“Bingöl dört dağ içinde…”

"Ey gidi şehit babası! Senin gibi haşmetmeab Müslümanlar oldukça bu topraklar âbad olmaya devam edecektir. İnşallah…" Murat Kaan Çelik yazdı.

“Bingöl dört dağ içinde…”

Türküde de söylendiği gibi Bingöl, dağların arasında kalan geniş bir ovanın üzerine kurulmuş şirin bir şehir…

Şirin olduğu kadar kadim de bir şehir.

Öyle ki Bingöl’ün tarihi M.Ö. 4.000 yılına kadar uzanmakta. Özellikle Genç’teki, Kiğı’daki eski şehir kalıntıları buna muhkem bir karine…

Genç ve Kiğı demişken bu iki ilçemiz Bingöl için oldukça önemli…

Zira Bingöl tarihinin büyük bir kısmını bu iki ilçe oluşturmakta.

Şehir yerleşimleri daha çok bu bölgelerde gerçekleşmiş.  Bunun sebebi de büyük ihtimalle diğer bölgelere nazaran orman ve su kaynaklarının oldukça bol olması olabilir.

Bingöl merkezin asıl ismi Çapakçur’dur. Uzun yıllar Osmanlı döneminde ‘çevlik’ adıyla Palu’ya bağlı bir bucak iken 1872 yılına gelince ‘Çapakçur’ adıyla Bitlis Vilayeti’ne bağlı ilçe haline getirildi. Cumhuriyet döneminde ise Genç Vilayeti’ne bağlı bir ilçe olarak kaldı. Fakat Genç Vilayeti lağvedilince “Bingöl” ismiyle Çapakçur’da yeni bir vilayet kuruldu.  Nitekim 1945’e kadar da Çapakçur ismi ‘merkez ilçe ismi’ olarak kabul edildi. Fakat çıkarılan bir kanunla Çapakçur ismi hem Bingöl Dağı’na hem de vilayetin adına ithafen ‘Bingöl’ olarak değiştirildi.

Genellikle şehirlerin isimlerinin değiştirilmesine sıcak bakmam. Fakat ilginçtir Bingöl için aynı kanaatte değilim. 

Zira ilçelerle beraber bölgenin genel ismini karşılayan güzel bir isim.

Vallahi beterin de beteri var.

Malûm Elazığ, Tunceli… Gibi hayli tuhaf ve gülünç isimler de koyulmuş…

Allah muhafaza…

Bu kadar bilgiden sonra şehri dolaşmaya geçebiliriz.

Sabah 9 gibi kaldığım otelden kahvaltımı yapmak üzere ayrıldım. Genç Caddesi boyunca biraz yürüdüm. Cadde oldukça modern bir hüviyete sahip. Kafeler ve butikler nerdeyse cadde boyundaki dükkânların tamamını oluşturmakta.

Caddenin ortasına doğru karşıma bir saat kulesi çıktı. Saat Kulesi derken öyle Sultan Hamid’in yaptırdıkları gibi sanat değeri olan görkemli ve ihtişamlı bir yapı düşünmeyin. Aksine ‘iş görülsün de nasıl görülürse görülsün’ amacıyla baştan savma yaptırılmış yakışıksız bir yapı…

Aslında bu eser bile Osmanlı ile Cumhuriyet devri arasındaki farkı görmemize yeter de artar bile.

Bir İzmir saat kulesine, bir de Bingöl saat kulesine bakın.

İkisi de aynı isimle anılıyor.

Hâlbuki biri bin yılların tecrübesinden meydana gelen şah eser iken biri ise tecrübesizliğin hatta çömezliğin ezikliği ile ortaya çıkan ucube…

Hemen arkasında ise Ulu Cami olarak adlandırılan büyük bir cami var. Bu cami de yeni inşa edilmiş.

Modern mimarinin aksine geleneksel bir üslup kullanılmış.

Çift minareli büyük bir cami.

Hemen altında ise yan yana dizilmiş çadır dükkânlar gördüm.  Önleri oldukça kalabalıktı.  Özellikle köylerden gelenler buralardan alışveriş yapmayı tercih ediyorlar. Ne demişler garibanın dostu, yine garibandır…

Daha sonra çarşıya geçip esnafları dolaştım. Diğer şehirlere nazaran çoğu esnaf halinden ziyadesiyle memnun. Ekonomik kriz her ne kadar menfi manada onları etkilese de yine de şükrettiklerini zira önceki dönemlerde daha beterlerini gördüklerini söylediler.

Ardından Kültür Park’a geçtim.

Bir ilçe için hayli güzel diyebileceğim güzel bir park.

Bakımlı bir o kadar da alımlı…

Daha çok torununu kapıp gelen yaşlıların oturduğu bir mekân.

Nitekim bir bankın üzerinde uzun paltolu, namaz takkeli yaşlı bir çınar gördüm. Hemen selam verip yanına oturdum.

Emekli bir imammış. Torununu gezdirmeye gelmiş. 69 yaşında. Genç’in yerlilerinden. Yani Zaza…

Hazır Genç’li olduğunu duyunca Şeyh Said meselesi ile ilgili konuşmak, daha doğrusu meseleyi bir de onun ağzından dinlemek istedim.

Sağ olsun beni kırmadı ve anlatmaya başladı.

Şeyh Said İsyanı’nın iç yüzü

“Genç’te eskiden Ermeniler ve Müslümanlar yaşardı. Her iki cemaat da dinlerine sıkıca bağlıydı. Hele ki Ermeniler. O kadar bağlıydılar ki papazların sözüne uyup Osmanlı’ya ihanet ettiler. Binlerce Müslüman’ı şehit ettiler.

Gerçi bizim Müslümanlar için de öyleydi. Din denildiği vakit akan sular dururdu. Allah rızası için dediğinde yapamayacakları hiçbir şey yoktu. Çünkü onlar hayatları boyunca ne ihaneti ne entrikayı ne de takiyyeyi görmüşlerdi. Saf ve temiz bir imanları vardı. Onlara göre herkes kendileri gibiydi.

Bu nedenle “hocayım” deyip iki rekât namaz kıldıran her adama “hoca” derlerdi. Sözlerine itibar ederlerdi.

Osmanlı’nın son döneminde de Cumhuriyet döneminde de bölgede çok sayıda daha önce görmediğimiz papazlar, hocalar türedi. Zira “Papaz” ve “İmam” toplumda mutlak otorite sahibiydi. Onların telkinleriyle efendilerin menfaatine hizmet daha kolay ve ucuzdu.

1.Cihan Harbi’nde papazlar, Ermeniler’i çok doldurdu. Onlar da bu dolduruşa gelerek Müslümanlara çok mezalim yaptı.

Bir taraftan da Müslümanlar dolduruldu. Düşünebiliyor musun? “Bir Ermeni çocuğunu öldüren cennete gider’’, “Bir Ermeni ailesini yok edenin yedi ceddinin günahları af olur” gibi İslâm ile yakından uzaktan alakası olmayan vaatlerde bulunuldu. Peki, bu vaatlerde bulunan kimlerdi? Neden bu hocalar Şeyh Said olayından sonra bölgeden kayboldu? Bu sorular üzerine düşünüp cevaplamak gerek.

Benim hocalarımın hocaları, o yıllarda buradan sürgün edilmiş. Hem de çok hocayla beraber. Peki, neden sürgün edilmişler? Tüm parçaları birleştirince sorunun cevabını buluyorsun.

Öte taraftan çok Müslüman köyünü yaktı Ermeniler. Binlerce Müslümanı acımadan şehit ettiler.

Aslında bu ajan hocalar olmasaydı da Müslümanlar çok şiddetli bir şekilde cevap verirlerdi. Ama büyük bir farkla. O vakit ne bir çocuk ne bir kadın ölürdü.  Çünkü düşünsenize kardeşim dediğiniz insanlar diri diri yakılmış, akrabalarınız kılıçtan geçirilmiş siz olsanız ne yapardınız? Sineye mi çekerdiniz yoksa sinelerini mi delerdiniz?

Velhasıl bu aslında toplumsal bir reflekstir. Ne demiş atalarımız atarsan tokadı, yersin şamarı…

Bu süreçte Ermeniler’in bir kısmı öldürüldü, bir kısmı da sürüldü. Geri de kalanlar ise Müslüman oldu.

Ermeniler gidince bölge, epey bir rahatladı. Fakat Cumhuriyet devriyle işler yeniden terse sardı. Çünkü Batıcılar, Cumhuriyetin tek hâkimi oldu. Müslümanlar devletten uzaklaştırıldı. Âlimlere, şeyhlere, tarikatlara zulmedildi.”

Araya girip neden zulmedildiğini sordum. Devam etti:

“Nedeni demin söylediğim gibi. Hocalar toplumu yönlendirebilen mutlak güçtüler. Ve Batıcılar’ın güttükleri politikadan da hayli rahatsızdılar. Bu rahatsızlığı, toplumla paylaşıyorlardı. Batıcılar bundan çok rahatsız oldu. Çünkü halk ayaklanırsa iktidarlarını kaybedecekleri kesindi.

Hele hele “Devletin dini İslam’dır” hükmünün kaldırılması, bütün âlimlerin tepkisini çekti. Olayları kızıştıran da aslında bu oldu.

Birçok âlim Şeyh Said etrafında toplandı. Çünkü Şeyh Said hem seyyid hem de Nakşibendi şeyhiydi. Toplumda sözü geçen bir âlimdi.

Amaçları hükümeti devirmek, devleti yıkmak falan değildi. Sadece devletin Batıcı politikalardan vazgeçmesini, devletin yeniden şeriat ile yönetilmesini talep ediyorlardı. Yani özünde nümayiş niteliği taşıyan bir hareketti.

Fakat daha sonra tıpkı 10 yıl önce olduğu gibi bu ajan hocalar devreye girdi. Bir anda iş çığırından çıktı. Hele ki idam edilen hocaların haberi, halkın öfkesini daha da arttırdı.

Zamanla bu nümayiş, rejim için bir fırsata dönüştürüldü. Peki, neyin fırsatı? Batıcı politikalarına haklı bir zemin bulma fırsatı.

Neymiş şeriatçılar devleti yıkacaklarmış, İngilizlerle iş birliği yapılmış, bu topraklar gâvurlara peşkeş çekilecekmiş propagandası yapıldı. Hem de tüm ülkede...

Sonuç olarak Şeyh Said, rejimin Batıcı politikalarına kurban edilmiş nice alimlerden sadece biri…

Hocanın bu uzun nutkundan sonra bir kez daha Müslümanın ziyadesiyle uyanık olması gerektiğini hatırladım.

Evet, Müslüman hem zeki hem de uyanık olmalı. Yürüdüğü yola dikkat etmeli. Sazan gibi gördüğü her yeme atlamamalı. Attığı ve atacağı her adımı iyice düşünüp hesap etmeli. Aksi takdirde üzülen de, ölen de yine biz oluyoruz.

Hocayla vedalaştıktan sonra yanından ayrılıp Bingöl Çayı’na indim.

Çay iki platonun arasından geçiyor.

Kenarına birçok mütevazı müstakil evler inşa edilmiş. Bu evler çay ile bütünleşmiş diyebilirim. Sırıtmadan, kusturmadan; edebiyle yerli yerinde duruyorlar.

Hemen yanlarında tarla, bahçe ve ahırlar var. Tam manasıyla özenilen, hasret çekilen, olması gereken doğal bir yaşam...

Görseniz bir taraftan davarlar otluyor, bir taraftan inekler çaydan su içiyor, bir taraftan adamlar tarlayı belliyor, bir taraftan ise kadınlar ekmek ediyor…

İnsanın içi ısınıyor. Kalbi sürurun fevklerinde dolaşıyor.

Tabii, bu sadece çayın etrafı için cari. Plato bildiğin felaket. Aşağıdan yukarıya çıkınca yürek kaldıramıyor gördüğü felaketi…

Ucube dikitler işgal etmiş güzelim platoyu. Hem de gözünün yaşına bakmadan.

Tarlada çapa yapan abi beni görünce “Hoş geldin” deyip yanına çağırdı. Yanına gittim. İlk önce tanıştık.

35 yaşında, ilkokul mezunu, yarım hafız…

Çiftçilik yaparak rızkını kazanıyor. 

Biraz ayakta sohbet ettikten sonra evine davet etti. Evine gittik. Hemen karısına bir şeyler hazırlamasını söyledi. Sonra sofranın üzerine hazırlanan tepsiyi koydu. İçinde bal, peynir, kavurma, köy ekmeği, yumurta ve soğan vardı. Bir güzel yumulup tıka basa yedim. Zira bir türlü sabahtan beri kahvaltımı edememiştim. Demek ki nasibim buradaymış.

Yemekten sonra muhabbete devam ettik. Bingöl ve hayvancılık üzerine çokça konuştuk. Bingöl’ün hayvancılığa oldukça elverişli olduğunu söyledi. Hem büyükbaşa, hem küçükbaşa, hem de arıcılığa… Hem platosu geniş, hem su kaynağı fazla, hem de bitki örtüsü zengin. Hayvancılık için gerçekten veli nimet.

Büyük marka oluşturularak Bingöl balı ve kavurmasının dünyaya ihraç edilmesi gerektiğini düşünüyor. Bu vesile ile Bingöl’ün daha da gelişip refah düzeyinin artacağını düşünüyor.

Kendisine, söylediklerine tamamıyla katıldığımı ifade ettim. Gerçekten de Bingöl hayvancılık için büyük bir nimet. Hele ki kavurması eşsiz bir lezzete sahip. İnanın bu vakte kadar yediğim en iyi kavurma açık ara Bingöl kavurmasıdır. Kuşkusuz kavurması ve balı başta olmak üzere Bingöl ürünlerinin markalaşması şehrin ekonomisini müspet manada etkileyecektir. Şehirde baş gösteren işsizlik başta olmak üzere birçok sorun beraberinde artan ekonomik düzeyle kendiliğinden çözülecektir. Ne diyelim bizim kalemimizden yetkililerin kulağına… 

Helallik isteyip yukarı, köprüye çıktım. Madem çay bu kadar hoşuma gitti bari onunla bir fotoğrafım olsun diye yoldan geçen bir gençten fotoğrafımı çekmesini rica ettim.  Sağ olsun fotoğrafımı çekti. Sonra giymiş olduğum yöresel kıyafetlerden ötürü buralı olup olmadığımı sordu. Derken muhabbet baya bir sardı.

Şehir merkezine kadar beraber yürüdük.

Kendisi 21 yaşında… Üniversite imtihanlarına hazırlanıyor. Sağlık görevlisi olmak istiyor. Bingöllü. Zaza…

Babası memurmuş.

Önce neden 3 senedir üniversiteye giremediğini sordum. Uzun uzun anlattı. Eskiden oldukça keyfe keder bir hayatı varmış. Gününü oyunla, yemekle, uyumakla geçirirmiş.  Anası babası ne kadar nasihat etse de bir kulağından girer öteki kulağından çıkarmış. Zira onları halden anlamayan cahil bir insan gibi görürmüş. Her şeyin iyisini kendisinin bildiğini zannedermiş. Sınavlarda da bir türlü barajı aşamamış. Bu nedenle ÖSYM’ye her gün sövüp durmuş. Tembelliğinin faturasını kendi dışında herkese kesmiş. Bu ülkeden bir cacık olmayacağını, burada yaşayamayacağını düşürmüş. Ta ki dedesinin öldüğü güne kadar.

Önce dedesi ardından da nenesi koronadan ölmüş. İkisinin de peş peşe gidişi onu ziyadesiyle sarsmış. Günlerce ölümü, hayatı, ahir dünyayı düşünmüş. Hatta bir ara az kalsın dinden dahi çıkacak olmuş. Fakat Hikmet-i Hüda, Allah esirgemiş.

8-9 ay önce dedesinin evine gitmiş. Dedesinin odasında Osmanlı Türkçesi birkaç kitap görmüş. Onları eline alıp incelemiş. Bu esnada sayfaların arasına sıkıştırılmış bir kâğıt görmüş. Kâğıtta Türkçe meali yazılı bir ayet yazıyormuş: “Gerçekten hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenemez. Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da ileride görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir. Ve şüphesiz en son varış Rabbine’dir.” 

Bu ayet-i kerime adeta ona nur olmuş.

O günden beri geçmiş hayatına tövbe ediyor ve yaşadığı bu hayatı da Allah için yaşamaya gayret ediyormuş.

Ne mutlu ona…

Cenab-ı Allah ondan vazgeçmemiş. Tövbe kapısından adeta elini uzatmış ‘Kulum gel’ diye..

Rabbim yolunu açık eylesin. İnşallah Rabbimiz’in bu ikramına layık bir şükrü eda edebilir.

Âmin…

Ardından otele gelip eşyalarımı toparladım. Taksiye atladığım gibi terminale geldim. Bu arada taksi demişken taksi fiyatları oldukça uygun. Uzak mesafe 12 TL, yakın mesafe 8 TL… Bu nedenle vatandaş otobüse binmektense taksiye binmeyi tercih ediyor.

Açıkçası bu durumun şehrin muhafazakâr kimliği ile de yakından alakası var. Özellikle hanımlar otobüse binmektense taksiye biniyor. Hem konforlu hem ucuz…

Terminalde bulduğum boş bir banka oturdum. Bugün ne olmuş ne bitmiş diye haber sitelerinde geziyordum. Selam verip yanıma bir amca oturdu. Belliydi hâlinden benim gibi konuşmayı seviyordu. 

81 yaşında…

Altında şalvar, üstünde palto, kafasında namaz takkesi…

Yeri gelmişken söyleyeyim buradaki erkeklerin çoğunun kafasında namaz takkesi var. Bu da yine şehrin dindarlığından olsa gerek.

Bingöl’ün dağ köylerindenmiş.

Bunu duyunca konuşmayı teröre çektim.

Zira Zazalar’ın büyük bir kısmı terör örgütünü desteklemez Bu nedenle terör örgütleri Zazalar ciddi derece baskı uygular.

Özellikle doksanlı yılların Bingöl’ünü, köyünü sordum. Acı içinde anlattı:

‘’Bizim köyümüz Lice’ye yakın bir köy. O yıllarda terör doğuda artmıştı. Her gün teröristler, köylere inip mallarımızı yağmalıyor, erzaklarımızı alıp gidiyordu. Bizim Zaza olduğumuzu bildikleri için çok daha fazla zulmediyorlardı. Çünkü biz devletimize bağlı insanlarız.’’

“Köylerden zorla dağa adam topluyorlardı. Her aileden bir kişi dağa çıkacak. Yoksa acımadan vahşice öldürüyorlardı. Bizden de istediler. Benim de tek bir oğlum vardı. Diğerleri evli barklı kız.  Oğlum ‘Öldürseniz de gitmem’ dedi. Bunun üzerine teröristler hiddetlendi. Bizim ellerimizi kollarımızı bağladı. Sonra da gözümüzün önünde oğlumu naylona sarıp üzerine benzin dökerek yaktılar. Ah oğul can, o günden beri şu yüreğim nasıl ağrır, bir bilsen. Bu dünya benim için haraptır oğul harap…’’

Bir süre gözünden yaşlar süzüldü. Dayanamadım, salgına rağmen boynuna sarıldım. Biraz ağlaştık. Sonra bir süre sükût ettik.

Zor be kardeşim zor… Bir çınarın başını öne eğip böğründen yaş akıtması; yüreğe zor…

Ardından biraz kendine gelince anlatmaya devam etti.

“Evladım şehit olunca ailemi alıp buraya taşındım. Bize dar ettiler bu dünyayı, dar ettiler vatanımızı, yerimizi, yurdumuzu oğul dar ettiler… Ne için? Söylesin çıkıp biri. Ne için? Kürt davasıymış. Başlarım senin davana. Tek davan olacak senin. O da bu dine, bu vatana hizmet... Allah şahit bu topraklar bu sünnetsiz cenabetlere yurt olmayacak. Allah buna izin vermez. Bunlar da ne din var ne iman. Alayı kâfir bunların.  Allah bunların şerrinden bizleri korusun. Devletimize güç kuvvet versin.”

Amcanın bu edası, bu kelamı o kadar takdire şayan ki…

Evladını şehit vermesine rağmen hala devletine bağlı. Elbette ki evladını teröristler öldürdü. Burada suçlu teröristlerdir. Fakat devlet de vatandaşı koruma yükümlülüğünü maalesef ki ihmal etmiş. Zira onlarca kez karakola gidip durumu bildirmişler. Fakat yine de bir ses, bir sonuç çıkmamış.

Bir de ‘Benim tek davam dinime, vatanıma hizmettir’ sözü beni ziyadesiyle etkiledi. Dava mı dediniz işte buyurun, görün davayı… 

Ey gidi şehit babası! Senin gibi haşmetmeab Müslümanlar oldukça bu topraklar âbad olmaya devam edecektir. İnşallah…

Allah sizin gibi babaların, evlatların sayısını arttırsın. Âmin...

Amcanın elinden öpüp otobüsüme bindim.

Bir taraftan mesut bir taraftan mahzun hislerle Bingöl’e veda ettim.

Bir daha kavuşmak üzere Allah’a emanet ol, can Bingöl…

Murat Kaan Çelik

YORUM EKLE