Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir adlı kitabını ilk okuduğumda ortaokula yeni başladığım sıralardı. Yine böyle bir Ramazan günü Erzurum’da yaşadığımız evde rahmetli babamın o eşsiz kütüphanesinde bulup okumuştum. Sırayla Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul… Tanpınar savaş sonrası bu beş şehrin hikayesini anlatmıştı. Yeri gelmiş insanların acılarına üzülmüş, yeri gelmiş şehirlerin o muhteşem mimarilerinin betimlemelerine hayran kalmıştım. Bir edebiyatçının bir tur rehberi gibi yazıya verdiği ruhu hissederek lezzetli bir yolculuk yapmıştım. Daha sonraki yıllarda nasip oldu, bu beş şehrin dördünde yaşayıp birini de etraflıca gezme şansım oldu.
Amcamın biraz muzipçe, biraz da abartılı anlatımıyla eksi kırk derecede ebe aramaya çıktığı soğuk bir Şubat günü Erzurum’da dünyaya gelmişim. Hayatımın ve çocukluğumun en masum zamanlarını geçirdim Erzurum sokaklarında. Geniş bir aile olmanın, dayanışmanın ve çocukluğun efsunlu yıllarıydı onlar.
Ancak şairin dediği gibi “Babam memurdu ve devletin bir kuluydu”. Eşyalarımızı ve maaile kendimizi bir kamyon kasasına yüklemeden önceki son vedalaşma sahnesi hala gözlerimin önündedir. Kadınların gözü yaşlı vedalaşmalarını erkeklerin ise birbirlerine sımsıkı sarılışını hatırlıyorum. Oysa biz beş kardeş, Swift’in yeni maceralara yelken açan masal kahramanı Gulliver gibiydik. Yeni diyarlara, yeni keşifler için gidiyorduk. O günlerde hüzün ve özlem daha bizim için var olan duygulardan değildi. Önce Ankara’ya taşındık. Gerçekten grinin ve memurun bol olduğu bir şehirdi orası, herkeste bir ciddiyet ve vakar vardı. Sonraki yıllarda da bir çoban ve onun peşinden giden sürüsü gibi babamın ardına takılıp şehir şehir gezdik de gezdik. Ancak babam, Bursa’da artık duruldu ve vefat edene kadar orada yaşamaya karar verdi.
İlk üniversiteyi kazandığım şehirdi İstanbul, ancak rahmetli babamın “Tek başına orada yaşayamazsın” diyerek bu isteğimi reddetmesinden sonra uzunca bir süre İstanbul kelimesini ağzıma almadım. Ta ki evlenene kadar. Evliliğimin ikinci yılında artık yalnız değilim, yanımda bir yarenim var diyerek, İstanbul’a geldim.
Yahya Kemal’in Aziz İstanbul şiirinde “Nice revnaklı şehirler görünür dünyada / Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan” dediği bu şehri artık görmek vakti diye düşündüm. Şimdi size Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Yahya Kemal Beyatlı’nın ve daha birçok edebiyatçı ve şairin kaleminden okuduğum veya dinlediğim şehrin, bir de günümüzde benim gözümdeki durumundan bahsetmek isterim.
İstanbul, romanlara, hikayelere, şiirlere, şarkılara, resimlere konu olmuş, savaşlara, barışlara, çağ açıp çağ kapatmaya sebep olan şehir. Bu şehir iki kıtanın, iki kültürün birleşim noktası gibi durur. Bu düalizm çok alana da sirayet etmiştir. Bir tarafta akıl, diğer tarafta ruh bu şehirde hercümerc olmuştur.
Benim yaşadığım bu şehir o kalemlerin ve dillerin anlattığı şehirden biraz daha farklı gibidir. Evet Eyüp Sultan’ı, Süleymaniye’si, Fatih’i, Beyazıt’ı, Ayasofya’sı, sarnıçları, Bizans’ın köhne tarihini anlatır gibi duran yıkık surları, iki yakasını koruyan hisarları hâlâ yerli yerindedir. Ancak o kalemlerden dökülen İstanbul beyefendileri, İstanbul hanımları artık yoktur. Sokaklarında oynayan çocukları, Haliç’de denize açılan sandalları yoktur. Saat 6:15 Sirkeci vapuru artık nezaket sahibi insanları bir yakadan başka bir yakaya götürmemektedir. Bu şehir artık, o estetik ve mimarinin yerini, çirkin ve şekilsiz gökdelenlerin aldığı, robotlaşan insanların birbirinin yüzüne dahi bakmadığı, kimsenin kimseyi tanımadığı bir yer halini almış.
Gecenin en karanlık zamanı kamburu çıkmış insanların işine gitmek için duraklarında beklediği, balık istifi gibi bir yerden bir yere yolculuk ettiği ve akşam olunca iyice çökmüş olarak evine gelip kapısını kilitleyerek kendini güvene aldığı bir şehir burası. Artık çocuklar sokaklarına çıkmasın diye ailelerin neredeyse iple bağlayıp korumaya aldığı, sokaklarında ve caddelerinde suçun bolca olduğu bir şehir. Evet, belki camileri, kiliseleri, surları, meydanları, çeşmeleri, o tarihi mezarlıkları hala yerinde duran ama devasa ve çirkin yapıların içinde kaybolduğu bu şehirde yaşıyorum ben.
Bu şehirde insanlar nefes almak için başka bir şehre kaçarlar. İddiaya göre ise 16 milyon insanın yaşadığı bu şehirde en azından 10 milyonu yaşadıkları muhitin dışına bile çıkmamıştır. Başka şehirlerin, başka insanların kültürü bu şehri istila etmiştir. Kendi memleketlerine reva görmedikleri bütün kötülükleri bu şehirde deneme cesaretini göstermişlerdir. Çok kültürlülüğün, çok sesliliğin en yanlış anlaşıldığı şehirdir İstanbul.
Ve İstanbul, artık şairlerin, romancıların, hikâyecilerin kaleminde kalmış bir nostalji gibidir. İnsanlar kartpostalların solmuş resimlerinden eski İstanbul’u yad eder hâle gelmişlerdir. Çünkü Aziz İstanbul, artık aziz değildir. Haydarpaşa tren istasyonundan tahta valiziyle çıkıp “Seni yeneceğim ULAN İstanbul” diyerek seslenenlerin, sonuçta sözünü tutup yendiği şehirdir İstanbul.
İstanbul’un artık mazide kalan güzel bir hatırası vardır ve biz o hatıraya tutunarak yaşamaktayızdır.
Gökhan Özmen