Geçenlerde, pırıl pırıl bir Cumartesi sabahı Cohor Nehri’nin iki yakasını birbirine bağlayan Causeway’dan Singapur’a geçtik ailecek... Bir başka deyişle, Asya’nın en Güneydoğu ucuna vardık. Causeway’den her geçişimde, uzun yıllar, Asya’nın Avrupa’ya komşu en Batı ucunda yani Üsküdar’da yaşadığım gelir aklıma. Üsküdar’dan Singapur’a bir yol başlıklı bir metinle de çıkarız karşınıza belki...
Neyse sadede gelelim... Yukarıda zikrettiğim ‘ailecek’ kelimesi tuhaf kaçabilir. Sanki Singapur’da ‘pikniğe’ ya da alışverişe gider gibi... Hâl öyle değil tabii ki... Aksine birkaç yüzyıl öncesinin önemli şahsiyetlerinden birini ziyarete gittik. Bu postmodern şehrin Cumartesi sakinliğinden istifadeyle yolları aşıp, Palmer Road’a bağlanan Shanton Way’deki Habib Nuh’un kabrini ziyaretti amacımız.
Singapur’un Velisi sıfatıyla da anılan Habib Nuh’un tam adı “Sayyid Nuh bin Sayyid Muhammed bin Sayyid Ahmad Al-Habshi”. Anne ve baba tarafından Yemenli olan Habib Nuh, 1788 yılında, ailesinin seyahat etmekte olduğu bir gemide dünyaya gelir. Aile önce Penang Adası’na yerleşir. Habib Nuh ise, modern Singapur’un kurulmaya başladığı yıllarda Singapur’a geçerek oraya yerleşir.
“Habib” adı, tıpkı Seyyid, Şerif gibi, Malay coğrafyasında (ki coğrafya ile, sadece günümüzde Malezya devleti sınırları içerisinde kalan görece küçük toprak parçası ile sınırlı değil, aksine, tüm takımadaları içine alan ve nüfusu üç yüz milyona varan geniş bir “ırkî aileden” bahsediyoruz) yaygın olan Peygamber nesline müntesip olanlara gönderme yapar. Aşağıda bu zatın kabrinin bulunduğu türbeden hareketle birtakım “güzellikleri”, “ilginçlikleri” paylaşacağım.
Gökdelenler arasında bir türbe
Palmer Road’dan başlayalım. Burası, sahilde dev kargo limanının uzandığı, biraz iç bölgede ise uluslararası şirketlerin “maharetlerini sergiledikleri” gökdelenlerin yükseldiği işlek mi işlek bir muhit. “Burada da türbe mi olur?” sorusunu sormayı haklı kılacak bir neden doğrusu. Habib Nuh’un türbesi, Hacı Muhammed Salih Camii’nin yanı başında. Gördüğüm, gezdiğim türbeleri düşünürsem, Habib Nuh’un türbesini ayrıcalıklı kılan ilk unsurun, cami ile aynı seviyede değil, yaklaşık 20 metre yüksekliğinde bir tepenin üzerine inşa edilmiş dikdörtgen plânlı yapı olmasında ortaya çıktığını söyleyebilirim.
Öte yandan, türbenin, mimarî unsurları bağlamında da farklılık sergilediği dikkat çeker. Bu nedenle, itiraf edeyim ki, türbeyle yüzyüze geldiğim ilk ziyaretimde, “İşte çok ilginç bir Çin mabedi” diye aklımdan geçmedi değil. Türbeye, caminin giriş kapısının yanı başındaki merdivenlerden çıkılıyor. İçinde türbedarının da olduğu, temiz ve nezih bir mekân.
Dikdörtgen şeklinde dizayn edilmiş türbenin aslında iki bölümden oluştuğunu söyleyebiliriz. İlki, kubbenin hemen ortasında yer alan, iki ucunda mezar taşı bulunan Habib Nuh’un kabri. İkincisi ise doğu istikametindeki bir diğer kabir. Mezar büyüklükleri, kabir taşları ve de kabirler üzerine serilmiş, kaftanları andıran ipeğimsi örtüler dikkate alındığında ilginç bir benzerlik dikkat çekiyor. Habib Nuh’unkiyle hemen hemen aynı boyutlarda ve aynı özenle inşa edilmiş bu mezarın yeğenine ait olduğunu öğreniyoruz Hajı Nasrun Amca’dan. Kabrinin üzerinde yazılı kitâbede adı, “el-Habib Abdurrahman el-Habşi” olarak zikrediliyor.
Otobandan dolayı türbenin yıkılması gündeme gelmiş
Türbe hizasına vardığımızda Habib Nuh’un mezarı ile karşılaşıyoruz doğrudan. O da ne, başlarına “öylesine iliştirilmiş gibi duran örtüleri ile” birkaç hanım dua ediyor. Mezarın etrafında fırıl fırıl dönen bir kız çocuğu. Mezarın öte yanında ise simaından Tamil olduğu anlaşılan orta yaşlarda bir bey ise mezar taşını öpüyor, yüzünü sürüyor. “Herhalde, henüz yeni Müslüman olmuş bireyler” diye geçiriyorum içimden. Ancak öyle olmadığını Hacı Nasrun Amca’yla bilâhare yapacağım sohbette anlıyorum. Aşağıda değineceğim...
Türbe açıkçası her yönüyle (hem maddi hem manevi yönüyle) ilginç dersem abartmış olmam. Yukarıda zikrettiğim cami ile arasındaki ‘yükselti’ mesafesi kadar, 1980’li yıllarda Singapur hükümetinin şehrin ana arterine bağlanacak bir otoban inşaatı sebebiyle türbenin yıkılması, bir başka yere taşınması ve nihayetinde otobanın türbenin üzerinden geçmesi gündeme gelmiş ciddi ciddi. Ancak cami yönetiminin Singapur hükümeti nezdindeki girişimleri neticesinde bu üç şıkkın dışında bir alternatif gündeme gelmiş. Böylece, otobanın camiye teğet geçecek şekilde yapılmasına karar verilmiş. Ayrıca, otobanın türbeden daha aşağı mesafede olması da ‘önemli bir kazanım’ olarak düşünülebilir.
Türbenin yanı başındaki bölge, otobüs terminali ile hemen karşısında devasa bir ağacın altına inşa edilmiş Çin Mabedi’ne rağmen kendine özgü niteliklerini sürdürüyor. Terminali türbe sahasından ayıran tel örgüleri geçip içeriye doğru kıvrıldığınızda dev bir ağacın gölgesinde serinleyen yüzlerce güvercinle karşılaşmanız, sizi, zaman-mekân bağını koparıp İstanbul’da Eyüp Sultan Meydanı’na taşıyacaktır. Tropik güneşin yakıcılığından kaçan güvercinler öğle sıcağında burada serinlerken, günün değişik vakitlerinde de yeşil türbeye tüneyerek arz-ı endam ediyorlar.
Budistler de ziyaret ediyormuş türbeyi
Güneşli günlerde yemyeşil kubbesinde oluşan parıltılar, kabirde yatan zatın halini arz ediyor sanki. Otobanın öte yanında dev vinçlerin dansına sahne olan kargo limanındaki gürültüler bir yana, türbenin içine girdiğinizde sessizlik alıp götürüyor sizi. Tıpkı yaklaşık iki yüz yıl önce, Habib Nuh’un o dönem Singapur’unun işlek caddelerinden kaçıp, invizaya çekilmek için bu tepeye “tünemesi” gibi. Hacı Nasrun Amca, o dönemlerde bu tepeden sahilin ve okyanusun alabildiğine gözler önünde olduğunu söylemesiyle, bu “sessizlik” olgusu çok daha anlamlı hale geliyor.
Türbe ziyaretini sona erdirip, Hacı Nasrun Amca’yla sohbete devam ederken, türbeye Yemen, Endonezya, Malezya gibi ülkelerden ziyaretçilerin geldiğini söyledi. Bu arada, kendisine yukarıda zikrettiğim Tamil’in ve pek de Müslüman olmadıklarını düşündüğüm birkaç Hintli hanımın türbe ve civarında ne aradıklarını sordum hayretle karışık. Nasrun Amca, “kerametten” bahsetti. Türbenin sadece Müslümanlarca değil, diğer dinlere mensup kişilerce de ziyaret edildiğini, çünkü buranın onlarca da kutsal sayıldığını söyledi. Belki en şaşırtıcısı ise, ziyaretçilerin sadece Singapur vatandaşlarından ibaret olmadığı, Tayland’dan üst düzey bir Budist rahibin de türbeyi ziyaret ettiği vakî. Bu hadiseye tanık olan Nasrun Amca, Budist rahibe “niçin onca yolu aşıp geldiği” sorulduğunda rahibin bir rüyası üzerine geldiğini ve burada yatan zatın önemli biri olduğunu söylediğini aktardı. Evet, bu ifadeler oldukça olağanüstüydü. Daha başka örnekler de veren Nasrun Amca’ya, Habib Nuh’u konu alan küçük eserde bu ve benzeri anlatılar olmadığını ifade ettiğimde, bu mekânın bu yönüyle bilinmesini istemediklerini, bu nedenle eserde bahse konu edilmediğini söyledi. Açıkçası, bu yaklaşım hoşuma gitmedi değil.
Bu vesileyle, Singapur’a yolu düşenlerin, alışveriş merkezlerinden sonra soluğu Santosa Adası’ndaki eğlence merkezinde almak yerine, bir zamanlar bu adanın “çilehanesi” makamındaki bu köşesini ve de benzerlerini ziyaretlerinin makbule geçeceğine kuşku yok.
Mehmet Özay yazdı