Yüzyıllar öncesinden gelen taş işleme sanatının kıymetli ustaları, yüksek bir tepenin güneye bakan kısmına, Mezopotamya Havzası’na yukarıdan bakan bir masal şehir kurarlar, bu şehrin adı Mardin’dir… Dicle ve Fırat nehirleri arasında yer alan bu şehrin geçmişinin üç bin yıl öncesine kadar dayandığı söylenir. Öyle ki Mardin’de bulunan kalıntılar, şehrin köklerinin ne kadar derinlerde olduğunun bir ispatı gibidir.
Tarihi kaynaklar, bölgenin 1106 yılında Artukluların hakimiyetine girdiğini ve bu topraklarda Arap, Kürt, Süryani, Rum, Ermeni ve Yahudi milletlerinin varlıklarını sürdürdüklerini gösterir. Şehir tarihsel süreç içerisinde Babilliler, Asurlular, Hititler, Urartular, Persler, Selçuklular, Emevîler, Abbasiler, Anadolu Selçukluları ve Osmanlıların yerleşim merkezlerinden biri olmuştur. Aynı zamanda bölgedeki yerleşim yerlerinin en eskisi ve Süryaniliğin neredeyse doğuş ve yayılış merkezidir.
Bu özellikleriyle farklı kültürleri içinde barındıran Mardin, Türkiye’nin ve hatta dünyanın en karakteristik şehirlerinden birisidir. Şehirde geçmişten günümüze gelen binlerce yıllık tarihi, doğal, kültürel ve mimari yapıların izlerini görmek mümkündür.
Mardin’in de içinde olduğu Urfa-Diyarbakır bölgesi, ilk İslam fetihlerinden itibaren Anadolu’ya açılan birer kapı olmuş ve birçok medeniyete ev sahipliği yaparak günümüze kadar gelmiştir. Bölgede edebiyattan, müziğe, mimariden güzel sanatlara kadar çeşitli alanlarda eserler verilirken, bu eserlerde çeşitli etnik ve dinsel grupların katkılarını, bu grupların birbirlerini zenginleştirip geliştirerek nasıl iç içe geçtiklerini görmek mümkündür.
Türk, Kürt, Arap ve Süryani kardeşliğini asırlar boyu yaşatan Mardin hem mimarisi hem de zengin ve renkli kültürüyle Türkiye’nin en özgün ve benzersiz şehirlerinden biri olmakla birlikte hiçbir evin gölgesinin birbirinin üzerine düşmemesi de şehri özel ve özgün kılan detaylardan biri olsa gerek.
Taş ustalarının, göz kamaştırıcı bir zarafetle ilmek ilmek işlediği asırlık Mardin evleri, son dönemde kentin eteklerini yaramaz bir çocuk gibi çekiştiren çok katlı beton binalara inat, geçmişin tüm zarafetini korumaya devam etmekte. Yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çeken ve Mardin’i Mardin yapan mimari unsurlardan biri olan sarı kalker taşı kullanılarak inşa edilen bu evler, malzemenin yapısından dolayı yaz mevsiminin en sıcak günlerinde bile serinliğini korur. Şehre büyülü dokusunu veren, coğrafi işaret tescili yapılan Mardin taşı, ocaktan çıkarıldığında yumuşak ve bal rengindedir. Kolay işlenebilir olması, gözeneklerinin birbiri ile teması bulunmamasından dolayı da yalıtım özelliği yüksektir.
Mardin’i ziyaret edenlerin görmesi gereken tarihi yapılar arasında Deyrulzafaran Manastırı, Dara Antik Kenti, Kasımiye Medresesi, Hatuniye Medresesi, Mor Gabriel Manastırı, Ulu Cami, Şeyh Çabuk Cami, Mardin Müzesi, Kırklar Kilisesi, Zinciriye Medresesi’ni saymak mümkündür. Ayrıca kentte; farklı kültürlerin etkisiyle zenginleşen gümüşçülük (telkâri), ahşap yontma sanatı, taş işlemeciliği, çömlekçilik, bakırcılık, oyacılık, basmacılık gibi geleneksel el sanatları ön plana çıkarken; özellikle tel haline getirilmiş gümüşü tahta üzerinde açılmış oyuklara gömerek yapılan bir süsleme sanatı olan telkâri ve evlerin, camilerin, manastırların, hamamların, medreselerin kapı, pencere, sütun, kemer gibi bölümlerinde kendini gösteren taş işlemeciliğinin özgün örneklerini burada görmek mümkündür.
Son dönemde tarihsel ve mekânsal anlamda köklü bir geçmişe sahip olan bu şehrin sanat yoluyla dünyaya açılmasını amaçlayan önemli etkinliklerden biri “Mardin Bienali”. 2010 yılından bu yana düzenlenen ve kenti modern sanatla buluşturan etkinlik; yerel sanatçılarla uluslararası sanatçıları bir araya getirmekte.
Binlerce yıldır Mezopotamya’da yer eden dinlerin, dillerin, ırkların ürünü olan Mardin’in kültürel zenginliği ve çeşitliliği; mutfağına da yansımış, kaburga dolması, Mardin kiliçe çöreği, sembusek, kibe (mumbar dolması), ikbebet, badem şekeri ve Mardin bulguru şehrin coğrafi işaretle tescillenen yemekleri arasında kabul edilmiştir.
“Taşın ve inancın” şehri Mardin’i bir de edebiyat dünyamızın usta şairlerinden Refik Durbaş’ın dizelerinden tanıyalım:
Ben, Mardin kenti…
Kalker ve lavlarla bezeli, teninden başka giysisi
olmayan çıplak dağların anayurdu…
Taşın ve toprağın ve doğum yerini unutmuş
suların, hammaddesi alın teriyle karışmış kerpicin
ve mavi bedenli bulutların anası…
Meşe ve sakız ağacı, dişbudak, söğüt ve çınar ve
kavak, bir de çayırlar süsler kapısı karanlığa kapalı
göklerimi…
Gecemi ve gündüzümü, çöl ve çölleri kuşatan
bozkır rüzgarları donatır…
Ayaklarımın ucunda uzanır tarihin babası
Mezopotamya. !
Yüzümün bir yanı safran kokulu Deyrulzafaran’dır ,
bir yanı minaresini asma dallarından ördüğüm
Ulu Cami…
Gün, ışığını Kasımiye medresesinin kubbesinden
döker zamanın aralığına; gece, aydınlığını
Reyhaniye camisinin batı cihetini yurt edinmiş
Revaklı çarşıdan…
Hamurumu kavimler, etnik gruplar, dinsel
cemaatler yoğurmuştur.
Dicle kız kardeşimdir benim; Mazıdağı, Akçadağ,
Dibek ve Karakaş dağları yeğenlerim; Derik,
Kızıltepe, Mazıdağı, Midyat, Nusaybin, Savur,
Yeşilli, Ömerli, Dicle, Dargeçit ve Hasankeyf
çocuklarım…
Doğu’nun ve Batı’nın kervanları benim beşiğimde
açarlar ipeğin ve hayatın, baharat ve ölümün
sırrının kundağını…
Ben, bedenini kaleler üzre bina etmiş Mardin,
kenti….
Rivayete göre bir adımın da Süryani dilinde
‘‘kaleler’’ anlamına gelen ‘‘Marde’’ olduğu söylenir.
Adıma ‘‘yazılı tarih’’ te ilk kez İsa’dan sonra 4.
yüzyılda yaşamış Ammianus Marcellinus’un
yapıtlarında rastlarsınız.
Marcellinus, Amid (Diyarbakır )-Nisibis
(Nusaybin) yolundan söz ederken, bu uzun ve çileli
yolun ‘‘Izala dağı üstünden, Maride ve Lorne
kaleleri arasından geçtiğini ‘‘ beyan eder o
Su, sözün testisinde soğusun; söz, damağın
pınarında maya tutsun.
Persler , yaylalarımda yayladığında ‘‘Maride ‘‘ adımı
‘‘Marde’’ olarak kullandılar; Ermeniler ‘‘Mardi’’,
Bizanslılar ise soğuk pınarlarımın buğdayını
biçtiklerinde ‘‘Mardia’’ olarak düştüler künyemi.
Araplar , geniş kalçalı kısraklarıyla dağlarıma
yaslandıklarında ‘‘Maridin ‘‘ diye yazdılar adımı.
Bugünse imzam, hayatın çift çizgili defterini
‘‘Mardin’’ olarak süslemekte….
Ben, taşın ve inancın şiiriyim.
Ben, Mardin’im çünkü…
*
Yine edebiyatımızın önemli isimlerinden yazar Murathan Mungan, memleketi Mardin’i ve orada geçen çocukluk anılarını anlattığı otobiyografik eseri Paranın Cinleri’nde şöyle ifade etmiş kentin büyüsünü; “…hep onu yazdığım halde, bir türlü yazamadığım bir ‘şey’: Mardin…”
Yüzyıllardır farklı dil, din ve ırka sahip insanları bir arada kardeşçe bünyesinde barındıran, ezan sesleriyle çan seslerinin aynı yerde yankılandığı, her köşesinde ayrı bir mistik havayı soluduğunuz bu büyülü şehir; zengin kültür ve tarih birikimiyle elbette bugün ve gelecekte ülkemizin eşsiz kentlerinden biri olmaya devam edecektir.
Rüya şehir Mardin’i gezerken geçmiş zamanların ihtişamını yaşatan yüksek duvarların arasında akan daracık sokaklara, sırtını Mardin Kalesi’ne yaslamış taş evlerin, camilerin, kiliselerin, manastırların, medreselerin önünde uzanan o bereketli ovayı seyreden şehrin sesine; Mardin’in sesine, kulak verin, öyle ki o, size yüzyıllardan beri süregelen eşsiz bir doğu masalını fısıldayacaktır…