Hazan yerine dönmüş yurtlarımız, şehirlerimiz

Mushaf-ı Şerif’i boyunlarına dolayıp mekteplere koşan çocuklar kuş olup uçuyor tarihin göklerinde. Şehirler yerlere değil kalplere yıkılıyor..

Hazan yerine dönmüş yurtlarımız, şehirlerimiz

Bağdat ellerinden gelen turnalar/ Turnalar ne haber yârdan ne haber/…” diye başlayan bir türküyü çığırır Neriman Altındağ Tüfekçi. Turnalardan haber sorar. Bağdat’ın turnalarından… Türkü, Çorum/Mecidiye’den Âşık Veli Erdem’in gönlünden dökülmüştür. Gönlümüze dökülmüştür tarihimizin çağlayanından. Gönlümüze dökülmüştür kadim bir hasretle.

Türküyü dinlerken bir kez daha sözün insanı büyüleyen, âdemoğlunu sonsuz bir hasretin etrafında döndürüp duran iklimine giriveririz. Adına dünya denen gurbet bahçesinde bir mevsimi hazan yaprağı gibi savrulur durur ruhumuz. Gazel döken tarihin hüznü çınlar kulaklarımızda. Gazel döken tarihin…

Bir sonsuz sonbahar yerine dönmüş yurtlarımızMedine

Şimdi benim yârim gözün sürmeler/ Turnalar ne haber yârdan ne haber/…” diye devam edip gider türkü. Devam edip gider de ne turna kaldı Bağdat’ta ne de gözü sürmeli yâr. Ne bahar kaldı Bağdat’ta ne de yaz. Bağdat yanmış, yıkılmış bir diyar şimdi. Bir acı poyraz esiyor Bağdat ellerinden. Bir acı poyraz… Kırıyor dalımızı, döküyor yaprağımızı. Bir sonsuz sonbahar yerine dönmüş yurtlarımız. Bir sonsuz sonbahar…

Esip esip karlı dağlar aşarsın/ Kılavuzun yok mu neden şaşarsın/…” diye sinemize saplanan bir hançere dönüveriyor sözler. Karlı dağların karanlığı basıyor. Aşılmıyor dağlar. Yitik bir masaldan bir pasaj gibi her şey şimdi. Kılavuzunu yitirmiş şehirlerimizin silueti beliriyor ansızın. Kılavuzu yitmiş… Tar u mar olmuş şehirlerimizin ağıtları kaplıyor şimdi arzı. Şehirlerimizin ağıtları…

Kervankıranların kırıp geçirdiği, kervansaraylarının yağmalandığı şehirler… Bizim şehirlerimiz. Peygamber kervanları gittiğinden beri güneş kana batıyor buralarda. Bir Batı gerçeğinde kana batıyor bin bir gece masalları. Cinler koynuna Ay’ı almış kaçıyor diyar diyar. Unutulmuş menkıbeler sızlıyor yapayalnız köşelerde. Yağmur bir hicran-ı mübin gibi düşüyor çocukların saçlarına. Kurnasında kurumuş bütün sular. Yaralı ceylanlar suya hasret. Yollar yolcusuna… Hicaz demiryolunda bir istasyonda unutulmuş ucu yanık mendil gibi mahzun duruyor şimdi bütün hatıralarımız. Öylesine yalnız. Öylesine… Rumeli’de bir bedestende pas tutuyor yemenilerin oyası. Bedestenler bir yangın yeri. Bir yangın…

Hüznü çekiyor günler zamanın tespihinden

Bir yazdan bir güzden derdim deşersin/ Turnalar ne haber yârdan ne haber/…”  derken dertlerimizin muhasebesine başlıyoruz. Ne yazın tadı var ne de sonbaharın. Yüreği dertten örülmüş bir coğrafya dile geliyor. Dilde sitem, gönülde yâre… Hazin hazin bir seher yeli esiyor Kudüs’ten. Kudüs yüreğinden vurulmuş düşlerimizin türbedarı. Melül mahzun Selahaddin’i bekliyor bütün sokaklar. Yüreğimize bir sızı gibi çöküyor gölgesi Mescid-i Aksa’nın. Derin ah oluyor Filistin. Bir derin ah…

Kaşgarİmamesi kopmuş bir tespihin taneleri gibi dört bir yana saçılmışız. İmamesi kopmuş bir tespih gibi…  Hüznü çekiyor günler zamanın tespihinden. Hüznü… İnce ince bir ağıt havasında sızlıyor bütün rüzgârlar. İçli bir Yemen türküsü sızlıyor çöllerde. Çöllerde kaybolmuş yollarımız. Yolunu yitirmiş sahralarda kervanımız. Yemenin kahvesi kekre, tadı yok Şam’ın şekerinin.

Yalnızlıktan yıkılmış bir dergâh gibidir şimdi Semerkant medreseleri. Zamanın üzerine yıkılmış…  Buhara’da elemi çalıyor yorgun tarlar. Alnı akıtmalı atlar yokluğa koşuyor. Bir bozkır karanlığı iniyor Kaşgar göklerine. Bir karanlık keleplenip duruyor dolunay gecelere…

İnleyen bir ah oluyor şimdi geceler Hicaz-ı Şerif’te

Gönlü yağmalanmış bir tarih diz çöküyor şimdi acının rahlesine Kurtuba’da. Bir gramofon elemi döndürüp duruyor ağır aksak bir sesle. Yağmur yağıyor Endülüs’ün sokaklarına… Her damlası nâr-ı azap… Mağripli rüzgârlar uzun ıstırapları okşuyor. Ebu Hüreyre’nin kedileri ağlıyor Medine sokaklarında.

Tamburlar yüzlerce yıllık yorgunluğu çalıyor Payitaht’ta kayıp giderken talihimizin ve tarihimizin yıldızı. Gönül kal’amız düşüyor bütün cenk masallarında. Semavatın kubbesi çatlıyor bir ah çekince garipler. İnleyen bir ah oluyor şimdi geceler Hicaz-ı Şerif’te. Gölgesi gönlümüze yıkılan derin bir ah… Hicaz’da bir mahzun duruyor Nebi’nin kabri. Bir gariplik çöküyor serine Ümmet-i Muhammed’in. Peygamberler Şahı’nın eteklerinde pervaz vuran güvercinler ayrılığa uçuyor. Yokluğa akıyor bütün sular. Bütün sular yokluğa…

Son Mevlevi ayini bitiyor tarihin avuçlarında. Konya’da semazenler dertten bir dolabı döndürüyorlar eteklerinde. Galata Mevlevihanesi Şeyh Galip’ine ağlıyor. Halep’te Fakrı Ahmet Dede bitmeyen çileye oturuyor. Şen değil Halep. Şen olamamış…

Gözlerine ayrılıktan mil çekilmiş Yakup gibiyiz şimdiSaraybosna

Uzun Mağrip gecelerinde ayın intiharını seyrediyor yıldızlar. Paramparça bir ay damlıyor Fırat suyuna. Kırık dökük bir ay…  Kadim bir kederin şavkı vuruyor Diyarbakır surlarına. Firuze renkli bir güvercin donunda kanat vuruyor ayrılık İsfahan göklerinde. Rüzgâr Şirazlı Hafız’ın beyitlerini fısıldamaz olmuş sevgilinin kulaklarına. Fuzuli kan revandır bir Kerbela beyitinde.

Trablusgarp’taki bir Türk askerinin tabakasındaki tütün kadar mahzundur şimdi Libya’nın çocukları. Hicaz demiryolları kadar yalnızdır Ömer Muhtar. Gözlerine ayrılıktan mil çekilmiş Yakup gibiyiz şimdi. Yusuf’unu yitirmiş Kenan elleri. Yusuf kuyuda…

Bütün esmerliğiyle bir keder tebessüm eder Kabilli bir çocuğun dudaklarında. Göğe çekilmiştir Afgan mücahitleri. Çocukların saçlarında hüznün en koyu şarkısını çalar rüzgârlar.

Harput’ta yitik zamanı meşk ediyor sazlar. Dün atalarının yaşadığı yerlerde bugün yabancı gibi dolaşan, nostalji yapan torunlara ağlıyor yüzyılların arşınladığı sokaklar. Yelelerinden yangınlar yükselen atlar bir yorgunluğu koşuyor kader menzilinde, ipek yolunda.

En sonunda mecalsiz kalıyor sözcükler. Mushaf-ı Şerif’i boyunlarına dolayıp mekteplere koşan çocuklar kuş olup uçuyor tarihin göklerinde. Şehirler yerlere değil kalplere yıkılıyor. Böğrüne taş basıyor bütün coğrafya.

Muaz Ergü yazdı

YORUM EKLE

banner36