Korona virüs salgını nedeniyle seyahat kısıtlamasından sonraki günlerde aklımıza ilk çalınan Geyve, Taraklı, Göynük ve Mudurnu güzergâhı oldu. Hatırı sayılır bir zamandır bu güzergâhı ziyaret ediyoruz. İstanbul’dan Anadolu’ya ve İstanbul’a dönüşlerde planımızda yoktur belki ama Sakarya’ya vardığımızda anayoldan ayrılıp Sakarya nehrinin kenarında buluruz kendimizi. Ya da Anadolu’dan İstanbul’a dönüşlerde gönül sultanlarımızdan Hayreddin-i Tokâdî Hazretlerinin makamında gönlümüzü dinlendirdikten sonra Abant gölünün kenarında soluklanırken buluruz kendimizi. Sonra da vakit hayli ilerlemiştir bir daha anayola dönüp yola devam etme isteği de kalmamıştır içimizde. Bu sefer dağ yolundan Mudurnu istikametine doğru yol alırız ve Mudurnu’dan başlarız ziyarete. Bu güzergâhın ana yoldan uzakta kalması büyük nimet. Yoksa yol kenarındaki şehirlerin akıbetini yaşardı bu kasabalar.

İbrahim Tenekeci; “gezmeye herkes gider, biz görmeye gidiyoruz. Bir büyüğü ziyaret edip halini hatırını sormak gibi” diyor Göynük özelinde bu kasabalar için. Zaten bu güzergâha merakımızı uyandıran rahmetli Mehmet Şevket Eygi ve İbrahim Tenekeci’dir. Bir keresinde Mehmet Şevket Eygi Bey’le Gazi Süleyman Paşa Camii’nin avlusunda tesadüf etmiştik. Elimizde Göynük hatırası bakır ibriği görünce sevinmişti. Sonra Göynük evlerini anlatmıştı ayaküstü bize. Rahmet diliyorum.
Bir pazar sabahı İstanbul henüz uykudayken yola koyuluyoruz. Yollar açık kolaylıkla yol alıyoruz. Gökdelenleri hızla geride bırakıyoruz. Uzun süredir seyahat edememiş olmanın vermiş olduğu durgunluk var üzerimizde. Tabiat değişmiş yaz kendini hissettiriyor. Sakarya’ya varışımız uzun sürmüyor. Ana yoldan sapıp kendimizi Sakarya nehrinin kenarında bulduğumuzda güneşin sarı ışıkları henüz dağların tepelerine vurmuştu. Sol kolumuzda Sakarya, dilimizde Sakarya Türküsü.
Geyve’nin güllerine selam verip yola devam ediyoruz. İlk durağımız Taraklı. Dağa yaslanmış, sırtını dağa vermiş şehirlere ayrı bir muhabbetim var. Hele de içinden bir akarsu geçiyorsa büsbütün artar hayretim. Bu meyanda şimdiye kadar ziyaret ettiğim şehirler; Bursa, Kastamonu, Amasya, Malatya… Taraklı, Göynük, Mudurnu kasabalarını da ekleyelim. İçinden akarsu geçen şehir çoktur ama içinden akar deniz geçen şehir olarak İstanbul’u biliyorum. O yüzden İstanbul başka. Biz iki dağ arasında, verimli bağ ve bahçeleriyle şirin bir köyü andıran kasabaya, yani Taraklı’ya dönelim. Eski ahşap evleri, arasta çarşısı ve tarihi konaklarıyla bir müze kasaba Taraklı. Çubuk gölünden doğup Göynük’ten geçerek, Taraklı’ya can veren Göynük suyu Geyve’ye uğradıktan sonra Sakarya nehrine dökülüyor.

Taraklı’ya veda ediyoruz
Bizim kültürümüzde bir şehri şehir yapan merkezde bulunan cami, cami etrafında oluşan çarşısıdır. Kasabalar ve köyler de öyle. Cami merkezde yerleşim etrafta gelişir. Taraklıda da ziyaret Yunus Paşa Camii’nde başlayıp yine camide son buluyor. Bu camiye her gidişimde loş pencerelerinden mezarlara bakarım ve zihnimden şu cümleler geçer; pencerenin ötesi öte dünya, ötelediğimiz ve örselediğimiz dünya. Bu gidişimde o güzel pencereden kabristanın fotoğrafını tekrar çekip telefonuma ekran resmi yaptım. Telefonu her açışımda o pencereden öte dünyaya bakıyorum. Çocuklarınızı bu kasabanın meydanına, çarşısına ve ara sokaklarına rahatlıkla bırakabilirsiniz. Kendi köylerinde dolaşır gibi gezip dolaşırlar çarşıda ve dar ara sokaklarda. Sizde kasabaya can veren Göynük suyunun kenarında çay içebilirsiniz. Bu sefer malum virüs nedeniyle sokaklar çok sakin. Bir çok esnaf dükkanını açmamış, eski canlılık yok. Taraklı’ya veda ediyoruz, dönüşümüz buradan olacağı için yine uğrarız niyetiyle.

Sonra Göynük yolu üzerinde Karagöl yaylası sapağına geldiğimizde ekin tarlalarının ve enginar bahçelerinin arasından kendimizi yayla yolunda buluyoruz. Yayla bizi çekiyor kendine. Tarlalar, bahçeler birden derinlerde kalıyor ve bizi çam ve köknarlar karşılıyor. Kıvrım kıvrım yayla yolunu çıkıyoruz ve uzun düzlükler…
Sonra yeniden dağlar. Bir sonsuzluk duygusu, hiç bitmeyecekmiş gibi. Düzlükte menderesler oluşturmuş küçük dereler, bulutlarla yarışan ağaçlar, her mevsim ayrı çiçekler ve renkler. Tabiat ayet, ayet serilmiş önümüze. Bu gidişimizde, daha doğrusu bu gelişimizde yokuşları bitirip düzlüğe çıktığımızda yol kenarında bodur ağaçların ve taşların arasında sanki gökten inmişçesine bir çiçek selamlıyor bizi. Hemencecik duruyoruz, durmadan olmazdı. Sorunlarımızdan biri de durmamak, duramamak. Kuşun dalda durduğu kadar dur durak yok bizde. İniyoruz bindiğimiz araçtan dünyadan iner gibi. Bu gökten inmişçesine bizi selamlayan çiçeğin yanına varıyoruz. İlk defa karşılaştığımız bir çiçek bu. Baktıkça hayretimiz artıyor, hayretimiz arttıkça bakıyoruz. Araştırdık, bir bilene sorduk. Çok şanslı olduğumuzu bu çiçeğin nadir bulunan şakayık çiçeği olduğu bilgisini aldık. Eğildim öptüm o narin mor-kırmızı yapraklarından. Oğlum; -baba ne yapıyorsun!,-öpüyorum oğlum incitmeden. O da incinmesinden korkmuştu zaten.

Devam ediyoruz daha yukarıda ikinci düzlükte Karagöl. Etrafında anıt köknar ağaçları buz gibi içme suyu, canlı bir tablo. Ancak bilindik manzara, etrafa atılmış poşetler, plastik eşya ve şişeler. Neyse bu yazı bu mevzuyu kaldıramaz daha fazla girmeyeyim. Muhtarla tanıştım, aynı zamanda yaylayı ve gölü koruma adına kurulmuş bir derneğin başkanlığını yürütüyormuş. Gölün etrafını telle çevirmiş, cüz-i bir ücret alıyor. Temizliğini yapıyor ve tuvalet vs gibi hizmetleri görüyor. Koruma altına alınmış anıt ağaçları bile çıra için yaraladıklarını söylüyor. Dertli korumaya çalışıyor elinden geldiğince. Güneş tepelerin ardına saklanma hazırlığında, gölgeler uzadıkça uzuyor, akşam oluyor. Kuşlar gün batmaya hazırlanırken bir başka dertli ötüyorlar. Yeniden toparlanıp yola koyuluyoruz. Gökyüzünden iner gibi iniyoruz akşam hüznü çökmüş ekin tarlalarının arasından, ilerliyoruz Göynük’e doğru. Ezanla giriyoruz Akşemseddin Hazretlerinin şehrine. Gazi Süleyman Paşa Camii ve Akşemseddin Hazretlerinin türbesinin önündeyiz. Selamlıyoruz, ancak kovit-19 tedbirleri nedeniyle türbe kapalı. Meydanda ve camide kimsecikler yok. İmamla namazı eda ediyoruz. Geceyi şehre can veren Göynük çayının sesinde geçiriyoruz. Ortalık sessiz sakin, birkaç kediden başka canlı yok.

Bu kasabalarda gelenek devam ediyor
Göynük çayının şırıltısına karışan horoz sesleriyle uyanıyoruz. Az sonra da sabah ezanıyla yeniden canlanıyor şehir. Sonra hava ağarmağa, bir süre sonra da güneşin canlı taze ışıkları tepenin ardından ağaçların uçlarına, oradan kasabanın karşı yamacındaki evlerin bacalarına düşüyor. Kuşlar akşamki hüznü bırakmışlar bu sefer neşeyle ötüyorlar. Sesleri Göynük çayının sesine karışıp Sakarya nehrine akıyor. Güneş yükseldikçe dev bir istiridye kabuğunun arasındaki inci taneleri gibi gün
yüzüne çıkıyor Göynük evleri. Defterimi kalemimi alıp dar ve yokuş eğri büğrü sokaklardan Zafer Kulesi’nin bulunduğu tepeye doğru tırmanıyorum. Yokuşun başında sırtını taşıdığı çuvala vermiş bir adam alnın terini siliyor. Anlaşılan çuvalı aşağıdan buraya kadar taşımış, yorulmuş dinleniyor. Selam veriyorum hoş-beşten sonra söze kendisi devam ediyor. Bir tavuk çiftliğinde gece bekçiliği yapıyormuş ateş tutuşturmak için kozalak toplamış, kışa hazırlık. Lafı evirip çevirip taşıdığı çuvala bir el atmağa getiriyor. Çuvalın bir ucundan tutuyorum. Konuşarak çıkıyoruz dar sokaklardan. Evi en tepede kuleye yakın. Bin teşekkür dua ile ayrılıyoruz.

Peşime takılan küçük bir kurt köpeği ile geri kalan kısmı tırmanıyoruz. İşte kasabanın çatısındayız. Tarihi Göynük evlerini çatılarından izliyorum. Karşımda Gazi Süleyman Paşa Camii ve Akşemseddin Hazretlerinin türbesi. Sonra kendimi sorguluyorum, tepeden ve yüksekten baktığım için. Duvarın dibine çöküyorum ve şehri kasabayı izliyorum. Güneş yükseldikçe fotoğraf daha da netleşiyor. Yaz olması ve havanın sıcak olmasına rağmen bazı bacalar tütmeye başlıyor. Duman mavi bir tül gibi yükseliyor sabahın sarı ışıklarında mavi gökyüzüne doğru. Küçük kurt köpeği bana sırnaşıyor, gözümün içine bakıyor. İlgi göremeyince kalkıp uzaklaşıyor, gidiyorum hissi veriyor bana. Sonra göz göze geliyoruz, tekrar geri dönüp ayağımın dibine yatıyor mahcup bir yüzle. Günlerden Pazartesi Pazar kurulma günü. Bu kasabalarda gelenek devam ediyor Pazar belediyenin anons sisteminden yapılan duayla kuruluyor. Kovit 19 tedbirlerinden dolayı uzun süre Pazar kurulamamış. Belediye anonsundan yapılacak duayı bekliyorum yapılmıyor. Pazar yerine park edilen misafir araçların kaldırılması için yapılan anonsları duyuyorum sık sık. Sonradan öğreniyorum, uzun süre Pazar kurulamadığı için bir önceki günden Pazarın kurulacağı anonsu yapılmış ve duayı da bir gün önceden yapmışlar.
Kutu gibi dükkanların bulunduğu dar sokaklardan iniyorum. Pazarın ve çarşının bulunduğu alana gidiyorum. Çarşıda çınarın altına kurduğu Göynük kolonyağları tezgâhının başında Özer beyle bir çay içesilik sohbet ediyoruz. Pazara uğrayıp ihtiyacımız olanlardan alıyoruz. Göynük’e bir kez daha veda etme vakti geliyor. Bu ziyaretimize Mudurnu’yu dâhil edemedik. Yıldırım Bayezıd Camii, şirin çarşısı, tarihi evleri ve konakları… Nasipse bir dahaki sefere. Akyazı üzerinden dönüyoruz. Birbirine ulanan dağları, dereleri aşıyoruz her birine hayretimizi bırakarak. Akşamın kızıllığı griye dönüşürken biz de İstanbul’a doğru yola koyuluyoruz.
Turgut Akça
Rotayı biraz daha uzatsaydınız üstad. Nallıhan ve çevreside gezilesi yerler. Taptuk Emre (Emrem Sultan), Kuş Cenneti... İnşAllah bir gün de bizim oralara gelmeniz dileğiyle. Kaleminize sağlık.