En çok ihtiyaç duyduğumuz ama bir türlü sahip olamadığımız, olsak bile kıymetini anlamakta hep geç kaldığımız belki de hiç tadamadığımız duygunun adıdır mutluluk. Tarih boyunca birçok alanın, felsefenin konusu olmuş, üzerine nice araştırmalar yapılıp ansiklopediler yazılmış olan bu duyguya neden hep hasretiz? Neden hep geçmişin derin dehlizlerinde arar dururuz mutluluğu? Sahi eskiye duyduğumuz hasretimizin sebebi de bu mu? Eskiden mutluyduk. Peki, ya şimdi?
Hasretini çektiğimiz mutluluğu bize veren bir kişi mi bir olay veya bir mekân mı? Bu hasreti çekmemizde mekânların yadsınamayacak şekilde önemi olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda biraz kendi çocukluğumun geçtiği mekânlardan bahsetmek istiyorum. Ben müstakil, kerpiç bir evde doğup büyüdüm. Birçok yaşanmışlığın ağırlığı altında dökülmeye yüz tutmuş duvarların arasında geçen bir çocukluktu benimkisi. O zamanki çocuk aklımla devasa büyüklüğe sahip olan bir bahçemiz de vardı. Her çeşit meyve ağaçlarının olduğu, minik bedenlerimizle koşarak geçtiğimiz yemyeşil çimenlerin olduğu koskocaman(!) bir bahçe. Aslında büyük olan bahçe veya ev değildi, bizi sarıp sarmalayan sonsuz mutluluktu. İçimizdeki heyecanı özgürce dışa vurmanın mutluluğuydu belki de bizi asıl mutlu eden şey ya da birlik beraberliğimizdi. Beraberdik ve mutluyduk. En basit şekilde o evde kimsenin kendine ait odası yoktu. Kış geceleri toplandığımız sobanın etrafından fırlayan mutluluğumuzu yaz geceleri yine bir arada balkona taşırdık. Kimse kendi yalnızlığına çekilmez, kimin ne derdi sıkıntısı varsa hep beraber üstesinden gelirdik. Birçoğumuzun hafızalarına yer etmiş benzer anıları vardır. Ne yazık ki o zamanlardaki gibi bir mutluluk inşa etmek günümüz insanına imkânsız görünebilmektedir. Çünkü artık ruhumuzda duygusuzca inşa ettiğimiz evlerimiz gibi, beton gibi.
Bizleri, hatırladığımızda dahi mutlu eden, güldüren, yeri geldiğinde duygulandırıp hüzünlendiren bu mekânlar da mimarinin gelişiminden nasibini aldı. Küresel dünyaya ayak uydurmak için büyük bir gayretle ama duygudan yoksun yaptığımız binaları yükselttikçe mutluluğumuz azaldı. Betonlar arasına sıkışmış bedenlerimizle ne sevincimizi ne üzüntümüzü paylaşacak insan bulabildik. Teker teker hepsini tükettik. Kaybettiğimiz sadece bir insanın varlığı mı? Doğamızı da kaybetmedik mi?
Beton şehir
Artık kapıyı her açtığımızda bir şehirle karşı karşıyayız. İnsanını da kendisine benzetmeyi görev edinmiş bir beton şehir. Beton şehrin kahramanları olan apartmanlarda yaşamaya başladığımızdan beri doğadan kopuk yaşıyoruz. Gökyüzünü fethetmişçesine bir gururla oturduğumuz evlerimizin tepesinde toprağın kokusunu, ağacın yeşilini, oyun oynayan çocukların mutluluk sesini unuttuk. Dip dibe yakın yaşamamıza rağmen bir o kadar da yabancıyız komşularımıza artık. Apartmanda denk gelsek bile selam vermez, kimin ne derdi sıkıntısı var umursamaz hâle geldik. Giderek kendi küçük dünyamızda yalnızlaşarak mutsuzluk hissine sürüklendik. Sadece yetişkinler olarak bizler mi böyleyiz? Bizden sonraki neslimize baktığımızda çoğu çocuk doğadan bihaber yaşıyor. Soğuk duvarların arasına sıkışmış, dış dünya ile olan tek iletişimi elindeki akıllı telefonlar olan bu çocukların ne topraktan haberi var ne ağaçtan ne de çimenden. En azından bizim hatırladığımızda yüzümüzü gülümseten mutlu olduğumuz anılarla dolu bir geçmişimiz var. Peki, ya günümüz çocuklarının sahip olamadığı mutluluğunun hesabını kime sormalıyız?
“Binaların mimarisi ne kadar iyi olursa olsun su ve bitki örtüsüne sahip olmayan bir şehir ölüdür.
Bu da içinde yaşanılamayan şehir anlamındadır.”1
Modern şehir: Yalnız ve mutsuz birey
Günümüz mimarisi modernitenin öngördüğü esaslar çerçevesinde gelişmektedir. Modernitenin dayattığı bireyselleşme ön planda tutularak tasarlanan mekânlarda ikame eden insana baktığımızda gündelik hayatın koşturmacasında trafik, iş, kalabalık içerisinde sükûnetsiz bir aktiflik hâlinde olduğunu görmekteyiz. Hâl böyle olunca iç dünyasında sükûneti yakalayamayan bir insan, ihtiyacı olan huzuru, ruh dinginliğini dış dünyasında da inşa edemez. Kendine ve dışarıya bu kadar yabancı olan insan giderek yalnızlaşır ve mutsuz bir birey hâline gelir.
Kültürümüzü besleyen mimari: İslâm mimarisi
Oysaki kendi mimarlık kültürümüzü besleyen İslâm mimarisine baktığımızda Bilge Mimar merhum Turgut Cansever’in de dediği gibi İslâm mimarisi sükûnet içerisindeki bir harekettir. İslâm mimarisinin temelinde ise İslâm’ın temel prensibi olan Tevhid inancı yatmaktadır. Günümüz şehirlerini inşa ederken ki en büyük eksikliğimiz bu inancın öneminin göz ardı edilmesinden kaynaklanmaktadır. ‘’İslâm mimarisi katı bir rasyonalizm yerine Allah’ın iradesine teslim olmak anlamına gelen ilmi Tevhid ve bu teslimiyetin uygulamaya dökülmesi anlamına gelen ameli Tevhid’in bir tezahürüdür. İslâm mimarisi âlemi anlamış akıllı ve sorumlu bir Müslüman sanatçı tarafından yorumlanıp aktarılması ile uygulama alanına geçer.’’2 İslâm mimarisindeki bu İslâmî tutum onu tasarlayan, içinde bulunan insanın duygu durumunu ve ifadelerini yansıtmaktadır. O zaman şöyle diyebiliriz ki “insan ile yaşadığı mekân, şehri inşa eden akıl ve ruh ile şehrin mimarisi arasında direkt bir bağlantı vardır.” 3
İnsanın dünyadaki esas vazifesi, dünyayı güzelleştirmektir
Küreselleşmenin ve hızla gelişen teknolojinin etkisi altında yeniden şekillenen mimariyi oluştururken İslâm’ın ruhuna uygun olarak biçimlendirmeli ve uygulamalıyız. Unutmamalıyız ki bir insanın inançları ve duyguları o mimarinin -veya genel olarak bir sanat eserinin- özelliklerini tayin eder. O hâlde bizler de şehri imar ederken Peygamber Efendimiz ’in şu Hadis-i Şerifini tekrar tekrar hatırlamalıyız: İnsanın dünyadaki esas vazifesi dünyayı güzelleştirmektir.
Emine Beyza Öztürk
Hüma Dergisi, Sayı:16
Kaynakça:
1 urbanized507.wordpress.com, Beton Şehirler, 2016
2 Turgut Cansever, İslâm’da Şehir ve Mimari, s. 24-37, İz Yayıncılık, İstanbul, 1997
3 Serdar Demirel, Sükûnet İçindeki Hareket