Bu yazı İstanbul’daki mezar taşlarımız ve tarihî mezarlıklarımız üzerine üzücü, ancak birtakım hafıza oluşturma gayretindeki hatırlatmaları paralel olarak sürdürmeyi amaçlıyor. Yazılacak bütün satırlar için yakın vadede özet görevinde tek cümle yeterli aslında: Biz nasıl bir hazine üzerinde oturduğunu bilmeyen nankörleriz.
Mezar taşları denince, meselenin acı boyutlarından biri de müzmin hamakatimizdir. Hâlâ mezar taşları yüksek fiyatlarla satılmak üzere yurt dışına kaçırılıyor. Bunu alt düzeyde bürokratların dilinden bile duymak mümkündür. Peki, korundukları hâlde mi kaçırılıyorlar? Kocaman bir hayır: Korunmuyorlar. Mezar taşlarını bugün öğle yemeğinizi yedikten sonra sırtınıza bir çanta yükleyip herhangi bir kabristandan edinebilirsiniz. Çantanız büyük olursa genişçe bir kavuk alırsınız, değilse bir fesle idare edin; sonra tek yapmanız gereken bu sanat eserleri için uygun alıcıyı bulabilmek. İşte bu kadar basit.
Ya da satış amaçlı değil, sırf zevk için mezar taşı parçalamak mı istiyorsunuz? Onlara özenen yok, dilediğinizce yapabilirsiniz.
İsterseniz sıradan bir mezarlığa uğrayalım ve bize dünyanın en güzel başkentini bırakan ecdadımıza reva gördüğümüz manzaraya bir bakalım.
Son mezar taşımız da kırılıp atıldığında…
Fatih’te Fevzipaşa Caddesi’ni başlatan surlardan aşağı doğru inerken sağınızda başlayan büyük yeşil araziye Google “Rum Mezarlığı” diyor. Buraya giremezsiniz çünkü demir kapısı kilitlidir. İçeriyi görebildiğiniz kadarıyla mezarlığın, insanların girişine kapalı olması sebebiyle temizliğini müşahede etmek mümkün. Biraz daha aşağıya ilerlediğinizde sağa doğru yolun sonunun Balat sahiline ulaşacağı esrarlı ve loş bir rotaya dâhil olursunuz ancak surları geçmeden hemen burada duralım. Burada küçük bir kabristan var. Google buna da “Sur Dibi Mezarlığı” demiş.
Burası bir Müslüman mezarlığı fakat bu mezarların Müslümanlar’a ait olup olmadığı, tıpkı şehrimizin topyekûn belirsizleşen durumu gibi gitgide zorlaşıyor. Belki muhatabınızı ikna etmeye buranın bir mezarlık olduğunu söyleyerek başlamalısınızdır. Çünkü şehrin en kıymetli taşlarından bir demetin olduğu bu küçük mevki pislikten ve ilgisizlikten geçilmiyor.
Bu gidiş nereye diye hiç merak da etmiyoruz, sahiden bu gidiş nereye?
Son mezar taşımız da kırılıp atıldığında bu şehrin ruhunu birkaç selatin camisi kurtarabilir mi sanıyoruz? Tarihî mezarlıklarımızı belki her gün gidip ziyaret ediyor değiliz ama ayakta durmaları bizim de içimizde bazı düşünce ve hislerin henüz yaşıyor olduğuna işaretti; şimdi onları tek tek ve hızlıca kaybediyoruz. Elbette mezar taşlarımız bu hissizlik ve ilgisizlikten tek başlarına nasiplenmiyorlar, onlarla birlikte nicesi; hamamlar, çeşmeler ve surlar da dibe doğru iniyor ve inerken henüz fark etmesek bile bizi de aşağı çekiyorlar.
Varlığını bu şehirle denkleştiren kalplerin ıstırabı
İstanbul’da idarenin tarihî şuuru ‘para getirenler’ bölümüne teksif edilmiş durumda ve haklarını yemeyelim, o bakımdan epey gayret gösteriliyor. Sözgelimi hiç kimse bir korunun ya da tarihî kasrın bakımsız olduğunu söyleyemiyor zira darphane gibi çalışıyorlar bir yandan. Ama sahipsiz vakıf eserlerin sayısız -mecazen değil büyük ihtimalle kelime anlamıyla sayısız- kadarını yok edip yüzlercesinin arazisini de imara açmış durumdayız.
Manzaranın en görünür olanı tarihî kabristanlardır. İstanbul’un tarihî kabristanlarının bundan birkaç on yıl öncesine kadar nerdeyse birkaç adımda başka bir tanesine rastlanacak bollukta olduğu söylenir. Öyle bir azim ve inatla yıkmışız ve hâlen yok ediyoruz ki İstanbul’a muhabbet besleyen ve varlığını bu şehirle denkleştiren bir kalbin böylesine vahşet dolu bir hikâyeden duyacağı ıstırap tahmin edilemez boyutlara varıyor. İşin edebiyat kısmına geldiğimizde herkes İstanbul’a âşık ve herkes adeta onunla hayat buluyor. Ama elinde balta tutanlarla edebiyatın mimarları yer yer kesişiyor ve bizim müzmin hamakatimiz de tam buralarda bir yerde başlıyor.
İstanbul’u yönetmeye talip olmak, bir mirasa layık olmak demektir
Ezcümle, kısa bir yürüyüşle art arda görebileceğiniz iki mezarlık, Rum Mezarlığı ve Sur Dibi Müslüman mezarlığı… İkisine de dışarıdan kısa bir atf-ı nazar ederseniz yüz yıl önce söylenmiş o özlü sözden iki adım ileri gidemediğimizi görürsünüz: Yaşayışları dinimiz, dinleri yaşayışımız gibidir. Gerçi mezardan ve ölüden söz ediyoruz nihayetinde ama evet, mezarlıklarımız dahi dinleri gibidir.
Sur Dibi Mezarlığı’nda birçok kabrin kitabe ve şahidesi kayıp, yeni mezarlar arasına sıkışmış eskiler çok fazla yara almış durumda ve bir araya toplanmış çok sayıda kitabe var. Ayrıca kitabeler okunaklı olma vasıflarını yitirmişler, bu da bakımsızlıktan kaynaklanıyor. Yıkılmak üzere olan taşların yanı sıra toprağa gömülmüşler de var. Yeni mezarlar arasında eskileri sanki her an imhaya müsait gibi metruk görünüyorlar. Hoş, imha etseniz kimsenin gıkı da çıkmaz ya…
Amerika’da bir şehri yönetmeye talip olmak büyük bir sorumluluğun altına girmek anlamına gelebilir. Ama İstanbul’a talip olmak çok daha değişik bir şey, bir mirasa layık olmak demektir. Bu kadar ucuz olmamalıydı…
Bunları zihnimden geçirirken, hemen yanı başında sahabe-i kiramdan mübarek zatların da medfun olduğu bu küçük mezarlıktan ayrılmadan ince sarıklı bir başlığı olan ince hatlı kitabelerden birine yanaştım ve mezar yeri belirsizleşmiş, devrilmek üzere olan bu kitabe altında kimin yattığını merak ettim. Mehmed Said Efendi adında bir zatmış, yaşarken “bilmedi sıhhat-i vücud” deniyor.
Öldükten sonra mezarının çekeceklerini görseydi bir de…
Fotoğrafları büyütmek için üzerlerini tıklayınız.
Yazı ve Fotoğraflar: Sadullah Yıldız
Sadullah Yıldız'ın konu ile ilgili 1. yazısı için tıklayınız: //www.dunyabizim.com/tarihi-mezar-taslari/24459/kabristan-gormeyen-bir-istanbullunun-gozleri-eksiktir
3. yazı için tıklayınız: //www.dunyabizim.com/tarihi-mezar-taslari/24938/cengelkoye-ettigimiz-vefasizliklar
Buna benzer çok yerler var.Bir defasında denk gelmişti:Bir tane ilim vakfının avlusunda bulunan dağılmış mezarlıkları görünce kan beynime sıçradı.Tarihe sahip çıkmayanlar bize tarih öğretiyorlar şu işe bak. Yazı için teşekkürler.