Geçtiğimiz günlerde Eskişehir’e kısa bir seyahat gerçekleştirdim. Eskişehir seyahatimdeki kılavuzum, bana Kur'an-ı Kerim'i tecvidli bir şekilde okumayı öğreten ve İslam dininin güzelliklerini anlatarak dinimi bir kat daha fazla sevmemi sağlayan Muhammed Öz ağabeyimdi. Peki, Muhammed Öz ağabeyimle tanışıklığım nasıl başladı?
Yaklaşık 10 küsurlu yaşlardeyken kuzenime Kur'an-ı Kerim'i ve siyeri öğreten bir hocanın olduğunu annemden duymuştum. Bu vesileyle ben de Muhammed ağabeyimin bir talebesi olmak istedim. Kendisiyle muhabbetim o zamandan beri devam etmekteyken doktora eğitimi için İstanbul'dan Mardin'e, Mardin'den Eskişehir'e geçen Muhammed ağabeyimi bir gün ziyaret edeceğime söz verdim. “Yiğidin sözü, demirin kertiği” sözüyle çıktım yola. Güzel bir Eylül günü başlayan Eskişehir seyahatim, otobüsle 5,5 saat sürdü. Otogarda beni Muhammed ağabeyim karşıladı.
Eskişehir'e vardığımda ilk olarak oranın tramvayıyla tanıştım. Tramvay oldukça boştu fakat şehir merkezine doğru yoğunlaşıyordu. Muhammed ağabeyle muhabbet ede ede Osmangazi Üniversitesi'ne geldik. Osmangazi Üniversitesi'nin girişi öyle kocaman gelmişti ki, Başbakan veya Cumhurbaşkanı'nın konut girişine benzetecek kadar büyüktü. Karşıdan karşıya rahat rahat geçtik. (İstanbul'da küçücük yerden geçebilmek için en az bir-iki dakika beklemeye alışınca Eskişehir'de kolayca karşıdan karşıya geçmek garip geldi; fakat sonra şehrin merkezine gidince burada da insan yoğunluğunun az olmadığını fark ettim tabi.)
Üniversitenin içi çam kokuyordu. Yolları genişti. Çimenlik yerleri boldu. Üniversite hastanesi önünde hastalarını bekleyenler çimenlere yayılırken muhabbet ediyorlardı. Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Camii'ne öğlen namazı için geldik. Caminin dışı İstanbul-Karaca-Ahmet'deki Şakirin Camii'ni andırıyordu. Caminin içi apayrı bir güzelliğe sahipti. Yerleri krem rengi cami halısıyla kaplı, yan pencereleri süssüz, diğer pencereleri vitrayla süslü, ana giriş kapısı ahşap, yan girişleri camlı, tavanı ayetlerle ve “vav” harfiyle süslenmiş, mihrabı ve minberi dantel gibi işlenmiş ve oyma sanatıyla süslenmiş bir cami. Öğlen namazını kıldıktan sonra ikindiyi de bekleyip eda ettik, sonra camiden çıkarak ilk günkü seyahatimizi tamamladık.
Kurşunlu Camii'ni ve lületaşı sergisini ziyaret ettik
Kurşunlu Camii'ne doğru giderken Eskişehir'i İstanbul'dan ayıran bir özellik olan tentelerle karşılaştım. Burada, insanlar sıcaktan bunalmasın diye bazı yerlere tente yerleştirilmiş. Oradan geçerken geçici bir süre güneşin yakıcı sıcaklığından bu tenteler sayesinde biraz kurtuluyorsunuz. Arnavut kaldırımlarına basa basa Kurşunlu Camii'ne doğru çıkarken selalar yeni veriliyordu. Muhammed ağabey, bunu fırsat bilerek beni -anladığım kadarıyla- sıklıkla gittiği “Kahve Molası” adlı bir mekâna götürdü. Burası küçük ve masaların yakın olmasından dolayı sıcak ve hoş bir yerdi. “Kahve Molası”, bahçelik ve iki ev arasında bir yer. Bahçenin her tarafından bitkiler sallanıyor. Dükkânın eşyaları evde kullandığımız eşyalar olduğu için insan kendini evinde hissediyor. Dükkân sahibi de misafirlerini çok hoş karşılayan ve çok nazik bir insandı. Kahvelerimizi içtikten ve fotoğraflar çektikten sonra rotamızı Kurşunlu Camii'ne çevirmiştik.
Kurşunlu Camii, Odunpazarı'nda 1525'te Çoban Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış. 20 odalık zaviye, öğretim yeri, misafir yeri, misafir odaları olan imaret, halk arasında ve çeşitli yayınlarda zaviye ve medrese olarak bilinen bir külliye. Mimar Sinan, ilk olarak kervansaray olarak inşa etmiş, fakat sonradan Mevleviler'in dergâhı olmuş. Tekke ve zaviyeler kapatılana dek dergâh olarak kalmış. Bu ön bilgileri verdikten sonra gözlemlediğim şeylere geçmek istiyorum.
Cuma vakti yaklaşınca yurdum insanında klasikleşen bir telaş vardı Kurşunlu Camii etrafında da. Şadırvanın başında abdest alan ve almak için bekleyen insanlar vardı. Bir yandan da bahçenin çeşitli yerlerine hasır serilirken ferah yere geçmek niyetiyle yer kapmaya çalışan insanlar vardı. Hocam ile ben abdest aldıktan sonra içeriye geçtik. Cami halısı karışık renkli, caminin duvarları beyaz, mihrabı kırmızı ve yeşille boyanmıştı. Mihrabta her camide gördüğümüz Ali İmran Suresi 37. Ayet-i Kerîme’de geçen “Küllema dahale aleyha Zekeriyya'l-mihraba” kısmı yazılıydı. İmam, vaazında ve hutbesinde terörden bahsetti. Bölünmememiz ve parçalanmamamız hususunda ikaz etti.
Cuma namazını kıldıktan sonra, caminin arka taraflarındaki lületaşı sergisini ziyaret ettik. Burası büyük ihtimalle önceden misafirhaneydi. Çünkü dükkânlar küçük küçük ve tam bir kişinin kalabileceği kapasiteye sahipti. Bu mekân, lületaşından yapılmış eşyaların sergilendiği, hem de satılabildiği bir özelliğe sahipti. Hediyelerimi alırken lületaşından yapılmış pipolar çok dikkatimi çekti. İnsan vücuduna yakın boyutlarda olandan küçüğe doğru pek çok pipo mevcuttu burada. Sergilenen pipoların çoğu insan suretindeydi. Piposeverlere tavsiye edebileceğim bu bölümü gezerken çok tatlı ney sesi kulağımıza çalındı. O sese yaklaştığımızda küçük bir odadaki grubun ney taksimi yaptığını gördük. İsterseniz, ney albümünü “cd” olarak satın alabiliyordunuz.
Şehrin en kalabalık yerlerinden birisi Porsuk Çayı etrafı
Kurşunlu Külliyesi'nden çıktıktan sonra rotamızı Porsuk Çayı'na doğru çevirdik. Bunun için meydana inip tramvaya binmemiz gerekiyordu. Tramvaya binmek için aşağıya doğru inerken bir tane cam zanaatkârı gördük ve içeriye girdik. Envai çeşit camdan yapılmış süslü eserler vardı. Örneğin camdan yapılmış tavus kuşu, içine su doldurulmuş ve nazar boncuğu doldurulmuş ibrik, akrep, fil, v.s. eşyaların hepsini usta kendi elleriyle yapıyor.
Aşağıya doğru inerken hem Safranbolu evlerine benzer evlerle hem de zanaatkârları görüyorduk. Son gördüğüm zanaatkâr ahşap ustasıydı. Bu zanaatkâr, ahşabı oyarak şekilden şekile getiriyor, ahşabın üzerine “Canım ailem”, “Canım annem” ve benzeri şeyler yazıp hediyelik eşya olarak satıyordu. Arnavut kaldırımlarına basa basa meydana doğru yolumuza devam ettik. Meydana geldiğimizde Arnavut kaldırımları yerini modern yaya ve bisiklet yollu kaldırıma bıraktı. Porsuk Çayı'na gidebilmek için hocamın evinin civarına nazaran daha kalabalık yerlerden geçtik fakat Muhammed ağabeyin tabiriyle bu kalabalık ancak İstanbul'un zekâtı kadar bir kalabalıktı.
Tramvaydan indiğimiz zaman İstanbul-Fevzipaşa Caddesi'ndeymişim gibi hissettim. Eskişehir'in tüm giyim mağazaları ve yeme-içme mekânları buradaydı sanki. (Hal böyle olunca şehrin en kalabalık yerlerinden birisi Porsuk Çayı etrafı oluyor.) Porsuk Çayı için, Eskişehir'in Venedik'i diyebiliriz. Çünkü çay turu atabilmek için gondola binebiliyorsunuz; fakat vaktim kısıtlı olduğu için binemedim. Şu da var ki, Porsuk Çayı'nın içinde balıkların yüzmesine karşın rengi yeşil ve bakteri parçacıkları çayın üzerinde yüzüyordu. Biraz dikkat edilmezse yeni bir Kurbağalıdere olabilir. Birkaç tane fotoğraf çektikten ve çektirdikten sonra öğlen yemeğine gittik.
Öğlen yemeği için Eskişehir'in tek önemli lezzeti olan “çibörek”çiye gidip börek yedik. Bu börek, kocaman, üçgen şeklinde, üzerinde benek benek kabarcıkları olan ve çiğ kıymayla yapılan bir börek çeşidiydi. Bir porsiyonda beş tane getirdiler. Böreklerin yanında ayran içerken keyif katsayım daha da arttı.
Öğlen yemeğini bitirdikten sonra Eskişehir-Çarşı'daki hamama gittik. Burası hem hamam hem de kaplıca olarak kullanılıyor. Hocamla peştemallerimizi sardık, atladık sıcacık havuza. Havuzun derinliği 1,45 cm idi. Eni 15m-20m gibi bir şeydi. Havuzun sonunda sürekli su akan bir yer vardı. Millet, bir nebze serinlemek için oraya gidiyordu. Havuzdan çıktıktan sonra hamam bölümüne gittik ve yıkandık. Yıkandığımıza göre artık ikindi namazına hazırız.
İkindi namazını kılmak için hamamın önündeki Çarşı Camii'ne gittik. Kur'an okunuyordu. Bu yüzden cemaate yetiştik diye sevinmiştik. Meğer namazı bitirmişler, aşr-ı şerif okuyorlarmış. Hocamdan önce namazı kıldım ve etrafı temaşa fırsatım oldu. Sarı lale motifli kırmızı renkli halılar ve ahşap oymalı minberi vardı (Minberin kapısı örtülü değil, oymalı kapıydı), tavanları tezhiplerle ve ayetlerle süslenmiş ve müezzin mahvilinin ahşabın oyulmasıyla dantel gibi işlenmiş bir camiydi.
Hocam da namazını bitirince rotamızı Eskişehir Otogarı'na doğru çevirdik. Otogara gidebilmek için tramvaya bindik. Tramvay hınca hınç doluydu. Bu kalabalıkla birlikte otogara geldiğimizde dönüş için otobüs bileti aldım ve yerime geçtim. Otobüsün kalkma saatine kadar Muhammed ağabeyle muhabbet ettik. Muhabbet ederken dışardan “Allahu ekber! Allahu ekber! Lâ ilâhe illallah! Hüv Allahu ekber! Allahu ekber! Velillahi'l-hamd!” yükselmeye başlamıştı. Muhammed ağabeyle merak edip bakmıştık. Bu sesler Hacc kafilesini uğurlayan gruptan geliyordu. Dualarını yaptıktan sonra benim bulunduğum otobüse bindiler. Muhammed ağabeye, imrenerek, “Allah, bir gün bize de Hacc'a gitmeye nasip etsin!” dedim. Hacı adaylarıyla aynı otobüste bulunmaktan onur duydum. Birkaç saniyeye kalmadan otobüsün kalkma vakti gelmişti. Bu yüzden hocamla vedalaştık ve birbirimize el sallayıp ayrıldık.
Necdet Ömer Özer yazdı