Safranbolu ve Amasra’yı yıllardır gezip görmek isterdim. Bu şehirlerin çok daha ötesine gitmeme rağmen buralara gitmek bir türlü nasip olmamıştı. Zaten gözümüz ve gönlümüz seyahatlerde hep uzakları ister; yakınımızda olanı görmeyiz, kıymetini pek bilmeyiz. Fakat bu sefer kısa mesafeye seyahat etme engelini aştık ve eşimle birlikte sosyal medya üzerinden örgütlenen bir gruba dâhil olduk, iki günlük bir gezi yaptık.
İstanbul’dan Karabük’e kadar kısa molalardan sonra sabah namazı için Karabük Eskipazar Mermer Köyü’nde durduk. Cami cemaati, misafir olarak bizlere çok sıcak davrandı. Camiyi bizim için açık tuttular. Bölgenin tarihinden bahsettiler. Ayrılırken uğurladılar. Köyde mermer yatakları ve fabrikaları mevcut. Köye dair dikkatimi çeken, iki üç katlı yapıların arasında yükselen uzunca bir bina oldu. Sadece İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa değil; Anadolu’da bir köye kadar sıçramış ‘nâr topu’ gibi bir hastalığımız mevcut. Bu hastalık köyün tepesinden göze batıyor.
Gezinin ilk durağı Osmanlı Hanedanı’nın da mensup olduğu Karakeçili aşiretinden üç kişinin kurduğu 500 yıllık Yörük Köyü oldu. Rehberimiz, Sipahioğlu Konağı’nda köy kahvaltısı yapacağımızı söyledi. Konağın sahibi ve işletmecisi Filiz Teyze ile harika vakit geçireceğimizi, köyde zeytin yetişmediği için zeytin hariç her ürünün köyün kendi ürünü olduğunu belirtti. Köye vardığımızda kuşların cıvıltısı bile tarihin içinden yankılanıyordu sanki. Büyük, hatta küçük şehirlerde bile bulamadığımız bir dinginlik vardı havada.
‘Otantik’lik ve turizm adına Alevilik-Bektaşilik bile kullanılır hale gelmiş
Sıcaklık sıfırın altında olduğu için kahvaltıyı Sipahioğlu Konağı’nın içinde yapacaktık fakat konağa vardığımızda kahvaltının bahçede hazırlandığını gördük. Kapalı alanda başka gruplar kahvaltı yapıyordu. Karşılaştığımız bu manzara, kalabalık ve daha sonra eşim ve benim kahvaltı için gittiğimiz diğer işletme yöneticisinin teyiti; bu işletmenin rehberlerle ve acentelerle anlaşmalı olduğunu gösterdi. (Sonraki gezilerde anladık ki hemen hemen tüm acenteler ve rehberler belirli işletmelerle anlaşma yapıyor, götürdükleri yerden ya komisyon alıyor ya da ücretsiz yiyip içiyor.)
Ufak aksaklık giderilene kadar işletme sahibinin oğlu bizi köyün Çamaşırhanesine götürdü. Çamaşırhane malum olduğu üzere eski yerleşim yerlerinde, obalarda, köylerde ortak alandır. Hanımlar bir araya gelip çamaşırları burada yıkarmış. Göbek taşı 12 dilimli, her dilimin arasındaki ince kanalla tam ortadaki deliğe meyilli şekildeydi. Taş ve üzerinde bulunduğu alan hem kısa ve uzunların hem de zayıf ve şişmanların durabileceği gibi ayarlanmış. 12 dilim olmasının sebebi söylenilene göre Hacı Bektaş-ı Veli ve on iki imam imiş. Rehberimiz köyün bir Alevi köyü olduğunu söylemişti. Mihmandarımız da buranın bir Alevi köyü olduğunu söyledi. Alevilik ve Bektaşilik üzerine söyledikleri kulaktan dolma yarım yamalak bilgilerdi. Bir yanlış anlaşılmadan ötürü “Köy eskiden mi Alevi köyüydü yoksa şu anda mı bir Alevi köyü?” sorusuna “Eskiden” cevabı işi iyice garipleştirdi. Köy bir hayli zaman önce “sünnileşmiş”. Birkaç soru üzerine “Biz sünniyiz” dedi mihmandarımız. Belli ki ‘otantik’lik ve turizm adına Alevilik-Bektaşilik bile kullanılır hale gelmiş.
Köye ve geçmişe dair hoş bir iletişim geleneği
Konağa dönüş yolunda köyün çeşitli özelliklerinden bahsedildi. Birçok evde geyik boynuzu ve kafatası mevcuttu. Mihmandarımızın dediğine göre bunlar, asılı olduğu evde bir avcı olduğunu gösterirmiş ve evi nazara karşı korurmuş. Nazar için kullanımı mümkün olsa da ben bu durumu geyiğin Türkler’deki kutsallığı ve Alageyik Destanı ile alakalı buldum.
Evlerin çoğu bitişik nizam olmasına rağmen hiçbir evin birbirinin güneşine ve mahremine dahletmediği özellikle belirtildi. 200 nüfuslu köydeki evlerin yüzde sekseni boşmuş. Köy, Bursa’daki Cumalıkızık gibi koruma altında olduğu için evlerde izinsiz çalışma yapılamıyormuş ve buradaki tüm evler tarihi eser statüsündeymiş.
Ayrıca köye ve geçmişe dair hoş bir iletişim geleneğini öğrendik. Köy sakinleri bahçe kapılarındaki çengele, tokmağa ya da tutacağa astıkları bir iple evde olup olmadıklarını imâ ederlermiş. Eğer ip salınıksa, hane sahibi evdeymiş. Eğer karşıdaki tokmağa bir kere dolanmışsa hane sahibi evin yakınlarında olduğunu imâ edermiş. Eğer birkaç kere dolanmışsa köyde fakat evden uzakta olduğunu söylemek istermiş. İp kalmamacasına dolanmış ise hane sahibi köyün dışına çıktığını ve bir müddet eve gelmeyeceğini anlatırmış.
Konağa döndüğümüzde serpme köy kahvaltısı ve doğal ürün diye tanıtılan kahvaltıyı görünce pek çok katılımcı hayal kırıklığına uğradı. Marketlerden alınmış hazır ürünleri marketlerde bile daha iyisi olan ekmeklerle “serpme köy kahvaltısı” diye sunuyorlardı. Eşimle birlikte yol üzerinde gördüğümüz otel-restoran Muratoğlu Konağı’na giderek kahvaltı yapmaya karar verdik. Konağın işletmecisi ile tanışıp sohbet ettik. Konak köy vakfının malıymış. İşletmeciyi hanımının yeğeni davet etmiş, onlar da İstanbul’dan köy yakınındaki yerleşim yerine taşınmışlar ve oteli işletmeye başlamışlar. Burada köyde yaşayan yaşlıların bir hayli aksi olduğunu öğrendik. Bazı köylüler bu dışarıdan gelen yeni köylülere selam vermiyormuş. Hatta köylüler iş yaparken “Kolay gelsin” denilince “Ben amele miyim?!” diye çıkışanlar oluyormuş. Sobada pişen çayın eşliğinde tatlı tatlı sohbet ettik. Sohbetin ardından eşimle birlikte köyü kendi başımıza da gezmek istedik.
Bir köy için bir hayli fazla çeşme var burada
Köyde iki cami vardı. Bunlardan biri minaresi ahşap olan, muhtemelen diğerinden daha eski olan ve artık kullanılmayan “Aşağı Cami”. Diğeri ise taştan olan “Merkez Cami”. Merkez Cami, imam hariç iki kişilik cemaati ile yaşamaya devam ediyormuş.
Türklerin suya çok önem verdiği ve fisebilillah kullanıma sunduğunu bu köyde de pek çok çeşme ile karşılaşarak gördüm. Bir köy için bir hayli fazla çeşme var burada. İnsanın dilini damağını kurutan yokuşlara sahip, eski Rum yerleşimi olan Adalar’da bir çeşme bile görememiştim. Köyün mezarlığı girişte bulunuyor. Bu mezarların araştırmacılar için çok mühim olduğunu düşünüyorum. Yüzyıllar öncesine ait pek çok mezar taşı mevcut. Konu hakkında yapılmış bir çalışmaya şuradan erişilebilir. Ayrıca merak edenler için köydeki konaklar hakkında yapılan bir çalışmaya da şuradan erişilebilir.
Eşimle yaptığımız bağımsız kısa gezinin ardından Sipahioğlu Konağı’na geri döndük. Normalde konağın üst katlarına çıkıp gezmek 1 TL fakat gruplar ücretsiz geziyormuş. Yukarı çıktığımızda konağın sahibi ve işletmecisi Filiz Teyze, komik olduğunu düşündüğü bel altı ve sulu esprilerle konağı tanıtıyordu. İşin kötüsü, ziyaretçileri de cebren ve hile ile bu esprilere dahil ediyordu ve insanlar buna tepki göstermiyordu. İnternetteki araştırmam da insanların Filiz Teyze’ye ve bu sulu esprilerine bayıldığını destekledi. Eminönü’nde insanları azarlayan, müşterilerine hakaret eden çiğköftecinin önündeki uzun sırayı da bu duruma benzettim. Mazoşistleşen, bayağılaşan bir ruh hali var toplumda. Bu iki örnek nasıl bir sosyal psikolojiye sahip olduğumuzu gözler önüne seriyor.
Mankenlere fes giydirip, yaşmak bağlayıp sofraya dizmek
Yörükköyü’nden sonra durağımız Safranbolu oldu. Anlatıya göre buraya gelen Türklerin ilk konuşlandığı yer olan Hıdırlık Tepesi’ne konuşlandık biz de. Gezmeye başlamadan önce yapıları tespit ettik, şehri seyrettik. Tepenin girişinde bir namazgah mevcuttu. Hava soğuk olmadığında topluca namaz kılınırmış burada. Bundan başka tepede iki adet de türbe bulunmaktaydı. Biri Şeyh Şamil’in yeğeni Hasan Paşa’nın, diğer ise yine Şeyh Şamil ile akrabalığı bulunan Şeyh ül Etibba Dr. Ali Yaver Ataman’nın idi.
Seyir Tepesi’nden sonra yürüyerek Kaymakamlar Evi’ne gittik. Kaymakamlar Evi’nin Safranbolu’yu tanıtmak için çok basit ve arabesk kaldığını düşünüyorum. Odalarda bulunan “temsili insanlar”ı çok gereksiz buldum. Mankenlere fes giydirip, yaşmak bağlayıp sofraya dizerek herhalde bize “bakın, insanlar böyle yemek yerdi, böyle dikiş yapardı” gibi hiç bilmediğimiz şeyler anlatmaya çalışılıyor.
Bu hastalık Karabük’e özgü değil. Bulaşıcı olan bu hastalıktan yurdun her yanında var. Hastalığın ciddiyetini görmek adına bir örnek de Malatya’da yeni açılan kültür evinden verebiliriz.
Bahçede çay kahve içmek için kısa bir zamanımız vardı. Safranlı çayı merak ettik. Safran’ın pahalı olduğunu öğrendik fakat bir hayli seyreltilmiş Safran çayına 6 TL vermek yine de insana koyuyor.
Buradan sonra İzzet Mehmet Paşa Camii’ne geçtik. Caminin minaresinin ilginç bir hikâyesi var. Dileyenler internette araştırıp okuyabilir. Caminin dibindeki Bakırcılar Çarşısı sanki zamana meydan okuyordu. Arabalar, direkler, teller olmasa kendimizi 17. yüzyılda hissedebilirdik. Aynı his Köprülü Mehmet Paşa Camii’nin dibindeki Yemeniciler Arastası için de geçerli. Bu arada Köprülü Mehmet Paşa ve camisi hakkında bir yazıyı şuradan okuyabilirsiniz.
Camiden sonra meşhur Safranbolu lokumu tanıtımı izlemek ve almak için anlaşmalı lokumcuya gittik. Zaten Safranbolu’nun iki tane meşhur lokumcusu varmış. Şirketlerle ve rehberlerle anlaşmalı olan tıklım tıklım doluyken diğeri bomboştu. İkisinden de lokum denedik ve damak tadımıza uymadı. Gariptir ki, İstanbul’da alıştığımız Safranbolu lokumu Safranbolu’daki lokumdan daha lezzetli geldi bize.
Hazretin türbesi burnumuzun dibindeymiş
Serbest zamanda gezebildiğimiz kadarıyla çarşıyı gezdik. Tarihi Cinci Han’a girişin ücretli olması, görevlilere söylenip yüz geri yapmamıza sebep oldu. Pazar kurulma gününe denk geldiğimiz için pazardaki ürünleri incelemeyi es geçmedik. Meyvelerin, sebzelerin, reçellerin, neredeyse satılan her ürünün doğal ve katkısız/ilaçsız olduğu her halinden belliydi. İç geçire geçire tezgahların önünden geçtik. Mehmet Emin Halvetî Hazretleri’ni ziyaret etmek istedik. Komiktir, ufacık çarşıda Hazreti bulabilmek için üç tur attık. Kime sorduysak ya “bilmiyorum” dedi ya da yanlış yer tarif etti. Güler misin ağlar mısın derler ya… Bir yandan kendi halimize güldük, bir yandan yerlilerin bu haline ağladık. Otobüse yürürken gördük ki Mehmet Emin Halvetî’nin türbesi burnumuzun dibindeymiş. Hazreti ararken geciktiğimiz için diğer yolcuları daha da bekletmemek adına karşıdan bir selam verdik ve otobüse bindik.
Buradan Amasra’ya gitmek üzere yola koyulduk. Yolda Kristal Teras’a uğradık. Tabi ki buraya giriş de ücretliydi. Küçük bir kanyonu, çıkıntı olarak kondurulan camdan bir zemine basarak izlemek biraz ürkütücüydü. Gitmek isteyenlere tavsiye ederiz çünkü manzarası bir hayli güzel.
İkindi vakti Amasra’ya vardık. Rehberimiz balık yemek için anlaşmalı restorana gidebileceğimizi söyledi. Biz ise karşısındaki balıkçıya giderek yarı fiyatına balığımızı yedik ve gezmeye başladık. Fatih Sultan Mehmet’in “Lala lala! Çeşm i cihan bu mu ola!?” sözü kulaklarımda çınladı çünkü Amasra’nın havası, suyu, manzarası çok hoşuma gitti. Amasra “Burada insanın ömrü uzar” denilecek cinsten bir yer. Şehirdeki her detay görülmeye değer bir hazineydi.
Tarihi Kemere Köprüsü ve etraftaki manzara temaşaya doyamıyor insan. Ah, bir de şu güzel tarihi binaların yanına ucubeler kondurmasak...
Fetih hakkı olan Fatih Camii’nin üst katından görülen manzara da muhteşemdi. Amasra’ya gidenlerin Küçük Kilise denilen tarihi şapeli de muhakkak görmesi gerek. Bulunduğu mekân ile böylesine ahenkli bir yapı zor bulunur. Söylenilene göre Amasra fethedildiğinde kaleye yerleşen Müslümanlar şapeli korumaya çalışmışlar, belki Hıristiyanlar ibadet eder diye temizleyip açık tutmuşlar. Şapelin tüm güzelliğine rağmen sinirlendiğim için fotoğrafını çekemedim.
Sinirimin sebebi ise şapelin evlere bakan arka tarafındaki çöpler, inşaat malzemeleri, kum ve çimento dolu olduğunu tahmin ettiğim çuvallardı. Böylesine güzel bir yapının yanında kedinin ve farenin bile uğramayacağı bir alan olması kimsenin umurunda değildi herhalde. Amasra’da son olarak Amasra Müzesi’ni anmak gerek. Sahilde, bahçeli bir tarihi yapıda Roma döneminden eserleri görebilirsiniz.
Arap bacının vizörü
Amasra’da vaktimizi doldurduktan sonra Zonguldak’taki otele doğru yola koyulduk. Güneş battıktan sonra çıktığımız yolun bir kısmı bana Yüzüklerin Efendisi atmosferi yaşattı. Ağaçlıklı bir yolda, tepeciklerin arasında, fener gibi yanan ev ışıklarını izleyerek sanki bir film setinde gezdiğimizi sandım. Ertesi sabah Ereğli’ye gitmek üzere otele yerleştik.
Sabah Zonguldak-Ereğli’ye gittik. Açıkçası “Gelmişken görelim” tadında bir ziyaret oldu. Gazi Alemdar Gemisi Müzesi’ne uğradık. Eşimle birlikte “Ereğli Demir Çelik” fabrikasını merak ederek devasa dumanların çıktığı yere doğru yürüdük. Kokudan, havanın pisliğinden ve tozdan fabrikaya yaklaştığınızı anlıyorsunuz zaten.
Gereksiz bir duraklamanın ardından İstanbul’a dönmek üzere yola çıktık. Yol üzerinde Sapanca’ya uğradık. Sapanca’da Arap turistlerin çoğaldığını gözlerimizle görmüş olduk. Görmek demişken, burada gördüğüm bir “görünme(me)” biçimini anlatmam gerekiyor. Zenginliği her halinden belli olan, sadece gözleri gözüken çarşaflı bir Arap kadın elinde son model Iphone’u ile herkesin videosunu çekiyordu. Kendisi görünmemek isteyerek örtünmüşken, kendisinden gayrı ne varsa bir metaydı onun için. Örtünerek dünyadaki ve ahiretteki görevini ifa ettiğini düşünen kameramanımız için geri kalanın mahremi hiç önemli değildi. Bu yüzden birer obje olarak Arap bacının vizörüne meze olduk.
‘Başlık parası’ için Türkiye’ye gelen Afganistan Türkmeni
Sapanca’dan İstanbul’a doğru yol alırken bir mola verdik. Mola verdiğimiz yerde yumuk ve hafif çekik gözleri ile biri dikkatimi çekti. Kendisine Türkmen olup olmadığını sorunca gözleri ışıldadı, Afganistan Türkmeni olduğunu söyledi. Ben Raşid Dostum’dan, Ahmed Şah Mesud’dan, Türkmenler’den bahsedince muhabbetimiz derinleşti. Türkmen kardeşimiz kaçak yollarla gelmiş Türkiye’ye. Gelme sebebi çalışıp para biriktirmekmiş. Afganistan’da evleneceği bir kız varmış ve evlenmek için başlık parası vermek şartmış. Bu para da 10.000 dolarmış. Afganistan’daki başlık parasıyla Anadolu’daki başlık parası epey farklıymış. Afganistan’da kızın ailesi aldığı başlık parasıyla evi tutar, eşyaları alır, tüm harcamaları yaparmış. Türkmen kardeşimiz Afganistan’ın siyasi atmosferinden doğal olarak çok şikâyetçiydi. Raşid Dostum’u da sevmediğini öğrendik çünkü Dostum Özbek milliyetçiliği yaparak diğer Türk topluluklarını dışlıyormuş. Türkmen kardeşimizle sohbetin sonunda hatıra olarak bir fotoğraf çektirdik ve sarılarak vedalaştık.
Bulunduğumuz yerde de pek çok Arap turist vardı. Üstüne üstlük burada da bazı mekânlar giriş için para istiyordu. Yapay süslemeler ve üç beş ağaç için 5 tl isteyebilen esnaflar vardı.
Akşam İstanbul’a döndüğümüzde üzerimizde tatlı bir yorgunluk vardı. İki gün boyunca İstanbul’da gezerek harcayacağımız paranın biraz fazlasına dolu dolu bir gezi yapmış olduk. Hem de beş yıldızlı bir otelde kaldık. Cüzi bütçelerle güzel geziler yapılabilirmiş, tecrübe ettik. Umarız Safranbolu’ya ve Amasra’ya gidenler bu yazıdaki küçük tecrübelerimizden faydalanır.
Ömer Yüceller