Ney tavsiye edilmez, ney'in peşinden gidilir

Mânânın sıcaklığının ruhunuzu sardığı yerlerden biri Hezarfen Sanat. Özge Sena Bigeç, Üsküdar'daki bu mekanı ve içindeki muhabbet ortamını yazdı.

Ney tavsiye edilmez, ney'in peşinden gidilir

Para soğuktur. Para ile yoğrulan bu soğuk asırda, ulvî mekanları bulmak da zordur. Yolunuz birleşir de tevafuk eylerse zamanın güzelliğinde, mânânın sıcaklığı sarar ruhunuzu…. Öylesi yerlerden biridir Hezarfen Sanat. İçeriye adımınızı atar atmaz gözünüz de özünüz de ısınır. Acaba çok mu ‘dışarı’da kaldık bu asırda? Ondan mı böyle ‘içeri’ görünce şaşırıyoruz, kalakalıyoruz. Ecdadın nefesi, emeği, duası, hatırası... Hepsi mezc olup konuşuyor yavaş yavaş. İşlemeli sanat eserleri, hüsn-i hat, tezhib ve ebrû tabloları ve başpâreler…

Nedir başpâre?” diye soruyorum, mekanda ilk karşılayan neyzen Tolga Duran Hocamıza. Ney’in baş kısmı olduğu bilgisini alıyorum. Hep görürdük ancak ismini bilmezmişiz. İsimleeer, isimleeer… Kelimeleeer… Büyük acılarımız!.. Kebir kaybımız!..

Hezarfen Sanat, yaklaşık 4 yıldır Üsküdar'da, Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’nin yolu üzerinde, Ayazma Mahallesi’ndeki Gülfem Hatun Camii’nin az ilerisinde hizmet veriyor. Hezâr-fenn ismi ile müsemma olan bu mekan, ecdadın, birçok alanda mahir insanlara verdiği bu ismi kendine ayna eylemiş. Mûsıkî eğitimi ile birlikte geleneksel el sanatları da “Zanaat’ten Sanat’a” düsturu doğrultusunda yaşatılmaya devam ediliyor.

Başpâre alanında dünyada ilk koleksiyon

Etrafta itina ile dizilmiş, sergi misillü birçok başpâre görüyorum. Başpâre alanında dünyada ilk koleksiyona sahip olduklarını öğreniyorum. Burası aynı zamanda ney üretimi de yapılan yer. Ney eğitimi hakkında bilgi alırken, neyzen Salih Bilgin Hoca giriyor içeriye dostlarıyla. Ellerinde simitler, peynirler ve çaylar. Alınan çaylar büyük mavi poşetin içinde güzelce harman ediliyor. Bir mezc de onlar yaşıyor. İçeride demini almış çay ise nezaketle ikram olunuyor. Biten her bardak yeni ve sıcak çay ile tazeleniyor. Sol üst tarafta kamışlar kendilerine özgü dilleriyle hallerini anlatıyorlar. Ana yurtlarından kopup gelmenin içli bir ezgisi yayılıyor. Ney yapımına dair birçok makine ve alet bulunuyor. Yurtdışından gelen ağaçlar başpâre olmak için bekliyor. Başpâre olup bir nefese değecekler. Belki de asıl nefes sahibine hiçbir zaman erişemeyecekler.

Neyzen Niyazi Sayın’ın talebesi olan neyzen Salih Bilgin, 17 yaşında sürer ney’in izini. O andan itibaren de saygı ile hürmet eder Hocasına. “Hâlâ telefon açtığı zaman ayakta konuşurum.” diyor. “Çünkü arayan Hocam; öbür türlü olmaz.” diye ekliyor. “Meşk… İşte böyle bişey…” Abdülhamid’i de hatırlatıyor. “Mekke Valisi’nden mektup geldiği zaman, ayakta kıbleye dönerek dinlermiş. Çünkü Efendimizin topraklarından gelmiştir o mektup…”

Ney, tavsiye edilecek değil, peşinden gidilecek bir saz”

Kamış ve ney yolculuğunu konuşuyoruz Salih Hoca’yla... “Ney’i kimlere tavsiye edersiniz?” diye soruyorum. İlk değil ama ikinci cevabı merak ediyorum. İlk cevabı “hiç kimseye etmem!” oluyor Salih Hoca’nın. Gülümsüyorum. Az bir sessizlikten sonra beklediğim ikinci cevap geliyor: “Ney tavsiye edilecek bir saz değil! Ney, peşinden gidilecek bir saz!” Duruyoruz. Duruyorum. Her şey duruyor o anda. Devam ediyor: “Bu iş hakîkî meraklısına verilecek bir şey! Her şey, ehline, bu âlemde...”

Sanatın ehil olmayanlarca tahrip edilmesine karşı, temiz sanatın kimselerin bilmediği bir çataktan akmaya devam edeceğini söylüyor Salih Hoca: “Her şeyin temiz ve saf olanı bir çataktan akar, çatak ormanın arasında görülmeyen yataklardır. Temiz sanat da böyle bir çataktan ila-nihaye akacaktır.” Sohbetimiz zâhirden bâtına bir seyir alıyor. “İyi yapılan her sa’y karşılığını bulur” diyor Salih hoca dostlarına bakarak. “Sa’y nedir” diye soruyor. Nedir sa’y? Kelimelerimiz, diyorum, hep bir yerde unutuluşları ve anılmayışlarıyla can yakıyor. “Sa’y, çalışmaktır.”

"Kıymetlerinizi pazara çıkararak hebâ etmemelisiniz"

Bir meyveniz mi var?” diyor Salih Hoca, “Bunu elbette toplayıp keşfedecekler. Toplanmıyor mu? O zaman da olgunlaşan her meyve yere düşer, yine kendine cân olur. Fakat! Var olan kıymetlerinizi pazara çıkararak hebâ etmemelisiniz. İyi şey az olur. İyi şey olmaya bakmak lazım.”

Evden çıkarken facebook sayfamda yazdığım söz geliyor hatırıma: “Hangi maden, kalabalıkta bulundu? İnsan ya açıkta tüketilir, ya gizlilikte keşfedilir. Sen keşfolunan ol.”

Gelenekten bahsederken, 28 Ekim’de yapacakları Aşure Günü’nün tatlı haberini de veriyor Salih Hoca. Üstelik aşure tarifleri, Osmanlı saray mutfağından geliyor. Hafız, hattat, tanburi, bestekar Kemal Batanay Bey’in eşi Naime Batanay Hanım vermiştir tarifi. Kemal Bey’in vasıflarını yazarken, hafızlığı başa yazmamızı istiyor Salih Hoca. “Hıfz mesleği” diyor, “Dünyanın bir numaralı mesleğidir.” Aşure tarifinden bahsedilirken bir kelimemizi daha duyuyorum: Veccehtü. Ecdad, aşurenin üst malzemesini, süsünü bu isim ile anmış. Hezarfen Sanat, âdetlerimizi de yaşatıyor. Kandillerde helva yapıyor. Tekke pilavı ikram ediyor, şerbet sunuyor.

İkram edilen kolonya farklı bir hava taşıyor. İsmini soruyorum. Lavanta kolonyası. Sonra kolonya köşesine bakıyorum. Yan yana gül kolonyası, ardıç kolonyası, tütün kolonyası, lavanta kolonyası, beyaz zambak kolonyası... Kolonyanın da âdetlerimiz arasında olduğunu hatırlatıyor Salih Hoca. Sâhi… diyorum. Mekandan çıktıktan sonra da mırıldanıyorum. Eski cam kolonya şişelerimiz vardı. Tutmaya kıyamadığımız. Nereye koysan oraya ağırlığını götüren o cam şişe kolonyalarımız, plastik çok şeylerin altına gömülüverdi.

Sanat, Sâni (c.c.)’in sunduğu şifadır

Sanat sohbeti bizi nerelere götürmüştü. Sanattan uzaklaşan ya da hiç yaklaşma imkanını ve nasibiyetini bulamamış ekser insan ise ömrünü hapishane, hastahane, pastahane, tımarhanelerde tüketiyor değil miydi? Oysa bizim ulvî hanelerimiz vardı, keşfedilmesi gereken. İçinde ilim, iman, sanat…

Bu sohbetin ânında ve akabinde, “insan şifa bulacaksa, bu, ecdadımızdan miras kalan sanatın eliyle olacak inşallah” dedim. Aksi halde, insan cihazatı kendisinden beklenen meyveyi veremeyen ağaç derekesine düşecek. Güzel bir elimiz olsun diye değil miydi “el sanatları”...

İlk hüsn-ü hat derslerinizle güzel el sanatına başlamak istiyorum” diyerek, sayın hocalarıma ve ecdadın sesi ve nefesiyle müzeyyen bu ulvî mekana vedâ ediyorum.

 

Özge Senâ Bigeç düşündü, üzüldü, sevindi, yazdı

YORUM EKLE