Edebiyatçıların uğrak yerleriydi kahvehaneler

Cem Sökmen’in ‘Aydınların İletişim Ortamı Olarak Eski İstanbul Kahvehaneleri’ kitabı, başlangıçtan beri gelişiminden bahsettiği bu merkezlerdeki değişimi ve dönüşümü anlatıyor.

Edebiyatçıların uğrak yerleriydi kahvehaneler

Cem Sökmen kardeşimin Ötüken Neşriyat’tan çıkan kitabın adı Aydınların İletişim Ortamı Olarak Eski İstanbul Kahvehaneleri. İlk olarak 2011 yılında basılan eserin üçüncü baskısı da yapılmış. Bu kitapla ilgili Dünya Bizim'de de daha evvel birkaç yazı çıkmıştı. Ayrıca 2011 ESKADER araştırma ödülü alan kitap o devrede bir hayli yerde konu olmuştu. Fakat kitabı ben yeni okudum ve hoşuma gitti. O zaman benim bakış açımla bir daha ele almanın zararının olmayacağına hükmedip okurken aldığım notlarla bir yazı yazmaya giriştim.

Kitapta, önsöz ve giriş kısmından sonra birinci bölümde kahvenin Türkiye'ye gelişi ve ilk kahvehanelerden bahsediliyor. Yazar eski mahalle kurgusunda öncelikle ev, cami-tekke ve çarşı vardı diyerek sözlerine başlıyor. Sonraları kahveler de ortaya çıktı diyor. Kahvehanelerin açılmaya başladığı dönem sözlü kültürün yaygın olduğu bir devre olduğu için hem iletişim hem de bilgi aktarımının en yoğun olduğu mekânlar bu kahvehaneler. Yazar, bu noktada Süheyl Ünver'in şu sözünü de naklediyor: “Bilginin %80'i sohbetle % 20'si yazıyla öğrenilir.”

Eskiden kahvelerin duvarlarında en çok şu levhaya rastlanılırmış: “Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül muhabbet ister kahve bahane”. Kahvehane ve muhabbet ilişkisini en güzel şekilde anlatan bir söz. Yine mesela Sait Faik, “kıraathaneye gitmemiş bir üniversitelinin tahsilini yarım sayarım” demiş. İsmail Cem ise kahvehanelerin bir tembeller yuvası değil, her türlü iletişim kanalı son derece dar olan bir kitlenin yarattığı haberleşme ve katılım imkânı olduğunu söylüyor.

Sanırım bu imkânlara bir de çeşitli esnafın iş bağlantıları yapma imkânını da eklemek gerek. Mesela rahmetli dedem ve kardeşleri inşaat kalfası idiler. Yani bir anlamda bugünün müteahhiti. Annemin anlattığına göre Fatih Malta'da bir kahveye çıkarlar, müşterileriyle ve çalışanlar ile o çevrede irtibat kurarlarmış. Amele kahveleri de bu sistemi tamamlarmış. Hem irtibat, hem muhabbet hem de iş yeri... Buna benzer bir manzarayı “Muhsin Bey” filmini izleyenler de hatırlayacaktır. Müzik piyasasındaki değişime ayak uyduramayan Muhsin Bey, müzik prodüktörlüğü işini bir kahvehaneyi bir nevi büro olarak kullanarak yürütmeye çalışıyordu.

On bin civarında ciltli kitap bulunurmuş Sarafim’de

İncelediğimiz Eski İstanbul Kahvehaneleri kitabında kahvenin vatanının Güney Habeşistan olduğunu, oradan da Yemen'e geldiğini öğreniyoruz. Osmanlı'da ise ilk kahvehane 1554 yılında İstanbul Tahtakale'de açılıyor. Halepli Hakem ile Şamlı Şems adında iki ortak açıyorlar bu kahvehaneyi ve sonrasında da diğer semtlere ve şehirlere hızlıca yayılıyor kahvehaneler. Yine kitaptan öğrendiğimize göre kahveler açılmadan önce daha çok berberler bu muhabbet ve iletişim fonksiyonunu sağlıyorlarmış.

Bugünkü mahallelerde de eski adıyla berber yeni adıyla kuaför olarak hizmet veren ve daha çok gençlerin devam ettiği bu tip salonlarda sıra bekleyenlerin dışında birçok kişinin bulunması ve çevresinde bir kalabalığın olması muhtemelen tarihî kökleri olan bir alışkanlık.

Süreç içerisinde kahvehanelerin bir bölümü kıraathaneye dönüşmüş. Sözlükler kıraathaneyi şöyle tarif ediyor: “İçinde gazete mecmua bulunan büyük kahvehane”. Başka bir sözlükte ise şöyle diyor: “Müşterilerin okumaları için gazete ve dergi bulundurulan, zaman zaman edebiyatçıların kendi aralarında tartışıp konuştukları iyi döşenmiş büyük kahvehane”.

Cem Sökmen'in kitabında ilk dönem kahvehaneleri çeşitlerine göre şöyle sınıflandırılıyor: Mahalle kahvehaneleri, Esnaf kahvehaneleri, Yeniçeri kahvehaneleri, Tulumbacı kahvehaneleri, Âşık kahvehaneleri, Semai kahvehaneleri ve Meddah kahvehaneleri. Kitapta tüm bu kahvehane türleri örnekleriyle anlatılıyor.

İkinci bölümde ise aydın kahvehanelerinin ortaya çıkışını anlatan yazar, bu kahve ve kıraathaneleri semtlerine göre inceliyor. Burada en önemli merkezler şuralar: Beyazıt, Babıâli, Şehzadebaşı ve Beyoğlu.

Beyazıt mekânları içinde 1857 yılında kurulan Sarafim kıraathanesi, kıraathanelerle ilgili ilk örnek. Aslen bir Ermeni olan Sarafim Efendi tarafından kurulan bu mekânda bir rivayete göre on bin civarında ciltli kitap bulunurmuş. Ayrıca farklı bölgelerden dergi ve gazete koleksiyonlarını da barındıran üç katlı bir mekânmış burası. Sarafim’den sonra ise meşhur Küllük ve Marmara geliyor. Tabii bir de Acem Kahvesi. Tüm bunlar o dönemin entelektüellerinin devam ettikleri mekânlar. O devirde kültür ve düşünce hayatı buralarda yeşeriyor ve gelişiyordu.

Edebiyatçıların uğrak yeri olan berber

Ben Küllük’e yetişen bir nesilden değilim. Lise yıllarımda Beyaz Saray Kitapçılar Çarşısı’na gittiğim dönemlerde bazen Marmara'ya ve çoğu kereler Mola Kafe denen bir yere gittiğimi hatırlıyorum. Mola Kafe o devirde bombalanmış ve bu olay hafızalarımızda derin bir üzüntü konusu olarak yer etmişti. “Bombalandığında ya biz de içinde olaydık” sorusu uzun yıllar zihnimde derin bir yer etmiştir.

Tekrardan kitabımıza dönersek, Babıâli mekânlarının ise daha çok gazetecilerin ve yazarların devam ettikleri yerler olduğunu görüyoruz. Mesela 1925'li yıllarda Nuruosmaniye'de İkbal, Divanyolu’nda Diyarbekir, Cağaloğlu'nda Vilayet binası karşısında İhsan kıraathanesi gençlerin toplanıp kitap ve gazete okudukları mekânlarmış. İhsan kıraathanesinde daha çok haberciler, yine o civarda bulunan Meserret kıraathanesinde ise daha çok edebiyatçılar toplanırmış.

Kitaptaki bence önemli bir ayrıntı ise Babıâli’de bulunan Berber Anastas'ın dükkânı. Yakup Kadri, Yusuf Ziya Ortaç, Ahmet Haşim, Peyami Safa’nın devam ettiği bir mekân. Önceki bölümlerde değindiğimiz berber-kahvehane ilişkisini gösteren ilginç bir tespit olarak dikkatimi çektiği için belirtmek zorunda hissettim.

Yine Sehzadebaşı'nda 1880-1910 arasında Çaycı Reşid'in hem çayı çok özelmiş, hem de kendisi de şiir sohbetlerine katılan bir kişiymiş. 1950'li yıllarda Yavrunun Çayhanesi'nde ise Neyzen Tevfik belli aralıklarla gelip ney üflermiş.

Eski İstanbul bölgesinde kıraathane, Beyoğlu bölgesinde pastane

Yazar daha sonra Beyoğlu’ndaki kültürel mekânları anlatmaya başlıyor. 1923'te kurulan ve ilk adı L'Orient olan Baylan pastanesine, ki Baylan'ın Çağatay Türkçesinde “kusursuz ve mükemmel” demek olduğunu kitaptan öğreniyoruz, daha çok Atilla İlhan ve muhibbanı gelirlermiş. Yine 1940'larda Elit kıraathanesi entelektüeller için önemli bir mekân olmuş. İstiklal caddesinde sanatkârların takıldığı Eftalikus kahvehanesi de 1950'lere kadar hizmet vermiş.

Lebon ve Markiz pastaneleri de yine Beyoğlu'nun önemli kültür muhitlerinden ikisi olarak kitapta yer almış. Kitapta Markiz pastanesinin isminin Marquise de Sevigne adli Fransız çikolata firmasından esinlendiği gibi bir detay bilgiyi de öğrenmiş oluyoruz. 1940'larda Haldun Taner ve Atilla İlhan gibi edebiyatçılar bu mekânlara giderlermiş.

Nisuaz da Beyoğlu’ndaki eski bir pastane. Bu pastaneyi de devrimden sonra gelen Beyaz Rusların açtığını kitaptan öğreniyoruz. Çiçek pasajının kapısının yanında faaliyet gösteren Degustasyon lokantası da, 1978'e kadar faaliyet göstermiş eski kültür çevrelerinde hatırı sayılır bir mekân. Yazar buralara kimlerin gidip geldiği, hangi tür muhabbetlerin yapıldığı ile ilgili araştırmasında birçok detay tespit etmiş ve bunları okurlarıyla paylaşmış.

Dikkatimizi çeken bir nokta ise şu oldu: Eski İstanbul diye anılan bölgede faaliyet gösteren mekânlar daha çok kahvehane veya kıraathane olarak isimlendirilirken, Pera bölgesindeki mekânlar genellikle pastahane veya lokanta şeklinde kurulmuş. Bu nokta üzerinde biraz daha detaylı düşünmek gerekebilir sanırım.

Kıraathaneler cami-tekkenin göremediği bazı fonksiyonları görür oldular

Yazar kitabın sonunda “Dünden Bugüne İstanbul'un Kültürel Merkezleri; Modernleşme Ekseninde Değişen Şehir ve İletişim Ortamları” diye bir başlık açmış. Bu bölümde başlangıçtan beri gelişiminden bahsettiği bu merkezlerdeki değişimi ve dönüşümü anlatıyor. Modernleşme ve küreselleşmeyle birlikte gerek insanlarımızın gerekse de şehrin farklılaşmasıyla, ismi geçen bölgelerin fonksiyonlarının değişmesiyle buralardaki mekânların da eski önemlerini yitirdiğini söylüyor. Son bölüm, dış dünya-insan-mekân etkileşiminin birçok yönünü farklı noktalardan bakarak anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyor.

Başlangıçta ifade edildiği gibi önceleri ev, cami-tekke ve çarşı vardı. Sonra kahvehaneler ve kıraathaneler açıldı. Cami-tekke bir fonksiyon görüyordu. Kahvehaneler ve kıraathaneler de onların göremediği bazı fonksiyonları görür oldular. Sonra camiler eskisi gibi insanları cem edemez oldular, tekkeler de kapatıldı, yerlerine başka başka mekânlar açıldı. İnsanların buralarda buldukları o şey neyse buralarda bulamaz oldular veya aradıkları şeyler değişti.

İşte tüm bu sorular ve muhtemel cevaplar (bazen de cevap bulamadığım noktaları), kitabı okurken ve bu yazıyı yazarken benim zihnimde belirdi. Muhtemelen sizler de buna benzer soru ve cevapları çoğu kere sormuş ve cevaplamışsınızdır (veya hâlâ cevaplayamamışsınızdır.)

Cem Sökmen kardeşime yaptığı çalışma ile zihnimde faydalı sorular oluşturduğu ve bazısının üstünü örttüğüm problem alanlarının yeniden ortaya çıkmasına vesile olduğu için teşekkür ediyorum.

Erhan Erken yazdı

YORUM EKLE