Ah Üsküdar… Ah imam-hatip… Ah Üsküdar’ın en güzel yokuşundaki en eski okul. Tam 7 yıl boyunca sendeydik; senin aşkla yürünmüş yollarında yürüdük sevinçle, neşeyle, kaygıyla, kederle… Küçük ve utangaç çocuklardık. ‘Nahcıvan’ dediğimiz Valide-i Atik Camii tarafındaki bölümünde okuduk orta kısmını. Acaba ‘mahkûm gözetleme kuleleri’nden kimlerin bizi gözetlediğini içinden geçiren olmuş mudur? Öyle ya bir zamanlar hapishane olmuş birilerine, külliyenin bu bölümleri.
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
Resimleri büyütmek için üzerini tıklayın. |
Koca Sinan’ın, 1570-1579 yılları arasında, Nurbanu Sultan’ın istek ve himayesinde inşâsına öncülük ettiği bu çok amaçlı yapının Darüşşifa kısmına denk düşüyormuş bizim emektar okul. Bimarhane, tımarhane görevi de üstlenmiş uzun yıllar. Mazhar Osman Bakırköy’den evvel burada şifaya muhtaç karmaşık ruhları tımar etmek için uğraşmış.
“Ah, ne kahraman ne cesur ne güzel çocuklardık”
Koca kapıları olan o tarihî mekândaki lise yıllarımız hızla geçip gidiyordu. Ve biz acılara, bilince, aşka, savrulmaya, ik(i)lemlere, yeni ufuklara, sorgulamalara, şiire, kitaba, müziğe ve en çok da yalnızlığa açılıyorduk. Bizden yüzyıllarca önce yaşamış bir hadis öğrencisiyle haberimiz olmadan hasbihal ediyorduk.
Tefsir derslerinde, Kur’an derslerinde Daru’l-Kurra’nın meşhur hafızlarından birinin kalbin sırrına işleyen kıraatı çınlıyor gibiydi. Ama işte birazdan çıkıp kente karışacaktık. Yoksa orada mı kalmalıydık? Sert hocaların, güzel hocaların, aykırı hocaların, naif hocaların dudakları bizim için açılıp kapanıyordu. O eski kapılar bizim için açılıp kapanıyordu. Tarihi yeniden biz yazacaktık.
Nurculardık, Milli Görüşçülerdik, Hakyolculardık, Ülkücülerdik, Ali Şeriaticilerdik, Devrimcilerdik… Ama her şeye rağmen naif ve güzeldik. Bazılarımızı bir ‘afet’ bekliyordu dışarıda. Kol kola, omuz omuza gezerdik koridorlarda, bütün sınıfların baktığı avluda, aşağıdaki geniş bahçede.
Hocalar geçit resmi’nde
İbrahim Es esiyordu o zamanlar. Salih Parlak tefsirine başlamıştı. Nihat Hoca yazarlarıyla, kitaplarıyla geliyordu sınıfa. Ahmet Karababa Arapça’yı yavaş ama güzel öğretiyordu. Hilmi Beyca ilim merakı demekti. Fizik, kimya, matematik bazılarımıza uzaktı, zordu. Bazılarımız daha iyi öğrenmek için teneffüslerde bile soru çözüyordu. Erol Bey sert görünümlü bir idareci olarak yenilikler ve çözümler peşindeydi. Cengiz Hoca her zaman ‘Gül’ gibi adamdı. Mehtab Hoca’nın ışığı daha çok biz Al(a)mancacılara vuruyordu. Ve biz çıkış kapısına doğru yavaş yavaş yaklaşıyorduk.
“Zindandan Mehmed’e Mektup” burada yazılmıştı
Bediüzzaman’ın kaldığı tımarhaneydi burası. Necip Fazıl’ın “Zindandan Mehmed’e Mektub”u yazdığı hapishaneydi. Hastaneydi bir zamanlar. Çok daha eskiden medreseydi. Bekletilen, şifa dağıtılan, ilim-irfan sahibi kılan… Yüzlerce yıllık bir tarihî mekândı. Geçmişin hatıralarının, acılarının, meraklarının, dünya görüşlerinin, sevinçlerinin mekânlara sindiği söylenir.
Acaba bize hangi huyları sirayet ediyordu? Ama soğukta bile, o uzun öğle tatillerinde, gidip Valide-i Atik Camii’nin şadırvanlarından abdest almayı seviyorduk. O yüzyıllık çınarların altında abdest alırken sohbet etmek gibisi yoktu. Şahsen ben o suyun güzelliğini, farklılığını hâlâ özlüyorum.
Üsküdar bizimle daha bir müslümandı sanki
Ah eski ve güzel imam-hatip lisemiz! Seni nasıl, niçin terk ettik? Diğer tarafında bacılarımız, sevgililerimiz vardı. Ne güzel bağlıyorlardı başörtülerini. Edeple yürüyorlardı. Binlerce kişi bir anda zarif bir sel gibi denize, meydana doğru akıyorduk. Binlerce kişi taşkınlığa varmayan coşkumuzla Üsküdar’a hayat veriyorduk. Ses ve renk katıyorduk. Üsküdar bizimle daha bir Müslüman’dı sanki. Biz o harabe gibi görünen binanın içindeki hazineler miydik yoksa?
Güya ‘sıfır’ bir binaya taşındı
‘Endülüs’ü kaybeden Müslümanlar gibiyiz’ desem abartmış olurum elbette. Lakin ayrılık acısı ve hasret, bir şair ruha bunları söyletiyorsa, onu fazla ayıplamamak gerek bu mübalağadan ötürü.
Şubat’ın 28 gün sürdüğü o zor ve kara yıldan sonra toparlanamadı oradakiler. Çevredeki pek çok imam-hatip lisesinin (doğuran) annesi olan bu okul, alıp başını Güzeltepe’ye; ruhsuz, ‘sıfır’ bir binaya taşınıyordu. Taşındı. Bütün o mahzun sesler ve yüreklerle birlikte. Kendilerine yol verip hayata katıp karıştırdığı binlerce öğrencisini mükedder ve kırgın kılma pahasına.
Acaba… Bir gün… Yeniden…
Vakıflar Genel Müdürlüğü, dört beş yıl boş kalan bu düşsel mekânı, 2003 yılından itibaren Güzel Sanatlar’a devretti. Oysa ne kadar isterdim orada hocalarımı ziyaret etmeyi, onların tebeşir tutan ellerinden öpmeyi. Oraya istediğimiz şekilde ulaşamadıktan, orada aynı heyecanla buluşamadıktan sonra n’eyleyeyim restore edilmiş halini?
Köklerin kavileştiği bir mekânı kaybetmenin derin tasasıyla bir ‘darü’l ahzan’ diyoruz o çok önemli yuvamıza. Bu yüzden yanından geçerken, çok sevdiğini başka birine kaptırmış bir insanın kırıklığını ve belki de utancını yaşamaktan kendimizi alamıyoruz. Acaba… bir gün… yeniden… oraya…
Mustafa Nezihi Pesen, taştan inşa edilmişse de bir kalbi olduğuna inandığı okulunu yazdı
Aşk senin duvarlarına ilmik ilmik işlenmiş de, vuslatı sana çok görmüşler.
Bir öğle tenefüsünde yaktılar önce bağrını, ilk göz yaşım.. Sonra terk ettiler ıhlamur kokulu bahçelerini.
Yalnızlık sana hiç yakışmadı..
Hiç unutmadım senin yokuşlu yollarını, ilk kaybolduğum günü, perili evi, ıhlamurlu bahçeyi, tezhipleri puslu kubbeleri, kapının önündeki kestane ağacını, Pala'yı, Erol hocayı bile, yangından sonraki bağrı yanık halini bir de. Hala içimizde bir umut beklemekteyiz, vuslat yakındır diye.