Adı “Kutsal” olan bir şehir nasıl anlatılır? Kelimeler mi yeter onu tarife, cümleler mi? Sığ kalmaz mı tüm diller?
İki defa kavuştum hayatta sana ben… İlk vuslatım on dört yıl önceydi... Aradan geçen onca yıl hasretimi körükledi de körükledi…
Kubbet-üs Sahra’yı tekrar karşımda görünce çocuklar gibi haykırmak istedim… Ayrılık kapı arkasında olmasaydı eğer… Günler, saatler, sular gibi akmasaydı eğer…
Durduramadım ki zamanı… Kutsal topraklarda huzura durduğum anlarda ruhum gülerken bile, hoyrat sesler çağırırdı beni… Lambalar sönerdi Kubbet-üs Sahra’da… Çocuklar susardı birer birer… Kadınlar çıkardı Kıble Mescidi’nin kapılarından, kiminin gözlerinde birkaç damla yaş, kiminin yüzünde bir tutam buruk sevinç…
Gönül ne çok arzu ederdi sabahlamayı Mescid-i Aksa’da… Taş zemine razıydı, kubbe istemezdi başının üzerinde; çinilerin sıcaklığından uzak, nakışların zerafetinden… Muallak Taşı’nın yanında göklerle sarmaş dolaş… Yıldızların yârenliğinde… Meleklerin nefesinde…
Kanatlandın can kuşum, kanatlandın da daha dünyada yapılacak pek çok işin var… Aksa’nın kapısında nöbet tutan askerlere meydan okumak geçer içinden… Küçücük bir olay çıksa atarsın kendini silahların önüne. Belki açarsın göğsünü “beni de vurun!” diye…
En büyük şereftir şehadet şerbetini içmek ancak, ömür sermayenin tasarrufunu ince ince hesap et…
Şimdi usul usul çık merdivenlerini Kıble Mescidi’nin. Uysal bir çocuk gibi yürü Harem-i Şerif’in avlusunda… Güvercinlere serp cebindeki ekmek kırıntılarını… Aksa’nın kedileri de sevgiyle okşanmayı bekler… Sakın esirgeme merhametini… Sen gideceksin ama onlar kalacak bu mescidin gölgesinde…
Hıtta Kapısı’ndan geçeceksin biraz sonra… İsrail’in fanatik askerleri sana Fatiha’yı okutmayacaklar, korkma… Müslümanlığının kanıtını istemeyecekler… Ama o buz gibi silahların her çeşidini bir kere daha göreceksin… Kadın askerlerle göz göze geleceksin belki… Ürpereceksin parmak uçlarına kadar… Askerlerin beyaz tenli olmayışı dikkatini çekecek… Hristiyan Arapları hatırlayacaksın, ya da Müslüman olduğunu iddia eden bir dürzü asker selâm verecek sana… “Ben de Müslümanım” diyecek… Hatta tebessüm edecek içtenlikle… Kafan karışacak…
Ama hiçbir şey en modern silahların arasından geçmek zorunda olduğun gerçeğini değiştirmeyecek… İşgal altında olan bir İslam yurduyla, Filistin Topraklarının mazlum haliyle bir kez daha sarsılacaksın…
Eğer günlerden cuma ise ve sabah namazından çıkmışsan, Müslüman mahallesinin taş basamaklı daracık yollarını tırmanmaya başladığında, taş evlerden çıkan körpecik çocuklar mis gibi kakule kokan kahvelerini ikram edecekler sana minik kâğıt fincanlarında… Alan el olmanın mahcubiyeti saracak yüreğini… Ödemek isteyeceksin bedelini… Israrla “İkram, ikram…” diyecek Kudüs’ün güzel yüzlü çocukları… O nefis kahve kokusu karışacak Mescid-i Aksa’nın kokusuna… Boğazından aşağı inen o sıcaklık yüreğine dokunacak… Kardeşlik duygularının çarpıntıları biraz daha içini saracak…
Binlerce yıldır basmaktan aşınmış, parlamış, hatta kayganlaşmış taş basamaklardan yukarıya doğru çıkarken, okuluna gitmek için sabahın bu erken saatlerinde çantasını sırtına alıp sokağa çıkmış gençler ve küçük hanımlarla karşılaşacaksın… Ümmetin mazlum evlatlarıyla… Edeple yürüdüklerini, verdiğin selamı saygıyla aldıklarını, en güzel şekilde karşılık verdiklerini görünce coşkuyla çağlayacak kalbin… Tutacaksın kendini! Yutkunacaksın! Onları ne kadar çok sevdiğini haykıramayacaksın! Söyleyemediklerin yaş olarak akacak göz pınarlarından… Birkaç adım sonra pişman olacaksın içine gömdüklerin için … Hızlı yürüyebilmek için koluna giren kızın duygularına tercüman olurken, yatıştıracak diğer taraftan seni: “Anneciğim, çocukları rahatsız etme şimdi… Belki de sınavları vardır bugün hem… Sakin olalım… Otele gitmemiz gerek artık… Kahvaltı saati…”
Toparlamaya gayret edeceksin kendini, edeceksin de gözüne başka şeyler ilişecek gecikmeden. Güneş görmeyen taştan evinin önünde duvar dibinde oturan bir yaşlı kadın… Başı öne eğik… Elinde İsrail saldırılarında bedeni parçalanan oğlunun resmi…
Kolundan çekiştirip götürür kızların seni… Mango almak isterler köşedeki manavdan. Çantana el atarsın, paran çıkışmaz. O fakir, fakat gönlü zengin Filistin’li esnaf kardeşin eksik olan ücretle mangoyu verir sana… Bir de muz ikramiyesiyle… Yine duyguların tavan yapar… Gözlerin taş yolun basamaklarında, adımlarsın mübarek mekânları…
Pembe siyah karışımı bir rüyanın kim bilir kaçıncı sahnesinde nefesini tutmuş yürürken; Rabiat-ül Adeviyye’nin, Selman-ı Farisî’nin, özellikle de şarkın sevgili sultanı Selâhaddin Eyyûbi’nin izlerini taşıyan bu yollarda bir kuş tüyü kadar hafif hissedersin kendini…
Peygamberler diyarı Kudüs caddelerinde araçla yol alırken El-Halil’e doğru, utanç duvarlarına şahit olursun en az on metre yüksekliğinde… İsrail Devleti zorbalıkla topraklarını ellerinden aldığı Filistinlileri bu duvarların ardına hapsetmiş, onları bir açık hava hapishanesinde yaşamaya mahkûm etmiştir. Suçları bu toprakların gerçek sahibi olmak, İslam dinine mensup olmak, insanca yaşamayı talep etmektir. Esir muamelesine tahammül edemeyip duvarların önündeki hayatı merak eden Filistinli gençlerin kaderi ise ya duvarların üzerinden aşağıya atlamak isterken intihar, ya da İsrail otomatik silahlarının namlularından çıkan ateş yağmuruna hedef olmaktır…
Hz. İbrahim’i ziyarete gittiğimiz bu hayırlı sabahta bunları rehberin ağzından duymak yeterince keyfimizi kaçırmış, içimizi burkmuştur… “Esselatü vesselamü aleyke Ya Halil İbrahim…” demeye hazırlandığımız bu anlarda, her namazımızın her oturuşunda minnetle ve sevgiyle andığımız o şefkat ve ikram sahibini, o büyük ve güzel peygamberi, Hakkın dostluğuna mazhar olmuş İbrahim (a.s)’ı ziyarete, coşku dolu gitmek yerine kırık bir gönülle gitmek vardır kaderde…
Türbesinin önünde: “Seni çok seviyorum Ya İbrahim!” derken kalbimin yıkandığını, tertemiz olduğunu, o yoğun sevgilerimin tüm samimiyetimle sunulduğunu hissetmek nasıl bir şeydir? Bu anları Yaşatan’a dilimle kupkuru bir teşekkür etmek ne kadar tatmin edicidir? Yüreğimin çağlayışları, gözlerimin pınarları, tarif edebilir miydi şükrümü? Layık değildim… Layık gördü O… Bir aciz kulu ancak bu kadar sevindirebilirdi…
Sofrasına misafirsiz oturmayan İbrahim! Bizim sofralarımız neden hep misafirsiz? Bölüşülmeyen lokmalarımız ağır bir yük bedenlerimizde. Ruhlarımız aç, hep aç… İbrahim olamadık çünkü… Ne Yüceler Yücesine dost olabildik senin gibi… Ne de yüreğimizi açabildik, infak edebildik senin gibi… Biz bu dünyanın zevklerine nasıl da kaptırdık kendimizi… Seni sevdiğimizi iddia ediyoruz değil mi? Neden senin gibi yaşamıyoruz öyleyse? Evlerimizde bir değil, üç bozdolabı var… Biz yiyecek stokluyoruz, karnımızı tıka basa doyurmamız da yetmiyor Ey İbrahim! Biz seni sevmeyi, sana benzemeyi nasıl hak edebiliriz ki… Ziyandayız biz… Zaten iki günümüz birbirine eşit… Ama biliyor musun bize ne diyorlar? Eğer malımızı bölüşürsek gariplerle mazlumlarla, enayi damgası vuruyorlar… Eğer giyinmezsek vitrinlerdeki gibi, saygınlığımızı kaybediyoruz… Günümüzde neler oluyor ya İbrahim? Hak Yolunun yolcularının yolu dikenlerle engebelerle değil, engereklerle döşeli… Ne çetin ağlar ördüler yollarımıza… Hedeflerimize atom bombaları koydular… Bizi ne hale getirdiler ey Allah’ın sevgilisi, bak!”
Küçük kızımın gözleri duman duman… Gözyaşları çenesinden damlıyor… Göğsü ıpıslak olmuş, hıçkırıklarla sarsılıyor… “İbrahim’in yanında kalmak istiyorum anneciğim, götürme beni!” diyor…”
Hz. İshak, Hz. Yakup, Hz. Yusuf da orada… Hz. İbrahim’in eşi Hz. Sare annemiz orada… Onlara da selam vermemiz onların da şefaatini umut etmemiz gerekiyor…
Yüreğimizi peygamber kokularının arasında bırakıp yürürken, Hz. İbrahim’e ithafen El Halil Şehrinde kurulan bir aşevinin uzun yıllardır her gün fakir fukaraya yemek çıkardığını takdirle öğreniyoruz… Yüzü nurlu bu hayır sahiplerinin yanımızdan geçerken edep ve sevgiyle selam verişleri etkiliyor bizi… Araçlarına alıp dağıtmak üzere yola çıktıkları kovalar dolusu sıcak yemekler ilişiyor gözlerimize… Göğsümüz titriyor minnetle… O dar imkânlarının çerçevelerine rağmen sergiledikleri bu asil hareket bizi, öz nefislerimizle muhasebeye zorluyor… Yutkunuyoruz, dudaklarımızı ısırıyoruz hıçkırıklarımızı tutmak için… En Sevgili’nin sevgilisi Hz. Muhammed (a.s) ın soyundan gelmiş olabileceklerini düşünüyoruz onların…
Hz. Musa’nın, Hz. Davud’un, Hz. Süleyman’ın, Hz. İşmoil’in, Hz. Yunus’un, Sahabe-i Kiram’dan Ubade bin Samit’in kabirlerini selâmlarla, dualarla ziyaret ettik. Beyt-ül Lahim’de Hz. İsa’nın doğduğu mağarayı, dünyanın en eski şehirlerinden Eriha’yı gördük… Tuz oranının çok fazla oluşu nedeniyle hiçbir canlının yaşamadığı Hz. Lut Gölü’ne (Ölü Deniz) şahid olduk… Kadınları bırakıp erkeklerle evlenen lânetli kavmin gökten yağan kızgın taşlar ve yerden fışkıran lâvlarla nasıl helak edildiğini düşündük… Günümüzde gay olmaya teşvik edilen genç erkek neslimizin akıbeti hakkında endişelendik. Tertemiz nesilleri kırmak, köklerimize kibrit suyu dökmek için en karanlık oyunları bin bir hile ile tezgâhlayan şer odaklarını Allah’a havale ettik…
Milletler Kilisesi’ni, Hz. İsa’nın ektiği 2000 yıllık zeytin ağacını, Hz. Ömer Camii’ni, Burak Duvarı’nı ve her taşı bir tarih olan eski Kudüs sokaklarını dolaştık. Kıyamet Kilisesi’nde dünyanın her yerinden hacı olmaya gelen Hrıstiyanların çıplak mermer zemini nasıl öptüklerini gördük. Fötr şapkalı, siyah pardesülü, beyaz gömlekli, sakallı, zülüflü, bellerinden ipler sarkan genç Ortodoks Yahudi erkeklerinin yaz kış, dört mevsim, aynı kıyafete ve aynı saç modeline, hem de bir ömür boyu nasıl tahammül edebildiklerine şaşırdık. Ergenliğe adım atmaya hazırlanan kipalı erkek çocuklarının kol kola girip sallanarak müzik eşliğinde ilahi söylemelerini göz ucuyla seyrettik. Yahudi mahallesinin kalkınmış zengin halini, tertemiz sokaklarını, güzel evlerini, içimiz burkularak gözlemledik.
Burak Duvarı’nın (Yahudilerce ağlama duvarı olarak tanımlanıyor) oldukça net seyredilebileceği yüksekçe bir yerdeydik şimdi… Ağlıyordu İsrailoğulları sallana sallana… Genci yaşlısı, kadını erkeği, her kesimden insanıyla… Bir an önce yanlarına gidip gözyaşlarını silmek, dertlerine derman olmak geçti içimizden… Sarı taşlarla örülü, binlerce yıllık, geniş ve yüksek bir duvar… Bir tek duvar… Taştan tuğlaların arasına sıkıştırılmış minicik kağıtlar… İçlerine yazılmış dilekler, ağıtlar, dualar… Tepeden tırnağa tesettüre bürünmüş Yahudi kadınlar… (Orta Doğu’nun bu sıcak ikliminde uygunsuz kıyafet giyen Yahudi kadınlarına zaten hiçbir yerde rastlamadık…) Ama Burak Duvarı’na giriş öncesi etek zorunluluğu da vardı… Bazı genç kızlar içecek bir şeyler almış; sandalyelere oturmuş uzaktan duvarı seyrederken, bazıları duvara başını yapıştırmış, gözyaşları sel olmuş… Ve duvar tam ortadan yarıya bölünmüş, kadınlarla erkeklerin bir arada ibadet etmesi engellenmiş…
Neden ağlıyorlar peki bu denli yana yakıla? Ellerindeki Tevratlarda bu kadar acıklı ne yazabilir? Aslında cevabı bulmak hiç de zor değil… Her şey gün gibi aşikâr… Her ne kadar tarih boyunca defalarca zulme uğrayıp sürgün acısı çektikleri, katliamlar yaşadıkları için ağladıkları söylense de gözle görülen elle tutulan oldukça güncel çok daha önemli başka bir şey var… Mescid-i Aksa… Kudüs ve çevresinden başka dünyanın her yerinden akıp gelerek Kıble Mescidi’ni namaz saatlerinde hınca hınç dolduran Mü’minler halâ bir tehdit unsuruydu Yahudiler için… Bu hiç de küçümsenecek bir durum değildi… Etrafı Müslüman Mahalleleriyle örülmüş yüz kırk dört dönümlük bir alan, onların yerleştirdiği en modern kameralara inat, mücahitlerin kanıyla korunuyordu… Her biri Mescid-i Aksa’ya çıkan daracık sokakların içindeki o tarihi taş evler aslında hem sığınak hem de bir nevi gözetleme kulesiydi… Evlerin sahipleri her gün, hatta her an ölümle burun buruna yaşamalarına rağmen teklif edilen milyonlarca doları geri tepiyor, asla evlerini satmıyor, başka bir ülkeye gidip yerleşmeyi, refah bir hayat sürmeyi kabul etmiyorlardı. Pahalı bir şehirde, daracık imkânlarıyla, yokluk içinde yaşamayı canlarına minnet bilen bu insanlar kutsal toprakların bekçiliğini mükemmel bir biçimde ve tüm İslam âlemi adına yapıyorlardı! Dünyanın kahramanlığını üzerinde toplayan, göğüsleri iman aşkıyla kabaran bu yiğitlerden titriyordu İsrail.
Ya Kubbet-üs Sahra’nın asaleti! Kutsal şehrin göbeğinde, ilahi dinlerin kalbinin attığı yerde, en görkemli tepede meydan okuyordu İsrailoğullarına! Bütün heybetiyle coşkun ve yetkin bir şekilde “Ben, buradayım!” diyordu. Haykırıyordu sonsuz avazıyla Siyonistlere! Muallak taşının üzerinde, Kudretten aldığı güçle… Elçilerin şahı, güzeller Güzeli Hz. Muhammed’in kokusuyla… Biraz Emevi, biraz Eyyûbi, biraz Memlûki, biraz da Osmanlı hâliyle…
Uykuların kaçmaya devam edecek eyy, zulm ile abad olanlar! Ahirinizin berbad olduğunu belki göremeyecek şu yorgun gözlerim… Ama İbrahim’in duasıyla dertlendiklerim var benim! “Rabbic alnîyy mukîymes salâte ve min zürriyyetîy…” dediklerim var! Onlar da mı göremeyecek? O günler yakın… Hem de çok yakın… Çünkü:
“Sübhan olan Allah kulunu, gecenin bir bölümünde kendisine bazı ayetlerini göstermek için Mescid-i Haram’dan etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüttü…” diyen bir Rabbimiz var…
Kandillerine zeytinyağı gönderdiğimiz o ilk kıblemiz bizim… O bizim kalbimiz…
Vildan Serdar
Güzel anlatınız TEŞEKÜR ederim bizi bir daha oralara. Götürdünüz Allah razı olsun