Şehirlerarası yolculuklarımda öğrendim kalıplaşmış düşüncelerimin olduğunu. Bir şehirden başka bir şehre geçerken, gömlek değiştirir gibi bırakmalıymışsın meğer kimliğini, kişiliğini, düşüncelerini ve yine yeniden başlamalıymışsın hayata. Uzaktan göründü mü yeni bir şehir, aklında hiçbir düşünce olmamalıymış ve sadece nefes almalıymışsın. Yeni şehir, yeni. Yepyeni.
Her şehrin kendine has özellikleri var: Sesler, renkler, haller, kokular
Yaptığım gezilerde bir şehre ilk defa geliyorsam, susuyorum önce. Gözlerimi hafif kısıp sesleri dinliyorum, ilk defa dinlediğim bir melodi geliyor kulağıma, ardına biriken sözler ve ritm. Her şehirde yeni bir şarkı besteliyorum. Her şarkıyı farklı bir şehre adıyorum.
Sonra renkler çarpıyor gözüme, baskın renklerini çıkarıyorum şehrin, mavi, kırmızı, sarı, yeşil… Biri diğerlerinden illa ki baskın oluyor. Ve halleri koyuyorum üstüne, renklerin sonrasında, kafamda bir şeyler belirmeye başlıyor, yavaşça yürüyorum, yere yumuşak basıyorum, kimseye belli etmemek için belki de. En son kokularını içime çekiyorum şehirlerin, baharat, çiçek, parfüm, toprak, beton. Kokular yapbozu tamamlamama yardımcı oluyor.
İşte böyle, sessizce giriyorum bir şehre ve kendimce çıkarıyorum özelliklerini, kimse ile konuşmadan. Her şehrin hatırlanabilir özelliklerini kaydediyorum belleğime ve şehirleri listeliyorum.
Dünya üzerindeki her şehri, ayak basılan basılmayan her yeri elbette ki görmek istiyorum. Hayallerimi süsleyen onlarca şehir, ülke var ve Urfa’yı uzun zamandır merakla bekliyordum. Bir kaç defa gidip gidip kapısından döndüm elbet ve her defasında daha da depreşti içimdeki heyecan. Günler geçti, bugün geldi ve ben işte oradayım, İbrahim’in ateşe atıldığı topraklardayım.
Sabah kahvaltı niyetine ciğer
Haşimiye meydanına vardım önce dört yolun birleştiği… Tarihî çarşının hemen girişinde bir ciğercinin taburesine oturdum. Yabancılığımı belli etmemeye çalışmamın bir anlamı yoktu. İki parmağı arasına sıkıştırdığı sarma tütün ile bir emmi de çöküverdi karşıma. “Öğretmen misin?” diye ilk soruyu da yapıştırdı ve sohbet başlayıverdi aramızda.
“Ciğer mi yiyeyim?” dedim. “Fark etmez” dedi ve gülümsedi emmi, “Ne yersen ye fark etmez, hepsinden isot tadını alacaksın ve yanacaksın, ama sen ciğer ye.” Elini kaldırdı ve; “Misafirimize şöyle terbiyeli güzel bir ciğer at bakayım” deyiverdi.
Önce isot içinde yoğrulmuş soğan salatası ve yeşillikler geldi, sonra bir lavaşın üzerinde ciğerler. Elimle bir ciğerin tadına bakayım dedim, aman Allah’ım, “Ayran,” diye bağırmak geldi içimden. Halimden anlaşılmış olacak ki ayran elinde çıkageldi garson çocuk.
“Öyle yenmez o” dedi emmi ve yaptıklarını yapmamı istedi. Ciğerlerin yanına yeşilliklerden ve isot ile yoğrulmuş soğan salatasından katıp sarıyor, dürüm yapıyorsunuz, tabi isterseniz bir de közlenmiş kırmızı biber koyuyorsunuz içine, ben koymadım. Sonra ayranla birlikte yanarak yiyorsunuz. İçimdeki ateşle yanarak tarihî çarşıya nasıl girdiğimi bilmiyorum. Ağzımdan alevler çıkıyordu adeta, yürüyordum.
Bütün güzellikler bir araya toplanmış
Hepsi bir arada, hepsi iç içe, sadece yürü ve şu duvarların ardına geç. Sonra seni bekliyor. Balıklıgöl, Aynzeliha, Kale, Dergâh, Mancınıklar ve mağaralar... “Bu kapı öyle bir kapıdır ki, ne söz kalır geride, ne de beden. Alır götürür seni senden.” Hikâyelerin serpiştirildiği şehirleri incitmeden dinlemelisin. Her bir taşın, rengin, sesin dahi hikâyesi olduğunu bilmelisin. İşte Urfa böyle bir şehir, müstesna bir şehir. Her bir taşın hikâyesi var, geçmişi var. Baktığın her yönde farklı bir güzellik karşılıyor seni.
Balıklı Göl’ün kıyısından Urfa Kalesine çıkmak için yürüdüm. “Mağara Cafe” diye bir yazı gördüm. Bir delikanlı yanıma geldi. “Abi sana buranın tarihini anlatayım mı?” diye sordu. “Olur,” dedim hiç beklemeden. “Urfa’nın mağaraları vardır. Gel önce onları gezdireyim sana.” Yine, “Olur” dedim ben ve arkasından yürüdüm. Bildiğimiz gerçek bir mağaraya girdik. İçeriye girince etraf genişledi. Mağara içerisinde bir çay ocağı kurulmuştu ve otantik masalar yerleştirilmişti. Köşe kapmaca oynar gibi bir yere çöküverdik. “Çay içiyoruz” dedim delikanlıya ve o konuştu ben dinledim.
Urfa öyle bir şehir ki geçmişin içinde
Anlattıkları çok bilinmedik şeyler değildi hani. İnterneti tarayınca Urfa hakkında her yerde karşınıza çıkacak şeyler. Hatta bir ara bu çocuk bunları kaç ayrı dilde anlatabilir diye de geçirdim içimden ama belli etmedim ve efendi efendi dinledim.
“Çok güzel bir şehirde yaşadığınızı farkındasın değil mi?” dedim. Kafasını salladı. “Buraya çok turist geliyor. Büyüyünce rehber olacağım.” “Zaten bir rehber değil misin sen?” dedim. Gülümsedi. Utanmıştı. “Adın ne senin” diye sordum. En başta sorulması gereken soruyu en sona saklamış gibi. “Ömer” dedi. “Bana müsaade Ömer, bundan sonrasına yalnız devam edeceğim.”
Ömer’in yanından ayrıldıktan sonra. Urfa kalesine çıktım ve İbrahim’in ateşe atıldığı mancınıkların yanından Urfa’yı izledim. Gözlerimi kapayıp geçmiş zamanı hayal etmeye çalıştım ama ne ben o ruha sahiptim ne de Urfa eski Urfa idi. Kaleden aşağı gizli merdivenlerden indim, döne döne.
Anlatılanların hepsini unut, git, gör, teneffüs et
Sonra Bediüzzaman Hazretlerinin ilk defnedildiği Dergah bahçesine geldim ve ikindi vaktini orada geçirdim. Akşama Eyüp Aleyhisselam’ın sabır makamına gideceğim ve orada saatlerce oturacağım, tabi izin verirlerse.
Her gezinin ardından içimi farklı bir his kaplıyor. Durup düşünmek geliyor içimden. “Neredeyim, ne yapıyorum?” diye. Sonra toparlanıyorum ve yeni planlar yaparken buluyorum kendimi. Yeni sesler, yeni renkler, yeni haller ve kokular biriktirmek için…
Adem Dönmez yazdı
yenirmiki