Milenyum çağının harf sırasına göre kuşaklara ayrılan fertleri olarak bizi İstanbul’a bağlayan zaviye, topraklarımızda bizden önce yaşayanlarınkilerden bir parça farklı.
Onların bizzat oluşturulmasında rol aldıkları veya hem devralıp hem üzerine ekledikleri değerlerin izlerini bugün biz ne oluşturuyor ne üzerine ekleyerek büyütüyoruz; kendimizi yalnızca korumak ve öğrenmekle mükellef görüverdik. Bunun kognitif anlamda bir duraklama olup olmadığı ayrı mesele ancak ne Ulu Cami minberi ne Bozdoğan Kemeri ayarında bir yorumu ortaya çıkaramadığımız da meydandadır.
İstanbul’a bırakılmış sayısız Osmanlı izinin istisnasız biçimde her birinin söylediği şeyler var. Osmanlı, güzelliklerini peşinden ne kadar koşarsak o kadar lütfediyor: Birkaç kitap karıştırmak asla yetmediği gibi bir medresenin harikulade ayrıntılarını keşfetmek için önünden en az birkaç defa geçmek de gerekebiliyor.
Osmanlı’nın şehirdeki izlerini sürebilmek için en ciddi potansiyeldeki yardımcılarımızdan biri de kitabeler başlığıdır. Bu kitabelerden yola çıkarak esrarını faş edeceğimiz nice güzellik bulabiliriz –kitabelerin kendi güzelliklerinden paçayı kurtarabilirsek. Herkes cehdi kadrince bu kitabelerden yol açabilir, varacağı menzile kesinlikle ulaşamayacağını bilmek şartıyla yolun lezzetini koştuğu miktarda tadabilir.
‘İyi İstanbullu’ olmak da nihayetinde elbette bir yorum; herkesin İstanbul’u meşrebine göredir. Bizimkinde kavuklar, ayna taşları, murassa kılıçlar, zarif minareler, segâh ezanlar, narin tezhipler, Topkapı Sarayı’nda hiç susmayan Kur’an sesi, Ebussuud Efendi’nin heybeti, Haydar Paşa’nın tükenmeyen cihat azmi, Mustafa Rakım’ın sersemletici kalemi ve Sultan II. Murad’ın vasiyetindeki incelikler var.
Kitabeler ve levhalar bir yol; yolun lezzetini takdir ederek ama oraya takılmadan, bizi sevk ettikleri güzergâha ilerlemeliyiz. Dilerseniz yeryüzünün en terbiyeli ve zarif medeniyetine kapı aralamamıza yardım edecek merdivenleri çıkmaya başlayalım:
1- Talik hat insanda nefes darlığına ve bazen hepten nefessizliğe yol açmasıyla meşhurdur. Sultanahmet Camii’nin hâkim bir noktasına asılmış bu Hulusi (Yazgan) Efendi tablosu şehirde görebileceğimiz en geniş ebatlı hat eserlerinden biridir. Şöyle okunuyor: “Keşefe’d-dücâ bi cemâlihî. Sallû aleyhi ve âlihî.” (Güzelliğiyle geceyi aydınlatmıştır. Ona ve ailesine salat edin.)
Esasen kime ait olduğunu mevsuken bilmediğimiz bu iki mısra (ilaveten iki mısrası daha olan bir kıtadır) Sadi-i Şirazî’ye nispet edilir. Aslına bakarsanız kime ait olduğu bulunası bir ifadedir zira Resûl-i Ekrem için yazılmış müthiş bir methiyedir ve şairinin faziletine işaret eder. Çünkü Peygamber şairi Hassan bin Sabit radıyallahu anh da bir şiirinde “Muhammed’i sözlerimle övmüyorum, sözlerim onu anarken övülüyorlar” demiş ve bu sersemletici güzellikteki paradoksa işaret etmiştir.
2- Sad suresinin 50. ayeti, bilhassa türbe girişlerinde rastlamanın muhtemel olduğu levhalardandır: “Cennâti adnin müfettehaten lehümü’l-ebvâbu.” (O güzel yer, bütün kapıları kendilerine açık olduğu hâlde Adn cennetleridir.)
Yavuz Selim Camii haziresindeki Sultan Abdülmecid türbesi girişinde yer alan h. 1328/m. 1910 tarihli eser yine Hulusi Efendi tarafından yazılmış. Söz konusu ölümü ve öte dünyayı hatırlatacak durumlar, konular ve yapılar olduğunda ecdadın aklı daima cennete ve müjdeye çalışagelmiştir. Bu sebepledir ki cehennemle, tehditle, vaidle ilgili metinlere etrafta rastlamak pek mümkün değildir.
3- Fatih Camii’nin giriş kapısında, sağ-üstte duvara eklenmiş bu üç satırda İstanbul’un fethini yüzyıllar öncesinden müjdeleyen hadis-i şerif yazıyor. Şehrin başka yerlerindeki kitabeler ve levhalarda da tesadüf edilebilecek bu meşhur hadis, burada pek de dikkati çekmeyecek küçüklükte durduğundan nazardan kaçmasını göze alamayarak bunu tercih ettik.
Okunuşu şöyledir: “Kâle Resûlullahi sallallâhu ‘aleyhi ve sellem: Letüftahanne’l-Kustantiniyyetü ve le ni’me’l-emîru emîruhâ ve le ni’me’l-ceyşu zâlike’l-ceyşu.” (Allah’ın Resûlü -salat ve selam onun üzerine olsun- dedi ki: Konstantiniyye muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, o ordu ne güzel ordudur.)
Bu hadis-i şerife başındaki “Kâle Resûlullahi sallallâhu ‘aleyhi ve sellem” ifadesi olmaksızın da şehrin farklı noktalarında rastlanabilir. İmza kısmında ise kadı yardımcılığı görevindeki naiplerin başı olduğu ifade edilen Süleyman Efendi’nin imzası var.
4- Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethetmesinin ardından 1478’de inşa ettirdiği Topkapı Sarayı, şehirdeki en önemli tarihî eserler mecmuasının başında gelir. Sultan II. Mehmed’in ardından Osmanlı sultanları Topkapı’ya çok fazla katkıda bulunmuşlar, saray her padişahla zenginleşmiş ve içindeki paha biçilmez eserlerin sayısı artagelmiştir.
Bab-ı Hümayun girişinin iç tarafındaki, Saf suresinin 13. ayetinden alınmış bu bölüm de altındaki tuğrasının belli ettiği üzere Sultan Abdülaziz tarafından yazdırılmış. Abdülfettah Efendi h. 1284/m. 1867’de hem ayeti yazmış hem alttaki tuğrayı çekmiştir: “Nasrun mine’l-lâhi ve fethun-karîb. Ve beşşiri’l-mü’minîn.” (Allah’tan bir zafer ve yakın bir fetih! Müminleri müjdele.)
5- Bu levhayı ilk defa görecekler diğerlerine nazaran daha fazla terleyebilir. Zira örneğini şahsen başka bir camide görmediğim gibi ibare olarak da sadece burada, Fatih Camii’nde rastladığım bir metin bu. Müezzin mahfilinde asılı bu tablo camilerde genellikle “yâ Hazreti Bilâl-i Habeşî” (4 numara) olarak görülebilecek ifadenin mufassal, Arapça bir versiyonu ama maalesef tarihi düşülmemiş.
En sağ ve en solda talik olarak Resûl-i Ekrem’in müezzinlerinin adları yazılı. Ortadaki en büyük beyit ise şöyle okunuyor: “Müezzinûhu u’dud Bilâlen ve ebâ Mahzûre ve ‘Amr ve Sa’d bi Kubâ.” (Onun müezzinlerini say: Bilal, Ebu Mahzure, Amr, Kuba’da Sad.)
Efendimiz aleyhisselamın müezzinleri Medine’de Bilal-i Habeşî, İbni Ümmi Mektum (Amr); Kuba’da Sad bin Aiz el-Karaz ve Mekke’de Ebu Mahzure idi.
En üstteki uzun satır sülüs yazı da Arapçadır ve tercümesi şöyle verilebilir: “Müezzin beş vakit ‘eşhedü’ (şahadet ederim) dediğinde siz de şahadet edersiniz, Ehad olanı (Allah) zikretmeye çalışın.”
6- Lâleli külliyesi içindeki imarethane binası bugün dış kapısı önünde Ebu’l-Vefa Vakfı’nın tabelasını taşıyor. Ama kapı üzerinde bir de kitabesi vardır: “Ve yud’imûne’d-da’âme alâ hubbihî miskîne’v-ve yetîme’v-ve esîrâ.” (Yoksula, yetime, esire seve seve yemek yedirirler.)
İnsan suresinin 8. ayeti olan bu cümle müminlerin güzel huylarından bahsediyor. Ecdat mesela kütüphane binası girişine belli ayeti yazmayı âdet edindikleri gibi imarethane ve aşevi binalarının kapısına da o yapıyla ilgili bir ayeti yazarlardı. Fakirlere, yolculara ve misafirlere yemek vermek üzere kurulmuş aşevi olan imaret[hane] kapısına bu ayeti koymak da oldukça isabetli bir tercih oluyor.
Bir külliyeyi ziyaret ettiğimiz esnada kapısında bu ayeti gördüğümüz binanın aşevi-mutfak görevinde kullanıldığından hemen hemen emin olabiliriz.
7- Eyüp sahil yolundaki ‘Ahmed Pir Edirnevî türbesi’ olduğu yazılı küçük taş binanın girişinde Hamid Aytaç’ın imzasını saklayan nefis bir kitabe: İsra suresinin 14. ayeti. Bu ayet hesabı ve ahireti hatırlattığından dolayı bazı türbe girişlerinde ve mezar taşlarında da görülebilir. Ama burada olduğu gibi levha-kitabe şeklinde şehrin dört bir yanında rastlanması dahi muhtemeldir.
Söz konusu ayette, kıyamet günü her insanın sorgulanacağı manzarada Allah Teâlâ’nın buyuracağı cümle geçmektedir: “İkra’ kitâbek. Kefâ bi nefsike’l-yevme ‘aleyke hasîbâ.” (Oku kitabını, bugün üzerine hesap görücü olarak nefsin sana yeter.)
8- Nuruosmaniye Camii’nin hizasında dizilmiş lokantalar ve bazı nazik eşya dükkânlarından biri olan Halı Sarayı mağazasının giriş kapısı üzerinde damla motifli bir kitabe durur. Burada yazan ifade, Müslümanlar’ın evleri ve dükkânlarına ebedî bir sigorta olarak astıkları ‘yâ Hâfız’ (9 numara) ifadesinin geniş versiyonu diye tabir edilse hatalı olmaz.
Aynı zamanda binek duası olan yani herhangi bir taşıta binildiği zaman okunan Yusuf suresinin bu 64. ayeti, tepesinde bir de besmeleyle oldukça hoş istiflenmiş ve şaşırtıcı biçimde h. 1412/m. 1991 yılını taşıyor, bir de seçebildiğimiz kadarıyla Osman adında bir hattatın imzasını: “Fallâhu hayrun hâfizan. Ve hüve erhamü’r-râhimîn.” (Allah en hayırlı koruyucudur ve o, merhamet edenlerin en merhametlisidir.)
9- Yine Fatih Camii’nden iki kitabe alacağız. Birincisi türbe kapısının ilerisinde, Akdeniz Medreseleri’ne açılan büyük kapının üzerindedir (Fatih Türbesi Sokak). (Sevgili okura not: Bugünkü Fatih Camii, Fatih Sultan Mehmed’in inşa ettirdiği yapı olmayıp 1766 depreminden sonra Sultan III. Mustafa’nın yaptırdığı hatıra olduğu gibi külliye kitabeleri de Fatih devrinden kalmış değildir.)
Tepesinde besmele, yanlarda iki sütun üzerinde ve besmele civarında uzanan kıvrım süslemeleri zarar görmüşse de yazı sapasağlamdır ve imzasından da görülebileceği üzere göze ince bir rüzgâr gibi latif eda ile çarpıp Mustafa Rakım dehasını açık etmektedir. H. 1234/m. 1818 tarihinden anlaşılabileceğine göre büyük hattat bu kitabesini caminin yeniden inşasının hemen ardından değil, biraz daha sonraları yazmıştır.
Araf suresinin 54. ayetinin yazılı olduğu kitabe, baştaki iki nokta öncesi ifade ayete dâhil olmaksızın, şöyle okunuyor: “Kâle’llâhu tebâreke ve teâlâ: Elâ lehü’l-halku ve’l-emru. Tebârekâllahu rabbu’l-âlemîn.” (Allah tebareke ve teâlâ buyurdu ki: Dikkat ediniz ki, hem yaratmak hem de emretmek ona mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne kadar yücedir!)
10- Müminun suresinin 61. ayeti de çorba kapısının açıldığı aralıkta, Sultan II. Mahmud’un annesi Nakşidil Valide Sultan’ın türbesine giden dış kapı üzerine yazılmıştır.
“Kâle’llâhu teâlâ: Ülâike yüsâriûne fi’l-hayrâti ve hüm lehâ sâbikûn.” (İşte bunlar hayırlarda sürat yarışı yaparlar ve onlar hayır yapmak için öne geçenlerdir.)
Söz konusu dış kapı üzerine böyle bir ayetin yazılması gayet manidardır. Zira Nakşidil Valide Sultan, çeşmelerden meşrutalara ve namazgâha kadar birçok hayır hasenat işinde parmağı olan biriymiş. Kabri nur olsun.
Sadullah Yıldız
Serinin ilk yazısı için tıklayınız.
Serinin üçüncü yazısı için tıklayınız.
Serinin dördüncü yazısı için tıklayınız.
Serinin son yazısı için tıklayınız.