bir kısmı çocuk edebiyatı alanına giren çalışmalardı. Şiirler ve öyküler, anılar. Sonra alan ile ilgili antolojiler, özel kitaplar… Müthiş bir çalışkanlık. Ve bu çalışkanlığı, yıllar geçtikte hızla artamaya başladı. Yayınlanmayı bekleyen dosyaları da mevcut bildiğim kadarı ile.
Doğduğum şehri ve insanlarını anlamaya çalışmakla geçti günlerim
Geçtiğimiz günlerde Gökhan Ağabey, anılarını, denemelerini, değinilerini ve öykülerini içeren yeni bir kitabı ile çıktı karşıma. “Uykusuz Sular” (Artshop Yayınları). Akıcı bir dil ustalığı ile yazılmış kitabı bir gecede soluksuz okuyup bitirdiğim zaman, bir anlamda Gökhan Ağabeyin otobiyografisini yeniden gözden geçirmiş gibi oldum. Kitap aslında tanık olduğu, bildiği, duyduğu farklı konular üzerine kendisinin yazdığı yazılardan oluşuyor. Bu yazılar kimi zaman deneme tadı bırakıyor sizde. Kimi zaman öyküye girip çıkıyor. Kimi zaman da poetik meselelere kapılar aralıyor. Yani oldukça geçişken alanlardan bahsediyorum.
Evlerin birinci oğullarının, ardından gelen kardeşlerden sonra yaşadığı psikolojiyi, içe bükülen dünyalarını anlattığı ilk yazısında aslında Gökhan Ağabey, kendi kişisel öyküsünü veriyor okura. Sanat müziğimizin en güzel şarkılarına söz yazan Güzide Taranoğlu ile eşi Bilal Bey arasındaki imrenilecek “aşk”ı anlattığı yazısında ise, eşler arasında kurulabilecek ideal diyalogun özlemini hissediyorsunuz. Gökhan Ağabeyin yıllardan beri İstanbul’da yaşamak gibi bir ideali vardı. Orada olsa, yazı kariyerinin daha farklı gelişebileceğine dair inancı yıllardır yüreğinin bir yerinde hep durur ve zaman zaman bunu dillendirir. Kitap boyunca da bu düşüncelerini sık sık yineliyor. Hatta şöyle bir cümle çıkıyor karşımıza: “Acaba İstanbul’da olsaydım bütün kapılar bana açılacak, görmeyi arzuladığım o sevilme, takdir edilme hislerini doyasıya yaşayabilecek miydim?” Sayfalar sonra ise, “Bir gün her şeyin düzeleceği iyimserliği ile geçti yıllarım…” cümlesi ile bu ruh halinin nerede ise bütün bir kitabı sarmaladığını görürsünüz. Benzer ruh halini yine, “Doğduğum şehri ve insanlarını anlamaya çalışmakla geçti günlerim” cümlesi tamamlıyor başka bir denemede.
Ama beni en çok, “Hasdal’ın Son Martıları” isimli denemesinin etkilediğini söylemeliyim. Liseyi bitirdikten sonra en büyük hayali subay olmaktır Gökhan Ağabeyin. Bu yüzden İstanbul’a, Hava Harp Okulu’nun sınavına gelir babası ile. Girdiği bütün sınavlardan geçtikten sonra sıra sağlık muayenesindedir. Orada kurduğu hayal kırılır Gökhan Ağabeyin. Çünkü gözlerinin bozuk olduğu anlaşılır ve Harp Okulu’na giremez…
Askerliğini 1980 sonrası Hasdal Cezaevi’ne yakın bir yerde yapan Akçiçek’in komutanı gözlüklüdür oysa… Dayanamaz sorar komutanına sağlık kontrolündeki göz muayenesini nasıl geçtiğini. Verilen cevap epeyce yeterli olur Akçiçek’in Türkiye’deki sınıfsal ayrımı anlayabilmesi için. Gözlük kullanan komutanının babası emekli albaydır, ağabeyi ise binbaşı… Sağlık kurulundan nasıl geçtiğini öğrenmek için ise, Gökhan Ağabeyin kitabını okumayı öneriyorum ilgililere.
Kitapta, “benim yazım” diyebileceğim bu metinde sadece Gökhan Ağabeyin askerlik anısı yok. Sılada bıraktığı ve bütün Anadolu çocukları gibi ancak uzaktan sevmeyi deneyebildiği öykünün trajedisini yaşaması kaçınılmazdır adeta. Aynı metinde geçen şu cümleler de tarihi bir tanıklık gibi: “12 Eylül’ün ardından solcu mahkûmların bir kısmını buraya doldurmuşlardı. Kafaları sıfır traşlı, soluk renkleri ve kalın elbiseleriyle bir başka memleketin vazgeçilmiş çocuklarıymış gibi sokuluyorlar birbirlerine.” Askerde çarşı izni sırasında “sağcı” Türk Edebiyatı Dergisi alıp tümendeki odasına gelen Gökhan Ağabeyin, ta o yıllarda farklı düşünce geleneğine sahip insanlar için kurduğu bu insancıl cümleyi oldukça önemsedim. Bölük yazıcısı olan Gökhan Ağabey bir gün, okumak için masasının üzerine bıraktığı Türk Edebiyatı Dergisi’nin çöp kutusuna komutan tarafından yırtılıp atıldığını görür. “Sen mi okuyorsun bu dergiyi?” sorusuna, Gökhan Ağabeyin “Evet!” cevabı üzerine komutanın yüzü ekşir. Şunu anlamak mümkün ki, 12 Eylül askeri darbesinin gözünde, ister Türk Edebiyatı Dergisi okuyan “sağcı” bir genç, ister solcu bir genç olsun, “adam edilmesi” gereken kuşaklardır bunlar ne yazık ki... Ve Gökhan Ağabeyin söylediği gibi, adeta “bir başka memleketin vazgeçilmiş çocukları”dırlar… Aynı gece idam edilen Necdet Adalı da öyle, Mustafa Pehlivanoğlu da…
“Uykusuz Sular”, kimi zaman içerisinde Gökhan Akçiçek’in kahraman olarak ortaya çıktığı, kimi zaman gözlemlediği, kimi zaman bildiği, duyduğu ve hayata dair, yaşadığı şehre dair, kendisini ait hissettiği ülkesine dair “buruk” anıları, öyküleri, değinileri konu ediniliyor. Ve kitabı okuyup bitirdiğimiz zaman Akçicek’in ve dolayısı ile bir şairin kişisel hayatına ilişkin çok önemli verileri öğrenip yeni bir bakış açısı kazanıyorsunuz…
Selçuk Küpçük yazdı