Tanış olmak. Böyle diyordu vakti kuşanan adam.
Tokalaşmak için uzanan bir 'merhaba' eli midir tanış olmak? Kelimeler, sesler, uzun cümleler kurmak mıdır? Yıllarımızı mı alır yüreğimize değmesi bir dost elinin? deryadan bir damla damlasın diye saçak altlarında yağmuru mu beklemeliyiz?
Başka şehirlerde yaşıyoruzdur ya da aynı sokakta aynı kuş cıvıltılarındayızdır. Kim bilir, biz sabah penceremizi 'günaydın şehirler!' diye açar ve bekleriz.
Hikâye I: Şehirle tanış
İki güzel şehrin iki güzel köşesine meftun oluşumuzla başladı hikâye. Hüdâyi yokuşunu çıkarken Üftâde yollarında soluk alıp verişimiz, zaman/mekân kavramını yeniden sordurdu ve öğretti. 'Kim var imiş biz burada yoğ iken...' selamıyla bir sokak tutup yürüdük. Bir çeşme başı, bir cami avlusu, bir türbe. Kedileri takip ettik ve bulduk. Neyi arıyorduk sahi, başa dönelim. Doğduğumuz şehrin hikâyeleriyle büyüdük. Şahidi olamadığımız zamanları, kurulan sofralarda dinledik. Okuldan çıkar, kitap alma bahanesiyle soluğu Hüdâyi'de alırdık. O zamanlar bizim için bir Fatiha bırakmaktı Hüdâyi, avuçlarımızdan kediler taşırdı (hırka giymiş kedilerdi bunlar); gül lokumu ikram eden teyzeler ve namaz vaktini bekleyen amcalar vardı. Sandalla denizi geçerdi Hüdâyi, hikâye de büyürdü bizimle. Sonunu merak ederdik, arardık.
Kış günleri kekik çayı ile ısınan kütüphaneye bir poşet portakalla gelen Mehmet amcanın muhabbetiyle demlenirdi zaman. Kurabiyeleri köşedeki fırından alırdık ve otururduk bir mektubun başına. Hacı Selim Ağa'da elimize tutuşturulan bir elifba idi, aslında. ا İstanbul oldu ب Bursa.
Hüdâyi hazretlerinin mektupları, risaleleri... Okurduk, geç olurdu. Çarşılar kapanırdı, meyve satıcıları kestane tezgâhlarına bırakırdı yerini. Bir martı çığlığı ardından bir cümle gelirdi. Muhyiddin Üftâde dendi bir gün. Açılan kapıdan içeriye dolan bir kış kokusu gibi anlıktı. Bir damla damladı sayfaya, kendisi kurudu, izi kaldı.
Hikâye II: Şehri dinle
Yıllar geçti elbet, aynı anda ayrı mekânlarda hissettiğimiz günleri sarıp sarmaladık. Küçük ağızlı serçelerin oruçlu ağızlarımıza özendiği bir günde Hüdâyi yokuşunu çıkıp, huzuruna vardık. Dua ve niyet ettik. Nasibi bekledik.
Bursa'da kimsemiz yoktu, gönül bağı kurduk. Şubat soğuğu, hafif sis ve yolculuk… Heybemizde Üsküdar'dan bir selam vardı. Önce Emir Sultan'da M. Safiyüddin Erhan hocamızı ziyaret ettik. Tanış olduk, ilk sofraya misafir olduk. Vakit kendini naza çekmeseydi bu hikâyeyi kendisinden dinlemeyi de o kadar isterdik ki. “Fevkalâde memnunum dünyaya geldiğime…” dediği gibi şairin, kıymetli insanları tanımaktan memnun olarak ayrıldık oradan.
Aşina olduğum tek yoldu belki de Üftâde yolu. Sokakları, köşeleri... Önüme çıkan tabelanın karşısında durup, kendimden emin; 'Nereye gideceğimi biliyorum.' deme cüretinde bulunmuştum. Gafil gezen bir şaşkın olduğumu çok sonraları öğrenecektim. Huzura vardığımızda akşam ezanına az kalmıştı. Yağmur başlamış, Uludağ etekleri sise bürünmüştü. Toprak kokusunu uzun uzun çektik içimize. Camiye doğru sakin sakin yürüyen şemsiyeleri takip ederken, Ulu Cami’ye ve dağa doğru salarken bakışlarımızı, Üsküdar'dan buralara uzanan ve zamanın üstünü örtemediği bu hikâyenin aslını sormuştuk. Bir vesile, bir nasib, bir tanışıklık elbet vardı. Muhyiddin rüyada Üftâde oldu, Mahmud'u Hüdâyi yapan imtihan neydi, bu yola ‘aşk imiş…’ deyip çeken tanışıklık…
Sıdk ile kul ol Hüdâyi eşiğinde dâimâ
Bil hakikat kutb-ı aktâb Hazret-i Üftâde’dir
Hikâye III: Şehrin pencerelerini açık tut
Bir gün daha büyüdük. Çünkü hikâye de büyümüştü. Bir hatırlatma düştü sayfaya, sorular cevabını buldu. Cevaplar soruyu aramıştı belki de, apaçıktı çünkü. Soru sis gibi Uludağ eteklerinde uykuya düşmüştü. Cemre uyandırdı uykusundan dağı: "Eskici Mehmed Dede'yi de unutmayın. Hüdâyi hazretlerinin ilk uyanışına vesile o velidir."
Abdülmü’min Efendi'nin sofrası… Mehmed Efendi işlerini bitirdikten sonra bu sofraya oturur, hem dünya hem ahiret rızıklarından nasiblenirdi. Sohbet sabah ezanına kadar sürerdi, gözler bir ara teheccüd abdestiyle dirilir, seher vaktinin ferahlığına kadar dinlenirdi. Memleketi Amasya’dan ilk tahsilini yapıp Bursa’ya gelmişti. Pamuklu dokuma ticaretiyle rızkını kazanır, Abdülmü’min Efendi'nin sohbet halkasından ilim ve feyz alırdı.
Ömrünün sonlarına doğru ticareti bırakıp, dünya debdebesinden el çekerek Allah’ın rızasını kazanmaya çalıştı. İnsanların gönüllerini hoş etti, dualar aldı. Birçok hal ve kerâmetleri anlatıldı.
Bunlardan biri tüccar Akkaşzâde Seyyid Abdurrahman Efendi'nin anlattığıdır: “Bir zaman ticaret için bir miktar pirinç satın alıp, Bursa’da Yeni Han’daki bir ambara koydum. Bir müddet sonra gidip kontrol ettim. Fakat ne göreyim, pirincin tamamı böceklenmiş. Pirinci bu halde görür görmez çok üzüldüm. Handan üzgün bir halde çıkarken Eskici Mehmed Dede’yi kapı önünde oturur gördüm. Eskici Mehmed Dede bana yönelerek; 'Emir Molla bizden tarafa bak. Bize pilav gönder.' dedi. Ben ona; 'Çuval gönder, ne kadar pirinç istersen göndereyim.' dedim. Biraz sonra gönderdiği çuvalı alıp pirinç koymak üzere ambara girdiğimde, gördüm ki, pirinçte böcekten eser kalmamıştı. Bu hali görünce içim açıldı. Gam ve üzüntüm gitti. Çuvalı doldurup Eskici Mehmed Dede’ye gönderdim. Bu halin Eskici Mehmed Dede’nin kerâmeti olduğuna şâhid oldum.”
O zamanlar Bursa Kadısı olan Aziz Mahmud Hüdâyi hazretleri de Eskici Mehmed Dede’nin hal ve kerâmetlerini görmüş, kendisini talebeliğe kabul buyurmasını istemişti.
Eskici Mehmed Dede ona; “Sizin nasibiniz bizde değil. Şeyh Muhammed Üftâde hazretlerindedir. Onun huzuruna giderek mürâcaatınızı bildirin.” dedi.
Böylelikle Aziz Mahmud Hüdâyi, Hz. Üftâde’nin sohbetlerine katılır. Bir gece rüyasında cehennem ateşini müşahede eder. Birçok sevdiğinin de bu ateşte yandığını görür. Uykudan uyanınca kadılık görevini bırakır. Uludağ eteklerinde bulunan dergâhın çilehanesinin kapısı da dünyaya kapanır ancak Allah’a açıktır. Kimi zaman şeyhinin emriyle Bursa sokaklarında ciğer satar Aziz Mahmud. Kadılığı yüreğinden ve aklından da çıkartması lazımdır. Kadı kıyafetiyle ciğer satmasının ağır bir yükü vardır elbet, dedikoduların da haklılık payı. Bursa’nın koca kadısı dergâha kapı hizmetinden girmiştir. O ise Allah’a ve Resulü’ne daha fazla yakınlaşmak istiyordu. Biliyordu, yakınlık yakıcı ateştir. Ama bu yola girmeliydi.
Hem kim bilecekti ki zahmetin rahmete dönüştüğü bu yolun lezzetini, ferahlığını. Üsküdar Kadı Mahmud’u bilir miydi, Bursa’nın Aziz Mahmud Hüdâyi’yi hazırladığını kendisine…
“Oğlum, padişahlar rikabında yürüsün.” duasını Bursa duymuştu, kerâmetini Üsküdar görecekti.
Hüdâyi okundu kulağına, yeniden doğmuştu. Kendini Allah’a adayandı.
Aşkın oldu âşikâre
Kaldı Hüdâyi âvâre
Tâ olunca derde çâre
Âh edelim senin ile
O gün tabela karşısında Eskici Mehmed Dede’nin türbesini fark edememiştim. Hatırlatıldığı zamanda iki şehri birbirine yakın eden Eskici Mehmed Dede’nin ardından dualar ettik.
Abdülmü’min Efendi Camii’nin haziresinde medfun olan Mehmed Dede’nin vefatına Hâşimi Efendi; “Gitdi Eskici Dede köhne cihandan virdi cân (1028)” mısraını tarih düşürmüş. Bizim payımıza düşen yol olsun, hatır olsun, dua olsun. Aziz Mahmud Hüdâyi’yi irşad eden Eskici Mehmed Dede ile de tanış olalım istedik.
Esra Erdoğan yazdı