Toprağı Şüheda Kanıyla Sulanan Şehir Çanakkale

Çanakkale’de yatan şehitlerimizin kimlikleri, Türkiye’nin şu anki sınırlarından ibaret olmadığının en somut delilidir. Mehmetçiklerimiz burada Prizren’den Bakü’ye, Şam’dan Kerkük’e, Malatya’dan Edirne’ye uzanan bir memleket yelpazesinde bir ve diri olarak koyun koyuna yatmaktalar… Çam ağaçlarının kokusu, kuşların şakımaları, güllerin edalı salınımları arasında. Yasemin Dutoğlu’nun gezi notları.

Toprağı Şüheda Kanıyla Sulanan Şehir Çanakkale

Çanakkale’yi ilk kez 1986 yılında görmüştüm. İkinci kez 1997 de, son olarak ta bu yaz gitmek nasip oldu. İki kıtanın birbirine iyice yaklaştığı bu yer, yüzyıllar boyunca bir yerleşim ve geçiş noktası olmuş. Bizim Avrupa’ya uzanan maceramız da buradan 1353 yılında Süleyman Paşa’nın karşı yakaya geçmesiyle başlamış.

Tarihin en büyük savunma savaşlarından birinin geçtiği Gelibolu yarımadasını, 1986 yılında gezdiğimde, öyle bir manzara vardı ki; haklı bir dava için çarpışmış ve savaşı kazanmış olan biz Türkler değil de karşı taraftı sanki. Onlar muharebelerin geçtiği tüm önemli noktalara anıtlar dikmişler ve ölen askerlerinin isimlerini tek tek yazmışlardı. Vatan için canını veren 250 bin Osmanlı neferinin ise esamisi bile okunmuyordu. Yarımadanın boğaz girişine hâkim noktasındaki şehitler abidemizi hariç tutarsak, orada bizim Mehmetçiklerimiz tam bir meçhul asker konumundaydı. Şimdi aradan otuz küsur yıl geçtikten sonra, altı üstü şehit kanıyla sulanmış bu kutsal topraklara gereken değerin verilmiş olduğunu, güzel ve anlamlı düzenlemeler ve anıtlarla şehitlikler oluşturulduğunu memnuniyetle gördüm.

Mehmed Akif’in deyimiyle Peygamber aguşunda dinlenen, en üst mertebe olan şehitlik makamına ulaşmış yiğitlerin makbere ihtiyacı yoktur belki ama yeni nesillerin orada olup bitenler hakkında fikir sahibi olması için bu tür simgelere ve anıtlara ihtiyaç olduğu kuşkusuz. Mehmetçiklerimiz burada Türkiye’nin şu anki sınırlardan ibaret olmadığının en somut delili olarak Prizren’den Bakü’ye, Şam’dan Kerkük’e Malatya’dan Edirne’ye uzanan bir memleket yelpazesinde bir ve diri olarak koyun koyuna yatmaktalar… Çam ağaçlarının kokusu, kuşların şakımaları, güllerin edalı salınımları arasında cennetten bir köşe olan bu yerde hala bayrağımız dalgalanıyorsa onların fedakârlıkları sayesindedir. Ruhları şâd olsun.

İlk durağımız Cahidi Sultan dergâhı

Çanakkale’deki ilk durağımız Kilitbahir sırtlarındaki Cahidi Sultan dergâhı oldu. 17. yüzyılda yaşamış Halveti yolunun erenlerinden biri olan Cahidi Sultan’ın tekkesi, serviler altındaki şadırvanı, sokaktan geçenlerin istifade ettiği çeşmesi, gülhatmiler altında dinlenen haziresi, sevimli cami ve türbesi ile boğazın durgun surlarını keyifle seyreden, her yanından tarih fışkıran bir mekân. Bana biraz İstanbul boğazının mutena bekçisi Yahya Efendi hazretlerinin dergâhını hatırlattı. Benzer manzarası, aynı huzur atmosferi ve ruhlara inen aynı sekinet. Yalnız burada kediler eksikti. Hazret, duvarda asılı beytiyle, gelen geçeni yüzyıllar ötesinden terbiye etmeye devam ediyor:

Cahidi geç bu hayalden bakma dünya malına

Zehr olur her kim sunarsa elin anın balına

Akil isen kıl seyahat git Resulün yoluna

Bir değirmendir bu dünya, öğüdür bir gün bizi

Çanakkale’nin erenler bakımından zengin merkezlerinden biri olan Gelibolu ilçesini de ziyaret ettik. Yüzyıllar boyunca Türkçe konuşulan coğrafyada en çok okunan kitaplardan biri olan Muhammediye’nin yazarı Yazıcızade Mehmed Efendi hazretlerinin türbesini ve hemen fener burnunun altında kayalara oyulmuş çilehanesini gördük. Türbenin etrafında bir zamanlar var olduğu eski fotoğraflardan anlaşılan hazireden eser kalmamış. Dümdüz bir bahçeye dönmüş ne yazık ki. Hâlbuki her biri birer sanat eseri olan o eski mezar şahideleri ne kadar güzeldir. Medeniyetimizin dilsiz ve dudaksız konuşan abideleridir. Hamza koyuna bakan Bayraklı Baba’nın bayraklarla donanmış türbesi, Namazgâh ve Hallac-ı Mansur makamına yapılmış türbede seyahatimizin sürpriz güzellikleri oldu.

Bir soluklanma mekânı Behramkale

Ziyaret saatlerine yetişemediğimiz için Gelibolu Mevlevihanesini ancak dışardan ziyaret edebildik. Nedense güzelim cümle kapısının içi duvarla örülmüş, rastgele bir yere demir bir kapı yapılmış. Bu durumu hayli yadırgadım. Başka bir sefere o barok merdivenlerden çıkıp semahaneyi de görmek nasip olur inşallah.

Ertesi gün, daha önceki ziyaretlerimizde görmüş olduğumuz için, Truva’yı es geçerek Assos’a yöneldik. Belki de ülkemizin en güzel köylerinden biri olan, taş evlerle dolu Behramkale bir soluklanma mekânı oldu bizim için. O güzelim yerel ağızla konuşan esnaf, burada misafirperverliğin hala geçer akçe olduğunu gösteriyordu.

Ege’nin dünyanın başka hiçbir denizinde rastlanmayan muhteşem maviliği, karşıda Midilli’nin siluetini izleyerek kekik kokuları arasında tarihi liman mahallesine kadar indik. Etrafında daha bakımlı taş yapıların çevrelediği küçük limanda tekneleri izlemek çok güzel ve keyifliydi. Buradan Bozcaada’ya geçmek niyetiyle Geyikli iskelesine yöneldik. Yol boyunca kâh verimli köyler, kâh nispeten sakin sayfiyelerden geçerek Bozcaada feribotunun kalktığı iskeleye ulaştık.

Behramkale

Geleneksel mimarinin hâkim olduğu Bozcaada

Yarım saatlik bir yolculuğun ardından Bozcaada sevimli bir geleneksel mimarinin çevrelediği limanı ve güzel kalesi ile karşımızdaydı. Ara sokaklara girdiğimizde gayet insani ölçekte ahşap evler duvarlardan ve pencerelerden sarkan rengârenk çiçekler, tembelce güneşlenen insana aşina kedilerle dolu bu şehirde bir eski zaman masalına düşmüş gibi olduk. Bir yanda Rum kilisesi diğer yanda minareler, yüzyıllar boyunca kimsenin dinini-milliyetini hor görmeden birlikte yaşamayı başarmış bir medeniyetin somut göstergesiydi. Adanın ünlü badem lokumlarını, çınar altının güzel çayı eşliğinde tattık. Gerçekten enfes bir lezzetti.

Sonraki gün sırada Gökçeada vardı. Gökçeada ülkemizin batıdaki en uç noktası. Gelibolu yarımadasındaki Kabatepe iskelesinden kalkan feribotlarla bir buçuk saatte ulaşılıyor. Oldukça büyük ve dağlık bir ada. İlçe merkezi Bozcaada’da olduğu gibi hemen sahilde değil, biraz içerde konumlanmış. Bunun etrafında ise birbirine biraz mesafeyle yerleşmiş birkaç köy yer alıyor. Bu köylerden Dere köy, Tepe köy, Zeytinli ve Kale köyü ziyaret ettik. Halen önemli ölçüde Rum yaşıyor vatandaşımız burada, köylerde Rumca konuşmalar Türkçeye karışıyor.

Mübadele sırasında Rum nüfusun Yunanistan’a göçmesiyle yarı terkedilmiş bir hale gelen Dere köy, yarı yıkık evlerin, birden kapanan hava ve atıştıran yağmurun etkisiyle iyice hüzünlü bir hale büründü. Sanırım yaşanan dramlar şöyle veya böyle mekânlara da siniyor. Savaşlar olmasa, insanlar yerlerini yurtlarını istemeyerek terketmek zorunda kalmasalardı keşke. Tepe ve Zeytinli köyün manzaraya hâkim konumları hayatın yavaşça, huzurla aktığı daha canlı ve keyifli mekânlardı. Küçük, sevimli işletmelerde yöreye has bir pide çeşidi olan cicirya, karadut şerbeti, damla sakızlı muhallebi ve dibek kahvesi sunuluyor. Kale köy sahilde yer alan konumuyla biraz daha deniz turizmine hizmet ediyor gibi görünüyordu. El değmemiş doğal ortamı, yol boyunca uzayan zeytinlikleri, çam ve kekik birbirine kokularının karıştığı tertemiz havası, özgün taş evlerle dolu köyleriyle Gökçeadayı daha çok sevdiğimi itiraf edeyim.

Bozcaada

Huzurlu ve dingin bir yaşam

Çanakkale şehir merkezinin, otuz yıl önceki haline kıyasla, çok fazla değişmediğini gördüm. Elbette şehir özellikle İzmir yönünde büyümüş. Ama en azından aşırı yüksek yapıların istilasına uğramamış. İskele meydanı ve kordon boyu hemen hemen aynı… Aynalı çarşı o zamana göre daha bakımlı olsa da orijinalliğim yitirmesine sebep olan bir restorasyon geçirmiş. Önüne belli ki çarşı girişini vurgulamak gayesiyle ama anlamsız ve çirkin bir tak konulmuş.

Bir değişiklik de ilk gidişimde Kilitbahir-Çanakkale arasında çalışan 2-3 araçlık küçük tekneler tamamen ortadan kaybolmuş, yerini devasa feribotların almış olması... Eh otuz yılda olacak o kadar. Şehrin genelinde hissedilen huzur ve dinginlik, kolay yaşanır olma gibi özelliği aynen devam ediyor. Yalnız karşı yakaya geçmek başlı başına bir zorluk gerçekten… Keşke İstanbul’da olduğu gibi yalnız yayalara hizmet eden ve daha sık hareket eden tekneler olsa. Sarıdere güzel değerlendirilebilse şehrin çehresini değiştirmeye aday bir nimet aslında… Saat kulesi, Kadir Usta’nın fırınlanmış peynir helvası, ezine peynirinin keskin lezzeti, şehrin ferahlatan esintisi, akşamları kordonda gezintinin ve Güzelyalı sahilinden abideyi izlemenin keyfi, sevgili arkadaşım mihmandarımız Gülseren Yüksek’in gülen yüzü ve misafirperverliği otuz yıl öncesiyle aynıydı.

Emekleri, samimiyeti ve birlikte geçirdiğimiz unutulmaz güzellikteki günler için teşekkürlerimle…

 

Yasemin Dutoğlu

YORUM EKLE
YORUMLAR
Mehtap
Mehtap - 5 yıl Önce

Üzerine basmaya kıyamadığımız topraklar bu kadar güzel anlatılabilirdi.

banner36