İnsanın en temel ihtiyaçlarından biri barınmaktır. Mağara evlerden şehirlere uzanan mimarlık tarihi içinde insanlık tarihi, tecrübesini sürekli üstüne koyarak gelişmiştir. Başta sığınmak ve korunmak asıl amaçken zamanla farklı fonksiyonlar da ön plana çıkmıştır. Zaman geçtikçe vemedeniyetler geliştikçe işlevsellik yanında tasarım da oldukça önem kazanmıştır.
Norberg Schulz, mimarî mekânı, içinde yaşayan kullanıcıların fizyolojik, psikolojik ve toplumsal gereksinimlerini karşılayan bir uzay parçası, bir boşluk olarak tanımlamıştır. Bundan hareketle sizlere mimarlık fakültesinde proje dersinde bir mekânı tasarlarken öğrendiğim aşamaları anlatmak istiyorum: Önce araziye gidip mekânı algılarsın. Coğrafî yönlerini, rüzgâr istikametlerini, gün ışığını vb. tespit edersin. İstenilen projeye göre daha önceki örnekleri incelersin. Sonraki aşama mimarın nefes dediği eskiz dönemidir. Düşüncelerini kâğıda döktüğü, kalemin susmadığı saatler, günler başlar.
Düşünürken insanın merkez alındığı, kullanıcının ruhuna dokunan ve bulunduğu konuma özgü biçimler şekillenir. Tasarım ilkelerini, insanın yaşayış tarzını ön planda tutarak konumlamalar yapılır. Sonra içinde yaşamaya başlarsın. Kâğıtta iki boyutlu duran çizgiler, zihninde çoktan üç boyutlu bir yaşam alanına dönüşmüştür. Gözlerini kapatıp gezinirsin oluşturduğun dünyada. Tüm eksikleri tespit edersin. İnce işleri tamamlarsın; dokular, renkler, malzemeler… Geriye anlatmak ve insanların beğenisine sunmak kalır. İşte o noktada ruha dokunabilmişsen, insanlarda yaşama isteği uyandırabilmişsen başarmışsın demektir.
Konutlar, çarşılar, ibadethaneler, ticarethaneler, iskeleler… Şehirleri; yaşanan mekânlar oluşturur. Mekânlar karakterleri şekillendirir, karakterler toplumları... Medeniyetlerin mimarî üslupları, toplumun uygarlık seviyesini yükselten esas unsurdur.
Mimarinin toplumu yansıtmasını sayfalarca anlatsak da bitmez. Yine de medeniyetlerin mimariye yansımasını az da olsa örneklerle size anlatmak istiyorum.
Tarihin Sıfır Noktası Göbeklitepe
UNESCO Dünya Miras Listesi’nde bulunan Göbeklitepe; Şanlıurfa kent merkezinin 18 kilometre kuzeydoğusunda, Örencik Köyü yakınlarında yer almaktadır. Büyük bir organizasyonun eseri olan Göbeklitepe, bu büyüklükteki en eski anıtlar topluluğudur.
İnsanın avcılık yaptığı bir dönem olarak bildiğimiz on iki bin yıl öncesindeki uygarlık, ileri düzeyde mimarlık gerektiren tapınaklar inşa etmiştir. Tarih öncesi insanın inanç dünyasını yansıtan, hayvan figürleriyle zenginleştirilmiş abidelerden oluşan tapınaklar o zamandaki insanlarla aramızda bir köprü oluşturuyor.
Araştırmacılar Cilalı Taş Devri’nde yaşamış insanların, yabani sığır, akrep, tilki, yılan, aslan, yaban eşeği, yaban ördeği ve yabani bitki kabartmalarını incelediğinde hayvanları evcilleştiremedikleri sonucuna ulaşıyorlar. Bu devasa mimarî yapıtın tamamı henüz bulunamamış olsa bile ortaya çıkan kısmı bize o dönemin insan topluluğu ile ilgili ilginç bilgiler fısıldıyor.
İshakpaşa Sarayı
Uygarlık kelimesinin sözcük anlamı: “Bir ülkenin, bir toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, fikir, sanat çalışmalarıyla ilgili niteliklerinin tümü”, diğer adıyla medeniyettir. Peki, bir medeniyetin gelişmiş olduğunu nasıl anlarız?
Koskoca bir sarayın sarp bir tepe üzerine yapılmasından mı? Yoksa ocaklarda ısıtılan sıcak suyun, toprak künkler vasıtasıyla yapı içinde dolaştırılıp dönemine göre çok ileri bir ısıtma sistemi, bir nevi kalorifer kurmasından mı? Veya 7600 m2’lik bir düzleme 366 oda yapıp içinde barındırdığı cami, divan odası, fırın, mutfak, ahırlar ve hamamıyla küçük bir şehir oluşturmasından mı?
Osmanlı Devleti’nin hangi dönemine gözümüzü çevirirsek çevirelim zamanın ötesinde yaşadığını ve insanını ileri seviyede yaşattığını görüyoruz. Bize ulaşan, görkemli mimarî eserlerinin hat safhada fonksiyonelliği ile taşın hayat bulduğu yapılar ve külliyeler…
Şehr-i İstanbul
Medeniyet ve toplum demişken İstanbul şehrini anlatmazsak olmaz. Zira Napolyon Bonapart bile “Dünya tek bir devlet olsaydı başkenti İstanbul olurdu.” itirafında bulunmuştur. Tarihe yön veren Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Hadis-i Şerifine konu olan birçok uygarlığa başkentlik yapmış bu şehirde, attığımız her adımda bir medeniyet şaheserini görmek mümkün. Gezilecek o kadar çok mekân, anlatılacak o kadar çok sanat var ki… Ayasofya veya Sultanahmet gibi sadece tek bir yapının bile medeniyetin zirvesini anlattığına şahit olabiliriz.
İstanbul’da Topkapı Sarayı’nı mı gezersiniz, Dolmabahçe yahut Beylerbeyi’ni mi?
Dev külliyelerden birinin avlusunda asırlık çınar ağaçları altında soluklanmak mı istersiniz?
Galata veya Beyazıt Kulesi’ne çıkıp şehri temaşa mı edersiniz?
Yahut Yahya Kemal gibi haykırmak mı?
“Sana dün bir tepeden baktım Aziz İstanbul,
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer,
Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul,
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.”
Yoksa Necip Fazıl gibi medeniyetin sevgiye dönüşünü mü ifade edersiniz?
“Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.”
Yoksa bir medeniyet şehrini tek beyitte Nedim gibi anlatmak mı istersiniz?
“Bu şehr-i Stanbul ki bi-misl ü bahadır.
Bir sengine yek-pare Acem mülkü fedadır.”
Banu Beyza Gülcü
Hüma Dergisi, Sayı: 6