Sıkı Bir İstanbullunun Tanıması Gereken 10 İfade ve Cümle-4

İstanbul’un sakini olmuş dedelerimizin bütün izlerini şehrin duvarlarında muhafaza edebilmiş değiliz. Şu anda görülebilenlerden çok daha fazlasını da miras aldığımız gibi koruyabilip yaşatsaydık hepimiz şimdi olduğumuzdan büyük ihtimalle daha farklı kimseler olacaktık. Sadullah Yıldız, iyi bir İstanbullunun, bilinmesi hâlinde şehre yabancılığını giderecek, İstanbul ile arasındaki mesafeyi daraltacak kitabeleri derlemeye devam ediyor.

Sıkı Bir İstanbullunun Tanıması Gereken 10 İfade ve Cümle-4

Bizden ve bizi müteakip geleceklerden çok önceleri İstanbul’un sakini olmuş dedelerimizin bütün izlerini şehrin duvarlarında muhafaza edebilmiş değiliz. Şu anda görülebilenlerden çok daha fazlasını da miras aldığımız gibi koruyabilip yaşatsaydık hepimiz şimdi olduğumuzdan büyük ihtimalle daha farklı kimseler olacaktık. Çünkü insan gördükleriyle kendini şekillendirdiği gibi kendine vermek istediği şekil mucibince de şehrini biçimlendirebiliyor.

Şehrin insanı şekillendiren tarafının capcanlı oluşuna bir işarettir ki sözgelimi eskiden adı ‘Büyük Mezarlık Caddesi’ olan İstiklal Caddesi civarındaki Dolmabahçe’ye kadar inen devasa kabristan artık yok. Çünkü buraya getirilip (getirdiğimiz) yaşaması için salıverilen mahlûk ile oranın sakini durumundaki ruhun bir arada durabilmesi imkânsızdı. Hırçın ve taşkın olan, diğerini kovdu ve önceki gibi bu da kendi insanını şekillendirdi.

İstanbul’un başka birçok mahalli için mezarlıklar üzerinden bu örnek gösterilebilir ancak eskiden yaşamakta olan şeyi sulayan yegâne damar mezarlıklar değildi. Mezarlıklar kadar büyük de değildi belki. Şehrin ayrıntılarına kadar sinmiş unsurları, çizgileri ve biçimleri üzerinden şekillenen insanın yine bizzat kendisi şehri o hâle getirmişti. Bu frekansın hayatımızda izlerinin olması, frekansın da henüz yaşıyor olduğuna işaret etmelidir.

Bu izleri Osmanlı’nın yazısı üzerinden de takip edebiliriz. Duvarlara yazılı birtakım sıralı harflere turistlerin bakışıyla bizim bakışımız arasında benzerlik bulunması gerçekten hiç iyiye işaret değil. Evet, öylesi de nefes almaktır belki ama seviyeyi yukarılara çıkaran şehirlilik kendini meydana böyle koymuyor.

İyi bir İstanbullunun, bilinmesi hâlinde şehre yabancılığını giderecek, İstanbul ile arasındaki mesafeyi daraltacak kitabelerden birkaçını derledik ve diğerlerinin (tıklayınız) de olduğu zincire ekledik.

(Sevgili okur, çoğu Arapça olan bu ibarelerde sesli harflerin gösterdiği harekelerin okunuşunu dikkatle yazdığımızı gözden kaçırmamalı ve ‘e’ sesi olan bir yere ‘i’ sesini vermemesi gerektiğini unutmamalıdır.)

1- Şazelî Tekke Camii’nin Cemalettin Efendi Sokak cihetindeki örme taş duvara asılı, genellikle camilerin dışında levha asmak gibi bir manzaraya rastlanmaması hilafına, “yâ seyyidena’l-imâm Ali ebu’l-Hasan eş-Şâzelî” (Ey efendimiz, imam Ali ebu’l-Hasan eş-Şazelî) yazısı duruyor. Ebu’l-Hasan eş-Şazelî, Şazeliye olarak bilinen tarikatın piri kabul ediliyor.

İstanbul’u dikkatle adımlamayı seven kıymetli okurlar bu levhanın altında 1303 (1886) tarihini hemen fark etmişlerdir. Cami-tekkenin girişinde duran ve Sultan II. Abdülhamid’in tekkeyi tamir ettirdiğini bildiren kitabe-tuğranın da bir sene ziyadeyle aynı tarihi taşıdığı gözden kaçmasa gerek. Bu iki yazı arasında kurulacak bağlantı ise şudur ki tekkeyi onartan büyük hakan, kitabesiyle birlikte bu levhayı da yazdırmış olsa gerektir. Kendisinin de sık sık Şazelî tarikatının zikir meclislerine katıldığı bilindiğine ve devrindeki şeyh olan Zafir el-Medenî ile mektuplaştıklarına göre burada Ulu Hakan’ın izine tesadüf etmemiz basit bir rastlantı olmamakla birlikte şaşırtıcı da değil; elbette bu ayrıntıyı fark edenler için.

2- İç süslemeleriyle olduğu kadar minberinin ihtişamıyla da nefes kesici ve dinlendirici bir mabet olan Hekimoğlu Ali Paşa Camii, minberinin iç yüzünde, sıra mukarnas altındaki kıvrım süslemeler içinde bir cümle saklamaktadır: “Bede’tü bismillâhi ve’l-hamdi evvelen.” (Önce besmele ve hamd ile başladım.)

Bu cümlenin konduğu yer itibariyle evvela imamı hedeflediği ortada. Osmanlılar minber içlerine imamın unutmaması için bazen böyle hatırlatmalar yazıyorlar. (Başka bir örnek için 2 numara.)

3- Cetlerimizin mezar taşlarına şiirler, ibretli sözler ve hikmetli cümleler yazmalarının yanında hiç atlamadıkları bir özellik de Allah’ı hatırlatan ibareler koymalarıdır. Bunlar en yaygın görülen “hüve’l-bâkî” (ebedî olan sadece odur) ibaresinin yanı sıra genellikle ölümle, ahiretle veya cennetle ilgili ayetlerin nakledilmesi şeklinde olur. Bu ayetler birkaç tanedirler ve sık kullanılanları da bir elin parmaklarına yaklaşmaz.

Eyüp semtinin eteklerinde, caminin hemen sırtında oldukça talihli bir mezar yeri kapmış Hacı Nazif Çelebi ve ailesinin burada defnedildiklerini bildiren mezar taşında, mezar taşlarında rastlanması muhtemel söz konusu ayetlerden ikisi aynı anda yer alıyor:

Rahman suresinin 26-27. ayetleri yukarıdaki oval içinde: “Yeryüzündeki her canlı fanidir. Fakat azamet ve ikram sahibi olan Rabbinin zatı bâkîdir.”

Şuara suresinin 88-89. ayetleri ortadaki şeritte: “O gün ki ne mal fayda verir ne de oğullar. Ancak Allah’a halis ve pâk bir kalp ile varan müstesna.” (Mealler Ali Fikri Yavuz hocadan)

4- Sultan I. Ahmed ile ilgili bir detay, okuduğumda pek ilgimi çekmiş ve beni bir süre düşündürmüştü. İstanbul’da o güne dek görülen camilerin en mutantan ve mehib olanlarından birini yaptırmaya henüz ilk gençliği devrinde girişen kudretli padişah, camiyle birlikte büyük külliyesi tamamlandığı gün kutlamasını da halka ihsanlarda bulunarak yapmıştı.

Çok önemli ve çarpıcı bir durumdur ki padişah, ihtişamlı bir merasimle ibadete açtığı Sultanahmet Camii’nin tamamlanması üzerine Medine’ye servet değerinde hediyeler göndermiştir. Aradaki birkaç bin kilometreyle bu iki yer arasında nasıl bir bağ olabileceği yani İstanbul’da inşası tamamlanan bir caminin kaymağını neden Mescid-i Nebî’nin yediği sorusu, yaptığı işi her nerede yapıyor olursa olsun, tayin edilmiş belli bir maksatla yapan Osmanlı sultanlarının ruh hâline oldukça isabetli noktadan kapı aralıyor.

Resûl-i Ekrem’e olan muhabbeti Osmanlı padişahları arasında zirvede bilinen Sultan I. Ahmed Han, bunu ifade ettiği meşhur mısralarıyla bugün hâlâ camisinde ziyaretçilerini selamlamakta, bir cihan padişahının peygamberine böylesi hürmeti insanı tesir altında bırakmaktadır. Minberin karşısına hizalanmış bu şiirde şunlar yazıyor:

N’ola tâcım gibi başımda getürsem dâim

Kadem-i nakşini ol hazret-i şâh-ı rüsulün

Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir

Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün

Zamanımızın hat üstatlarından Ali Toy’un, insanın bakışlarını soba üstünde unutulmuş tereyağına çevirecek selaset ve ustalıkta meşk ettiği talik hattıyla 1999’a muvafık h. 1420 senesinde yazılmış bu harika, şehrin herhangi bir yerine asılmış bütün tablolar arasında en meşhurlarından biridir denebilir.

5- Yıldız Hamidiye Camii, Sultan II. Abdülhamid’in de hünkâr mahfili kafeslerinin harika marangoz işlerinde el emeğinin imzasını taşıyan, sultanın yadigâr bıraktığı çok sayıda hayır eserinden biri.

Harika bir işçiliğe sahip minberin kubbeciği altındaki sıra mukarnasın aşağısında duran bir yazı, hadis olması hasebiyle tercih edilip buraya yazılması ihtimalinin kuvvetine karşın, zamanımızın muhaddislerinden Elbanî’nin “Silsiletü Ehâdîsi’z-Zaîfe ve’l-Mevzûa” (Zayıf ve Uydurma Hadisler) adlı eserinde topladığı ve “batıl” notu düştüğü sözler arasındadır. Yani bu sözün hadis olmadığı ve Hz. Peygamber aleyhisselamın mübarek ağzından çıkmadığı kendisi tarafından belgelenmiş oluyor.

İbarenin okunuşu şöyle: “İzâ sa’ide’l-hatîbu fi’l-minberi lâ salâte ve lâ kelâme fîhi.” (Hatip minbere çıktığında ne namaz kılınır ne konuşulur.) Aslında her ne kadar ibarenin hadis olmadığı ortaya çıkıyorsa da içerik olarak mevzu-ı sözün doğruluktan nasipsiz olmadığı söylenebilir. Çünkü minberde hoca konuşurken onu dinlemeyen yanındaki kişiyi uyarmanın bile herkes için haram olduğu bilinen bir hükümdür.

6- Yine Yıldız Hamidiye Camii’nde, minber içindeki bir yazı her cuma günü hoca efendilerin hutbeden önce okudukları günün konusuyla ilgili hadisten hemen sonra söylenen mutat bir cümlenin benzeri olmakla kulağa tanıdık gelebilir.

Cuma namazlarındaki hutbenin gövdesini oluşturan ve standart olarak tekrar edilen Arapça cümlelerden, Ahzap suresinin 56. ayetinin sonundaki “ey iman edenler, Allah’ın Resûlü’ne salat edin” emri bile birçok insan tarafından anlamı bilinmediğinden dolayı suskunlukla karşılanıp emir yerine getirilemez durumdayken bu cümlenin bilinmemesi o kadar vahim değilse de yine bilinmesinin iyi olacağı müsellemdir.

İmamın genellikle “sadaka Resûlullâh fîmâ kâl” şeklinde tekrarladığı cümle burada bir kelime değişerek, “sadaka habîbullâh fîmâ kâl” (Allah’ın sevgilisi dediğini doğru dedi) şeklinde oyulmuş. Aslına bakılırsa bu cümleyi duyduktan sonra cemaatin de “âmennâ ve saddaknâ” (iman ettik ve doğruladık) diye içinden geçirmesi edep erkânı cümlesindendir.

7- Sultanahmet Camii’nin kıble aksindeki çıkış kapısından önce, mahfil korkuluklarına asılı bu tablo, “el-kâsibu habîbullâh” şeklinde okunuyor ve “Kazanan (tüccar), Allah’ın sevgilisidir” anlamına geliyor. Hadis-i şerif olduğunu öteden beri duyarsak da kaynağına erişemediğimiz dipnotunu zikretmiş olalım.

Celî talik hatla Ali Haydar Bey tarafından yazılan ve görülebilecek en büyük kalem işlerinden biri olan bu nefis göz şenliğinin alt satırında ise sağdan sola “ketebehû el-abdü’d-dâî Ali Haydar hafîd-i Melek Paşa gafera lehümâ, 1279” yazıyor.

Tam bu noktaya böyle bir levha asmış olmayı herhâlde işini bölüp vakit namazlarına gelen esnafın ve ailesini geçindirmek için didinen kimselerin teselli bulacağı, yaptıkları işin ulviyetini düşünmelerini sağlayacak bir motivasyon aracı olarak düşünmeliyiz. Osmanlılar yaptıkları işlerde hikmet ve fayda boyutunu hiçbir zaman göz ardı etmezlerken en merkezî camilerine bu tabloyu gelişigüzel astıklarını iddia safdillik olurdu.

8- Yaşayan bir hazine, Semavi Eyice hocamız Firuz Ağa Camii’nin Diyanet İslam Ansiklopedisi’ndeki maddesinde bu caminin girişindeki mukarnas tezyinatı arasında bulunan rozetin iki yanındaki dairelerin içinde satrançlı hatla “Muhammed” yazdığını söylüyor.

Bu satrançlı hattın (Uğur Derman hoca ‘murabba’ olarak bilinen bu türün bazı kaynaklarda ‘makılî’ ya da ‘bennaî’ olarak tesmiye edildiğini zikreder) nadir de olsa bazı örneklerini şehrin farklı noktalarında seyretmek mümkün; fakat buradaki örnekler çevre süslemeleri ve altın yaldızlarıyla bir başka görünüyorlar.

9- Osmanlı sultanlarının hürmet göstermekte birbirleriyle yarıştıkları ve tarihinin en ihtimamlı devresini yaşattıkları mukaddes emanetlerin olduğu kısım, Topkapı Sarayı’nın en müstesna bölümü. Buraya dışarıdan girince göze ilk çarpan tablo ise ahşap çerçeveli, harika tezyinatlı zerendud bir hadis-i şeriftir: “Şefâatî li ehli’l-kebâiri min ümmetî.” (Şefaatim ümmetimin büyük günah işleyenleri içindir.)

Kaynağını da tespit edebildiğimiz (Sünen-i Ebu Davud, 4739; Sünen-i Tirmizî, 2435) sahih bir hadis olan bu cümle, imzasından anlaşıldığına göre hattatlığıyla tanınan Sultan II. Mahmud’un elinden çıkmıştır (Ketebehû Mahmûd bin Abdülhamîd Hân). Sarayı kendi eserleriyle de süslemek âdetini edinen selatin-i âl-i Osman’ın bir hatırası da bu oluyor. Hadis-i şerifin aynı zamanda mezar taşlarının başına tıpkı ‘hüve’l-bâkî’ gibi yazılan bir ubudiyet ve mahviyetkârlık beyanı olduğunu, Allah’ın karşısında günahlarının ezikliğini hisseden kulun bir yakarışı olarak görülebileceğini ifadeyle, astığı astık bir sultanın zihninde yer edip emek verdiği bir söz olmasının pek manidar tarafını vurgulayalım.

(Sanatkâr sultanın başka iki eseri için bkz: 5 ve 6 numara ve alttaki ayet için bkz: 7 numara.)

10- Pertevniyal Valide Sultan’ın şimdi Aksaray’ın merkezinde kalan yere kendi adıyla anılan bir cami inşa ettirdiğini biliriz; ama başka camiler için söz konusu olabileceği gibi bunda da değerli hat eserlerinin saklı olduğunu biliyor muyuz? Son iki yüzyılın muazzam iki hattatı Şevki Efendi ve Sami Efendi’nin -kadere bakın ki valide sultanın hem eşi (II. Mahmud) hem oğlu (Abdülmecid) da usta birer hattattır- bu camide birer levhası vardır. İkisi de 1288 (1871) tarihini taşıyor.

Sami Efendi’nin levhası başlı başına önemli olmakla birlikte biz daha ziyade imzasını zihnimize nakşedebilmek için burada adını zikrediyoruz. Çünkü bir İstanbullunun mutlaka tanıması gereken imzalardandır. “Allah’a en sevimli gelen iş vaktinde kılınan namazdır, sonra anne-babaya iyiliktir, sonra cihattır” diye tercüme edilebilecek bu hadisin okunuşu şöyledir: “Ehabbü’l-a’mâli ila’l-lâhi es-salâtü li-vaktihâ sümme birrü’l-vâlideyni sümme’l-cihâdü fî sebîli’l-lâhi.”

Sami Efendi’nin her İstanbul sakininin ilk görüşte tanıması gereken imzasında ise “ketebehû Sâmî” yazıyor. Yakından bakıldığında akılda daha kolay kalabilir.

Sadullah Yıldız


Serinin ilk yazısı için tıklayınız.

Serinin ikinci yazısı için tıklayınız.

Serinin üçüncü yazısı için tıklayınız.

Serinin son yazısı için tıklayınız.

YORUM EKLE