Sabahın erken saatinde düşüyoruz yollara, Bir sis bulutunun üzerinden geçiyoruz boğazı. Güneşin taze ışıkları beyaz sis bulutunun üzerinde bir renk denizi oluşturmuş. Bu şehri uyutmak ne mümkün, yormayan bir trafikle çıkıyoruz şehirden. İp yumağı gibi açılıyor yol önümüzde. Sapanca’ya vardığımızda anlıyoruz ki mevsim sonbahar. Kitabın en hüzünlü sayfasını açmış kâinat. Gönlün elveriyorsa oku!
Taraklı’ya vardığımızda kasaba henüz yeni yeni hareketleniyordu. Dükkânlar açılıyor, tezgâhlar düzenleniyordu. Çocuklar bize ihtiyaç duymadan koşuyorlar ara sokaklara. Hisar Camii’nin avlusuna çıkıyoruz. Bu cami yine bakımsız, oysa kasabanın en yüksek yerinde, oldukça güzel bir konumu var. Etrafında terkedilmiş yıkılmış evler. Uzun uzun kasabayı temaşa ediyoruz. Güneşin sarı ışıkları kavak ağaçlarının uçlarında kalan sarı yaprakları altın gibi parlatıyor. Dere boyu dolaşıyoruz. Su sonbahar havasında, iyice içine çekilmiş sakin sakin akıyor. Boynunu eğmiş ayva ağaçlarının aks’ı suya düşmüş. Ortalıkta derin bir sessizlik, kış hazırlığı yapıyor ahali. Kimi savılmış bahçesini temizliyor, ilkbahara hazırlık yapıyor, kimi odun/kömür tedariki peşinde. Günler kısa ama zaman bereketli buralarda. Yunus Paşa Camii’nde ikindi namazını müteakip ayrılıyoruz kasabadan. Göynük’e doğru yol alıyoruz…
Bu şehre yine bir akşam ezanıyla giriyoruz. Ne tarafından gelirsek gelelim bu şehir bizi akşam ezanıyla karşılıyor hep. Akşemseddin Hazretleri’nin manevi huzurunda dua ediyorum akşamın solgun renginde. Yağı azalmış lambalar gibi sönüyor yamaçlarda sararmış ağaçlar birer birer. Şehir yavaş yavaş lacivert bir örtüye bürünüyor, sonra da o lacivert örtüye uzanan minareler kalıyor geriye. Ayrıntılar gizlenip renkler kaybolurken, yamaçlardan Gazi Süleyman Paşa Camii’nin avlusuna süzülen ışıklarla bir hüzün çöküyor şehre. Camiden çıkan cemaat, bir gölge gibi kayboluyor dar sokaklarda. Baston sesleri şehri ikiye bölen derenin sesine karışıp gidiyor şehri boydan boya dolanarak. Kapanan ‘Hayat’ (avlu) kapılarının sesi, sürgüsü sürülen kapılar hüznü artırıyor sokaklarda. Sonra dağın yamacından kuru bir hurma dalı gibi uzanıyor hilal yıldızların arasından. Minarenin kaybolan alemi’nin yerine gelip fotoğrafı tamamlıyor. Gece bütün ihtişamıyla şehri yeniden diriltiyor başka bir renkte. Sonra yatsı ezanı yükseliyor hilâlin aydınlığında lacivert gökyüzüne. Birkaç gölge beliriyor ağaçlar arasından caminin avlusuna süzülen türbenin yeşil ışığında. Cemaat oluyoruz hoca mihrapta. Dualarla bağlıyoruz geceyi sabaha. Sonra gölgeler tekrar kayboluyor gecenin karanlığında yokuşlarda. Derin bir sessizlik kuyuda Yusuf… Uzun uzun seyre dalıyorum minarenin ucunda asılı hilâli. Suyla akıp gidiyorum Sakarya’ya, ummanlara. Bir kedi gecenin haline uygun adımlarla geçiyor avluyu. Türbenin yeşil ışığında avluya düşen uzun ağaçların gölgesinde, kayboluyor mezar taşları arasında.
…ve ilerliyor zaman, kovalıyor akrebi yelkovan.
Bu derin uykuyu önce şehrin yamaçlarından gelen horoz sesleri bölüyor. Bir süre karşılıklı ötüşüyorlar, sonra sessizlik… Dağla gökyüzünün kesiştiği yerde bir ağarma bir grilik. Bir süre sonra Gazi Süleyman Paşa Camii’nin minaresinden sabah ezanı yumuşak bir giriş yapıyor sabahın fecrine; “Allâhü ekber, Allâhü ekber...” Bu nida şehrin iki yamacına kurulmuş evlere yumuşak dokunuşlar yaparak yükseliyor gökyüzüne. Horozlar çığlık çığlığa ötüşüyorlar. Sonra “hayye ale’s-salâh, hayye ale’s-salâh; hayye ale’l-felâh, hayye ale’l-felâh…” Sıcak bir nefes, ulu ruhlar saçakların altından, pencerelerin önünden geçerek sabahın sükûnetine uygun bir zarafette tıklatıyor dış kapıların tokmaklarını. Sonra “es-Salâtü hayrün mine’n-nevm, es-Salâtü hayrün mine’n-nevm” uyarısı sarsıyor şehri. Kısa bir sessizlik… Şehrin kalp atışları hızlanıyor... “Allâhü ekber, Allâhü ekber…” Kalpler yeniden sükûna eriyor. “Lâ ilâhe illallah…” “Allah’tan başka ilah yoktur, Allah’tan başka galip gelecek yoktur” nidasını bir emanet gibi bırakılıyor şehrin üzerine ezan. Ve yeniden sessizlik…
Bir bahçe kapısının sesi geliyor karanlık sokağın ucundan. Kapıyı aynı ustalıkla sessizce kapatılıyor titreyen bir el. Sonra tık tık baston sesi. Caminin avlusundan dar sokağa düşen ışığın loşluğunda bir gölge beliriyor. Baston sesini ayak sesi takip ediyor, peşinde gölgesi. Şehre hayat veren suyun üzerindeki köprü demirlerine tutunup dere boyu uzun uzun bakıyor bir ihtiyar. Sararmış bir çınar yaprağı meçhule giden gemi gibi gidiyor sabahın griliğinde. O da dalıp gidiyor yaprağın peşi sıra. Sonra birden gözünü yamaçlara çeviriyor. Aynı sükûnetle avluyu geçip duaya duruyor türbenin loş ışığı altında. Sora da caminin kapısından geçip kayboluyor gözden.
Kırağı yağmış kırmızı çatılar üzerinde oturan ulu bacaların kiminden dumanlar tütüyor. Bir misafir duyarlılığıyla iniyorum ahşap merdivenleri. Kapıyı açıyorum el yordamıyla. Hava soğuk, bir serçe kırağı yağmış, kırılgan bir dalda çığlık çığlığa ağlıyor. Çınarların altından akan suya ben de bakıyorum ihtiyar adamın baktığı yerden. Onun baktığı yerden bakabiliyor muyum bilmiyorum. Dalından düşen her yaprak bir süre sonra gözden kayboluyor. Su aheste-aheste akıyor seher vaktinde. Türbeye yöneliyorum; önümde irili ufaklı mezar taşları, küçük büyük mezarlar türbenin etrafında. Şu küçük mezarlar çocuk mezarı olmalı. İşte dünya… Bir adım ötesi başka bir âlem, koyun koyuna yatıyorlar. Kimisi çocuk yaşta düşmüş kara toprağa. Mezar taşlarının arasında kaybolup gidiyorum suyun sesine. Bir yanda mezarlık, diğer yanda durmaksızın akan su. Bir tarafta ölüm, diğer tarafta hayat. Az öce şehrin sokaklarında yankılanan çağrıya uyuyoruz, namazla başlıyoruz güne…
Gün ağarıyor, bacalardan çıkan dumanlar turuncu bulutlara doğru savruluyor mavi bir tül gibi. Yamaçlarda sararmış ağaçlar belirginleşiyor ilkin. En tepedeki ağaçların uçlarına düşüyor güneşin ilk ışıkları. Az sonra bir fener alayına dönüşüyor düzlük. Şehir iki yamaca kurulmuş karşılıklı iki tuvali andırıyor. Tuvale tutulan ışıkla resim netleşiyor yavaş yavaş. Geleneksel Göynük evleri, dar sokaklar çıkıyor ortaya. Şirin küçük pencerelerden yansıyor güneş şehrin karşı yamaçlarına. Erkenden çıkıyoruz sokaklara, karşılaştığımız insanlarla selamlaşıyoruz. Misafir olduğumuz anlaşılıyor besbelli, “Hoş geldiniz” diyorlar. Zafer Kulesi’nin bulunduğu alana çıkıyoruz. Şehri kırmızı kiremit çatılarından seyrediyorum. Sararmış bütün ağaçlar ışık saçıyor sokaklara. Kalem gibi minareler, sararmış ağaçların arasında. Bu kasabaya bilmem kaçıncı gelişimiz, aynı mekânları geziyoruz. Esnafla muhabbet ediyoruz, dostluklarımız gelişiyor.
Sakarya’yı Karadeniz’e bağlıyoruz Karasu ile…
Gelenin işi gitmekmiş, biz de yeniden veda ediyoruz bu şehre. Sarı-kızıl bir dekorun içinden geçerek yol alıyoruz. Taraklı’dan Geyve’ye ayva bahçeleri. “İnsan bu su misali kıvrım kıvrım akar ya” / “Bir yanda akan benim öbür yanda Sakarya” Su misali akıyoruz kıvrım kıvrım yollardan. “Nerde kardeşlerin cömert Nil, yeşil Tuna” Basamak-basamak iniyoruz yokuşları Sakarya ile… Sakarya ile Sakarya’ya iniyoruz. Bir kargaşanın içine düşüyoruz. Trafik lambaları, arabalar, reklam panoları ve yüksek yüksek binalar. Hayat birden değişiyor. O sükûnet yerini hıza ve aceleye bırakıyor. Saatin zembereği birden boşalıyor. Nihayet Orhan Bey Camii’ni buluyoruz. İkindi namazının ardından çarşıyı geziyoruz, Uzun Çarşı’yı. Her şehrin tarihi bir simgesi olarak çarşı ve camileri vardır. Bir şehrin tarihi cami, çarşı ve bedestenleri iyi korunmalı. Kendisi değil sadece, çevresi de iyi korunmalı. Bu mekânlar şehrin hafızası konumunda. Caminin yanında işlek bir cadde, kavşak ve etrafında çirkin binalar… Arastalarda gezerken akşam ezanı okunuyor. Namazı yine Orhan Camii’nde kılıyoruz. Geceyi bir misafirhanede geçirip sabah erkenden Karasu’ya doğru yol alıyoruz. Sakarya’yı Karadeniz’e kavuşturacağız niyetimiz bu. Şehirden çıkıyoruz, düz bir araziden ilerliyoruz. Hasadı edilmiş yorgun fındık bahçeleri, buğday ekmek için sürülen tarlalar.
Karasu’ya giriyoruz... Şehirlerin giriş-çıkışları neden bakımsız olur. Oysa ilk fotoğraf, ilk kanaati oluşturuyor. İşyerleri, atölyeler reklam panoları… Bir düzen ve intizama sokulamaz mı? Sakarya’nın Karadeniz’e kavuştuğu yerdeyiz. Hava güneşli, ama rüzgâr şiddetli esiyor. Irmak boyu bütün kafeler, restoranlar masalarını sandalyelerini toplamış, kapıların kapatmış. Yazdan çıkma bir yorgunluk, bir ıssızlık. Deniz uzakta köpürüp duruyor, yalnızlığı ıssızlığı hüznü artırıyor. Kuş bile yok ortalıkta. Çınar ağaçlarının altında bir tünelden yürür gibi yürüyoruz. Bir kahvehane, içeride balıkçı tipi birkaç kişi çay içip sohbet ediyorlar. Oturup çay içiyoruz yaşlı bir çınar ağacının altında, uğultudan birbirimizi duyamıyoruz. Yapraklar oradan oraya uçuşup duruyor rüzgârın önünde. Bir kuytuya takılan kalabiliyor ancak. Sakarya denize kavuşmaya çalışıyor, deniz öfkeli ha bire “gelme” dercesine geri itiyor. Tam orada yalnızlığın en derin yerinde bir deniz feneri. “Vakit yok olur, zamandan boşalır varlık / düşmez burçlardan haber / bir uğursuzlukla ağır ve yorgun / bütün insanlar bitti sanırsınız / deniz feneri gülümser.” Bütün insanlar bitmiş, geriye hasırları uçmuş gölgelikler, üst üste konulmuş masalar sandalyeler. Bir de kuma gömülmüş birkaç plastik oyuncak… Rüzgâr bizi epeyce hırpalıyor. Sonra Sakarya longoz ormanlarının ziyarete açık bölümüne geliyoruz. Bulutları, sonbaharın renklerini gökyüzüne ayna olmuş suda izliyoruz. Dönüş yolunda anlıyoruz su basan ormanlarının genişliğini. Biraz hızlı hareket etmeye çalışıyoruz, Daha yolumuzun üzerinde, Kefken, Kerpe, Ağva ve Şile var. Güya hepsine uğrayacağız az da olsa akşama da döneceğiz İstanbul’a. Çok güzel köylerden geçiyoruz. Bakımlı fındık bahçeleri, kızıla boyanmış dağlar. Bahçelerin bakımlısı güzel, ormanların el değmemişi. Köyler ve manzara yol almamıza izin vermiyor. Akşamın biraz öncesi Kefken’e gelebiliyoruz. Temiz bir kasabayla karşılaşıyoruz. Ortalık sakin, yazın buraların kalabalık ve curcunasına şahit olmuştuk bir kez. Vaktimiz dar, pembe kayalıkları görmek istiyoruz. Güneşin solgun ışıkları bulutların arasından denize yansımış. Sahilde kayalıkların üzerinde saçı başı dağılmış bir çam ağacı. Yazın gölgesi paylaşılamıyordur, şimdi yapayalnız. Deniz yine öfkeyle kayalıklara çarpıyor, kendini parçalıyor. Yıllar yılı kayalar üzerinde ince işçilik yapmış, dantel gibi işlemiş, mağaralar oluşturmuş. Uzakta bir gemi, karabulutların altında, koyu maviliğin içinde bir karartı olarak karanlığa karışacak az sonra.
Dönüp gitmeye içimiz elvermiyor. Nihayet Kandıra’da bir misafirhane buluyoruz. Hiç hesapta yoktu. Karanlık bastırmadan Kandıra’dayız. Rutubetli bir odada sabahlıyoruz. Erkenden yola çıkıyoruz. Temiz mis gibi bir hava, gök masmavi. Sabah güneşi içimiz ısıtıyor. Kerpe’yi daha önce görmüştük, biz doğrudan Şile yoluna giriyoruz. Bacaları yeni tüten köyleri geçiyoruz. Sahilde bulunan Bağırgan Köyü’ne çeviriyoruz rotayı. Köy meydanında kahveler kapılarını açmış, sobalarını yakmış. Karadeniz yine dövüyor kayalıkları, uğultu ormanlara doğru dalga-dalga yayılıyor. Bir kahveci bize bir masa hazırlıyor. Bakkaldan aldıklarımızla kahvaltı yapıyoruz. Soba gürül gürül yanıyor, hem elimizi ayağımızı hem yüreğimizi ısıtıyor.
Öğle ezanından biraz önce Ağva’dayız. İnce ince bir yağmur, Uzakta denize eğilmiş bir deniz feneri. Sanki bir gidenin peşine düşmüş. Cuma namazından çıkıyoruz avluda bir cenaze musallada. Ne ben onu tanırdım ne de o beni. Nasip işte son yolculuğunda, sonsuzluğa yolculuğunda uğurlamak bize de nasip oluyor. İnce ince yağan yağmur hüznü artırıyor, omuzlarda tabut, benim hayalimde o bulutların arasında denize doğru eğilmiş deniz feneri. Hangi yolcuyu uğurluyor. Neden eğilmiş denize doğru…
Göksu Deresi’nin kenarından yürüyorum, gökten ince sicim gibi uzanıyor yağmur Göksu Deresi’nin yeşil sularına. Yağmur nakış-nakış işliyor bulutların suya düşen yüzünü, incitmiyor.
Sonbahara nasıl da yakışıyor yağmur, yol alıyoruz... Eh Şile’ye ancak teşehhüt miktarı uğrayıp selam veriyoruz. Hani derler ya “Evinizin bacası görünüyor” diye, dönüyoruz işte… Burada bitirelim, belki trafik vardır.
Turgut Akça