Hükümdarlar şehri
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
Resimleri büyütmek için üzerini tıklayın. |
İstanbul, Roma, Bizans ve Osmanlı gibi dünyanın en önemli devlet ve imparatorluklarına başkentlik etmiş bir şehir olması bakımından eşiz bir değere sahiptir. Bu dönemler içerisinde şehrin mimari dokusu tarz ve estetik bakımından birçok farklı ve güzide yapının inşa edilmesiyle birlikte gelişerek genişlemiştir. Hele hele Osmanlı’nın son dönemlerinde İstanbul, bu tarz yapıların çoğalmasıyla adeta bir açık hava müzesine dönüştürülmüştür. Osmanlı’nın İstanbul’u fethinden sonra, bakımsızlıktan yıkılmaya yüz tutan bu şehrin, büyük bir hızla yeniden imar edilmesi için canla başla çalışılmış, dünyaya nizamat verecek bir medeniyetin evlatlarına yaraşır, çağ açıp çağ kapatan bir milletin payitahtlığını yapacak bu şehri bir başkente dönüştürmek için uzunca bir mesai harcanmıştır.
Fethettiği ülkeyi sömürmeyi değil imar edip şenlendirmeyi vazife edinmiş Osmanlı, bütün Osmanlı coğrafyasında olduğu gibi “i’mâru’l-bilâd tefrîhu’l ib’ad” düsturunca insanların yararına her türlü yapıyı İstanbul’da da inşa etmekten geri durmamıştır. Nitekim Osmanlı toplumunda şehir-vakıf anlayışının yerleştirilmesiyle bu imar çalışmalarının ardı arkası kesilmemiş ve netice olarak İstanbul şehri birçok hayır kurumuyla donatılmıştır. Bu anlayışla inşa edilen binalar/kurumlar bazı hayırsever vatandaş “ağniyâ-i şâkirîn” ve devlet ricalinin katkıları ile kimseye muhtaç olmadan vakfedildikleri alanlarda hizmetlerini uzun süre devam ettirebilmişlerdir.
Bir zamanların sosyal kentleşmede pir örneği
Osmanlı toplumu ve kimliği, kulluğunu ifa edeceği bir mescit, çocuklarını eğitebileceği sıbyan mektebi, ilimle iştigal edeceği medrese ve kütüphanesinin etrafında oluşmuştur. Hayatın en temel ihtiyacı olan suyu hapsedildiği mahzen ve sarnıçlardan çıkararak hem göze hem de damağa hitap eden çeşmelerden akıtmış ve dinin temizliğe verdiği önemi fiili olarak göstermek üzere zevk-i selim ile estetik ve işlevi yüksek hamamlar inşa etmiştir. Tüm bu yapıların hepsi bir arada küçük bir külliye özelliği taşımakta, toplumun adeta demografik yapısını oluşturan mahalleler de bu yapılar etrafında şekillenmektedir.
Bir yerleşim alanı oluşturulurken olmazsa olmaz diyebileceğimiz ve yukarıda zikrettiğimiz bu tarz yapıların yanında merkezi yerler diyebileceğimiz noktalarda camiler, çevresinde bir dönem yüksek öğrenim yerleri olarak da hizmet veren medreseler, ölümün diğer kardeşi hayatın her anında hissedilir kılınması için cami etrafına yapılan türbe ve hazireler Osmanlı şehircilik anlayışının mühim unsurlarıdır.
Toplumların meydana getirdiği bu eserler, o toplumun yeryüzüne attığı imzası ya da kurduğu uygarlığın nadide bir eseri olarak kabul edilmeli ve oluşturulan bu büyük medeniyetin gelecek kuşaklara taşınmasını sağlayan temel bir araç olarak düşünülmelidir.
Küçük kıyametlerin sebep oldukları
Bununla birlikte şehirlerde meydana gelen ve bazılarının kıyamet-i suğra (küçük kıyamet) olarak da adlandırdığı depremler sebebiyle, ahşap malzemeler binaların vazgeçilmez malzemesi olarak kullanılınca sık sık çıkan yangınların verdiği büyük zararlar bu eserlerin tahrip olmasına neden olmuştur. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi bu hayır kurumlarının, ömür boyu ayakta durabilmesi adına bânileri tarafından vakfedilen akarları/gelirleri vasıtasıyla tadilat görmeleri ya da yeniden inşaları mümkün olabilmiştir. Deprem ve yangın gibi doğal afetler sebebiyle meydana gelen bu tahribatın daha fazlası insanoğlunun kendi eliyle gerçekleştirmiş olduğu müdahaleleri neticesinde Osmanlı’nın miras bıraktığı bu güzel eserlerin büyük bir kısmı yok olup gitmiştir.
Tarihi eserlerin tahribatı 19. yüzyılın sonlarına kadar da götürülebilir. Osmanlı toplumunda meydana gelen modernleşme çabaları ve bunun doğurduğu sosyal hareketlilik, değişen dünyaya ayak uydurma adına meydana gelen yeni ihtiyaçlar şehrin mimari dokusuna da zarar vermeye başlamıştır. Osmanlı’nın bu son döneminde vakıf malının kutsiyetinden dolayı yıkılan yapının yerine yenisini inşa etmek gibi bir zaruret olduğundan tarihi eserlerin tamamen yok edilmesi/ortadan kaldırılması genel bir uygulama olarak pek görülmemiştir. Fakat Osmanlı Devletinin yıkılmasıyla birlikte yeni kurulan cumhuriyetin yaşadığı zihniyet değişikliği eskiye ait ne varsa köhnemiş ve terakkiye engel olduğu düşüncesini de beraberinde getirmiş ve tarihi eserlerin ortadan kaldırılmasını modern şehirlerin kurulabilmesi için gerekli bir adım olarak görmüştür.
Camileri yıkmak mı istediler?
Bu tarz teknik nedenlerin yanı sıra bazı düşünsel farklılıkların getirdiği neticeler de oldukça dikkat çekicidir. 1935 yılında çıkarılan bir kanunla, beş yüz metre içerisinde tarihi değeri büyük de olsa birden fazla cami olmayacak şeklinde bir uygulamanın hangi teknik gerekçelerle ortaya çıkarıldığı ayrıca merak konusudur.
Dama tahtasından yoz yığınlara
Yine İstanbul’un yöneticiliğini yapan belediye başkanları ve valilerin aymazlıkları yurt dışından getirilen bazı şehir planlamacılarının Türklerin mazisini yok etmeye yönelik çalışmalarına olanak sağlamış ve yüzlerce yıldır tüm ihtişamıyla ayakta duran tarihi eserlerimizin tek tek ortadan kaldırılmasına neden olmuştur.
Dama tahtası şeklinde planlanan şehir bu uygulama çerçevesinde büyük bir yıkıma uğratılmıştır. Özellikle 1950’li yıllarda geniş caddeler ve büyük bulvarlar açma merakı başta Mimar Sinan eserleri olmak üzere birçok tarihi yapıyı ortadan kaldırmıştır. İşin ilginç yanı bu caddeler açılırken yola tesadüf edeceği düşünülerek yıkılan bu eserlerden birçoğunun yolla hiç alakası olamayacak konumda olmalarıdır. Bununla birlikte yıktırılan bu eserlerin yerlerine bu gün itibarı ile alışveriş merkezleri vb. binalar yapılmaktan da geri durulmamıştır. İstanbul’un ilk belediye başkanı Hızır Çelebi’nin mezarı bile bu yağmadan kurtulamamış ve mezarının bulunduğu hazirenin yanındaki cami –herhalde tekrar imar edilmesin diye- arsası üzerine bugün İMÇ blokları inşa edilmiştir. Başta Atatürk Bulvarı olmak üzere, Aksaray meydanı, Vatan ve Millet caddeleri yapılırken birçok tarihi eser yola tesadüf etmemesine rağmen kurban edilmiştir. Yahya Kemal merhumun “kör kazma” olarak nitelendirdiği bu yağmadan yüzlerce tarihi eser nasiplenmiş ve yüzyıllardır insanların hizmetine sunulan bu tarihi yapıların büyük bir kısmı sadece bir gecede ortadan kaldırılmıştır.
Değerli gayretlerle sizlere seslenen Dünyabizim sitemizin İstanbul Bizim bölümünde İstanbul’da çeşitli nedenlerle ortadan kaldırılmış cami, medrese, çeşme, sıbyan mektebi, hamam gibi tarihi eserleri hatırla-t-maya ve yitik mirasımızın peşinde iz sürmeye gayret edeceğim.
Fatih Güldal hatırlatmak için yazdı
elinize sağlık tebrik ederim