Şehr-i İstanbul, müthiş bir tarihi ehemmiyeti hâiz, iki büyük medeniyetin pâyitahtlığını yapmış ve bu husûsiyetinden dolayı buranın her hükümdârı tarafından inanılmaz bir şekilde gözetilmiş, bakılmış ve bu hükümdârlar ve devlet adamları eliyle, öldüklerinden sonra arkalarında gerek bir hayır ile yâd edilmek gerekse devrindeki ihtişâmı görünür kılabilmek adına üzerinde birçok eser meydana getirilmiştir. Tarihi süreç içerisinde insan eliyle yapılmış bu yapılar kimi zaman depremlerde kimi zamansa yangın felaketlerinde tahrip olmuş veya tamamiyle ortadan kalkmıştır.
Burda bu âfetlerin üzerinde durulmayacak. Benim üzerinde duracağım konu tabiî olarak biraz hayıflanmayla biraz da hüzünle karışık ''keşke bugüne ulaşsaydı'' dediğim bazı yapıları kişisel çerçevemden aktarmak.
Bunu yaparken daha özel olarak İstanbul'da Osmanlı İmparatorluğu zamanında yapılmış olan eserleri mevzûubahis edeceğim.
Zeynep Hanım Konağı
![]() |
Zeynep Hanım Konağı'nın ön cepheden görünüşü. Önünden geçen tramvay hattıBeyazıt tarafından gelip Şehzadebaşı'na uzanıyordu |
İlk olarak anmak istediğim yapı Zeynep Hanım Konağı. Bu seçimin İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu biri olarak oldukça öznel bir tercih olduğunu kabul etmeliyim. Mâmâfih bu konağın hem mimâri hüviyeti hem de yaşanmışlıklarıyla kayda değer olduğunu da belirtmek lâzım gelir.
Burası Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın kızı ve Abdülaziz devri sadrazamlarından Yusuf Kâmil Paşa’nın eşinin ismini taşır. Yusuf Kâmil Paşa ile Zeynep Hanım’ın evi olan konak, 1903-1909 arasında İstanbul’un ilk Müslüman yetimhanelerinden birisi ve sanat okulu olan Darü’l-Hayr-ı Âli’ye tahsis edilmiş. 1909’da Darü'l Hayr-ı Âli lağvedilince konak, imparatorluğun Avrupa tarzındaki ilk yüksek öğrenim kurumu olan ve o yıl eğitim programı yeniden düzenlenen Darülfünun-u Osmani’ye tahsis edildi. Velâkin bina, 28 Şubat 1942’de çıkan yangında yandı. Yangından sonra konağın yerine Sedad Hakkı Eldem ve Emin Onat tarafından bugün de kullanılmakta olan ulusal mimari üslupta inşâ edilmiş olan Edebiyat-Fen Fakültesi binası yapıldı.
Bu konak hakkında ilginç bir anektod da Yusuf Kâmil Paşa'nın mühürdârı olan babası dolayısıyla İbn'ül Emin'in bu konağa çokça girip çıktığı, dolayısıyla devrinin sadrazamlarıyla olan münâsebetlerin neticesinde 3 ciltten müteşekkil ''Son Devir Sadrazamları'' adlı eserini vucüda getirdiğidir.
Bu konak bugüne ulaşsaydı belki bugün Edebiyat-Fen Fakültesi için gerekli donanıma sahip olmayacaktı. Ancak hemen yakınlarındaki Beyazıt Meydanı’na bakan Keçecizade Fuat Paşa Konağı gibi daha husûsi bir fakülte olarak tahsis edilebilirdi belki. Lâkin olmuş ile ölmüş olana bir çare bulanamayacağına göre bu zarif konağı tarihî belleğimizin bir parçası olarak hüzünle hatırlamaktan başka yol yok gibi gözüküyor.
“İlk” Fatih Camii
![]() |
1766 zelzelesinde ortadan kalkan ilk Fatih Camii'nin bir gravürü |
İkinci olarak ''ilk'' Fatih Camii. İlk olarak zikredilmesinin sebebi bugün yerinde aynı formel doku gözetilerek yapılmış olan başka bir Fatih Camii’nin bulunmuş olması.
İlk Fatih Camii, bizzat Fatih tarafından şehrin Fetih'ten sonra yapılmış olan ilk selâtin camisidir. Fâtih Sultan Mehmed, kendi adına yapılan bu cami ve külliye binaları için şehrin ortasında Bizans’ın büyük değer verdiği On İki Havari Kilisesi’nin yerini özellikle seçmiş görünmektedir. Bu seçimin anlamı, Semavi Eyice'ye göre ''artık buraya yeni bir inancın hâkim olduğunu gösterdikten başka şehrin bir tepesi üstünde inşa edildiği için İstanbul’un siluetine Türklüğün ve İslâmiyet’in damgasını da vurmuş oluyordu.''
İlk Fatih Camii’nden bugüne ulaşabilen kalıntıların başında eski dış avlu kapısı gelir. İç avluda görülen iki pencere alınlığını süsleyen bir çift çini pano da ilk Fatih Camii’ndendir. 1766 zelzelesinin arkasından III. Mustafa tarafından yaptırılan bugünkü Fatih Camii bütünüyle değişik bir düzende inşâ edilmiştir.
Laleli, Ayazma ve Büyük Selimiye gibi camilerle yaklaşık aynı zamanlarda inşâ edilmiş bu yeni Fatih Camisi sanat tarihçilerinin gözünde ilk yapıdan şekil itibariyle çok farklı olmamakla birlikte yani klasik bir çizgiyi takip etmesinin yanında özellikle camiinin derûnunda yapıldığı devrin (18.yy) mimari karakterini yansıtan Barok etkilerin göze çarpması dolayısıyla farklılıklar taşır.
Şüphesiz Fatih Camii’nin bir şekilde İstanbul'un siluetini etkileyen önemli bir eser olarak ayakta kalması güzel. Ancak ilk inşa edildiği şekliyle bugüne ulaşaydı hem Osmanlı mimâri geleneği için daha yerinde bir çizgi olacaktı hem de şehrin ilk ve en eski yapılarından biri olması hasebiyle daha büyük bir ehemmiyeti hâiz olacaktı hiç kuşkusuz.
Sâdâbâd Sarayı
Üçüncü olarak Sâdâbâd Sarayı. Bu saray ve etrafında teşekkül eden Osmanlı hayatı hiç kuşkusuz tarihimizin en renkli ve en coşkulu devrine tekâbül eder. Kutlu, uğurlu yer (mâmur) anlamına gelen Sâdâbâd, gerek topografik nitelikleri gerekse şehre yakınlığı sebebiyle sarayın en fazla tercih ettikleri yerlerin başında geliyordu.
III. Ahmed'in devrine tekâbül eden ve Lâle Devri diye isimlendirilmiş bu dönemde gerek şehrin -suriçinin- sıkışıklığından bunalan Padişah ve ailesi için bir dinlenme mekânı gerekse İstanbul halkı için bir mesire alanı hüviyeti kazanan bu bölge, zamanla Kağıthane deresinin etrafına dizilen saray, kasır ve köşklerle müzeyyen bir hâle gelmiştir.
1722 yılında Kayserili Mehmed Ağa’nın mimarlığında yapılan saray için Kağıthane deresinin aktığı yer, çamur ve balçıktan arıtılarak temizletilmiş, derenin akışı da belli bir düzene oturtulmuştu. Kağıthane deresine yapılan bentlerle birlikte derenin akışından belli bir düzende faydalanılıp küçük şelaleler ve süs havuzları yapılmak sûretiyle peyzaj bakımından hârikûlâde bir görünüm kazandırılmıştı.
Ancak her güzel şeyin bir sonu olduğu kavlince; “O şûh ağlar bugün Kasr-ı Şeref-âbâd’a geldikçe/ O nûşânûş demler hâtır-ı nâşâda geldikçe”… Yahya Kemal'in de kendi duyarlılığı etrafında hüzünle andığı o geçmiş mekân; ilk olarak Patrona İsyânı neticesinde Lâle Devri’nin son bulmasıyla yok olmaya başlamış, daha sonra da eski günlerinden uzak âtıl bir vaziyette uzunca bir süre beklemek zorunda kalmışken burada bulunan saray ve müştemilâtı 1943 yılında ani bir kararla yıktırılıp yerine şu anda Kağıthane Belediyesi’nin binası olarak kullanılan Maliye ve Levazım okulu yaptırılmıştır.
Elçi Hanı
Elçi Hanı'nın görünüşü... Arkada Çemberlitaş sütunuve Atik Ali Paşa Camii gözüküyor |
Anacağımız diğer eser ise şehir için çok önemli bir yâdigâr olan Elçi Hanı'dır.
İstanbul’da yabancı elçilerin ikâmetine ayrılan ancak günümüze ulaşmamış olan bu XV. yüzyıl hanı, Çemberlitaş’ta Atik Ali Paşa Camii ve Külliyesi’nin parçası olarak yapılmıştı. XVI. yüzyıldan itibaren İstanbul’a gelen birçok yabancı elçi bu hanı gördüğü gibi bir kısmı da burada ikâmet etmiştir. Albili Pierre Gylli (Cyllius) bunların en önemlilerinden biridir. Bir diğer isim Hans Dernschwam, Şark seyahati sırasında uğradığı bu han hakkında ayrıntılı bilgiler verir: Ona göre, hanın bulunduğu yerde elli yıl öncesine kadar güzel bir kilise varmış; ancak Ali Paşa onun yerinde temelden itibaren bu binayı hayratına vakıf olarak inşa ettirmiştir. 1539 yılında Valpovo’da yenilen Katzian kuvvetlerinden 6000’den fazla esirin burada barındırıldığını bildiren Dernschwam, “bu esirler hanın duvarlarına işaretler, salibler ve harfler çizmişlerdir” diye kayıt düşer.
Yapının mimari görünümü hakkında ise burda bir süre kalmış Flaman asıllı elçi Busbeke bize şunları anlatır: ''Bina tam bir kare şeklindedir. Ortada büyük bir avlu ile bir kuyu bulunur. İkamet yalnız üst kattadır. Arkadaki odaların önlerini fırdolayı bir revak çevirir. Odaların hepsi manastır hücreleri gibi eşit biçimde ve küçüktür. Bina iç kemerler üzerine kurulmuş ve üstü kurşun kaplanmıştır.'' 1578 yılında İstanbul’a gelen ve burada ikâmet eden elçilik papazı Salomon Schweigger ise burası hakkında; isten kararmış duvarlardan, yakacak odunun azlığından ve haşerelerden şikâyet eder.
Fakat birçok hadiseye şahit olmuş şehrin bu en kıymeti hâiz yapılarından biri olan Elçi Hanı tarihin cilvelerinden birine -yoksa İstanbul'un cilvesine mi demeliydim- yani bir yangın felaketine uğrayarak 1587 yılında ortadan tamamen kaybolur. Ancak böyle bir akıbete uğramasaydı bile şu an tramvayın geçtiği noktada bulunmasından dolayı ortadan kaldırılması gibi bir akıbete uğraması kaçınılmaz olacaktı gibi bir ihtimal de akıllara geliyor.
Karaköy Mescidi
Son olarak Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Mescidi, nâm-ı diğer Karaköy Mescidi'ne gelmiş bulunuyoruz. Galata Köprüsü’nün Beyoğlu istikâmetine doğru geçişte Galata kulesi ile beraber ilk göze çarpan eser olarak dikkati çeken Karaköy Mescidi, esâsında burada II. Mehmet devrinden kalma bir tekke yerine 17. yüzyılda Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından inşâ ettirilmişti. Ancak bu mescidin de harap olması nedeniyle 1903'te II. Abdülhamid'in emriyle Mimar D'Aronco tarafından aynı yere ''Art Nouveau'' tarzında bir mescid inşâ edilmiştir.
Şehrin mimarî hüviyeti dolayısıyla inşâ edilmiş en ilginç yapılarından biri olan bu mescid maalesef 1958 yılında meydan genişletmesi neden gösterilerek yıkılmıştır. Yıkılması sırasında câminin parçaları tek tek numaralandırıldıktan sonra Kınalıada'ya götürülmek üzere bir gemiye yüklenmiş ancak geminin yan yattığı ve parçaların Boğaz'ın sularına gömüldüğü söylenmiştir.
Bu hikâyenin sıhhâti bir yana bugünlerde bu mescidin etrafının çevrilip ihyâ etmek sûretiyle şehrin silüetine tekrardan dahil etme planlamaları gündemdedir. Her ne kadar yapının orijinal formunu birebir yansıtmayacak bir şeyle karşı karşıya kalacak olsak da, bu haberin gerek bânisinin isminin yaşatılması adına gerek estetik niteliklerinin tekrar hatırlatılması gerekse ibâdet ihtiyacının karşılanması için faydalı bir vesîle olduğunu belirtmek gerekir.
Oktay Türkoğlu