Avrupa maddedir, Osmanlı ise ruh

"Avrupa maddedir, Osmanlı ise ruh... Gün gelir hayret makamı yerini hayranlığa bırakır, hayranlık da teslimiyete." Hacer Yeğin yazdı.

Avrupa maddedir, Osmanlı ise ruh

Sadeliğin imandan neşet ettiği; azın daha çok ve küçüğün evla olduğu, gereksiz debdebe ve süsün ise cinayet addedildiği klasik devirler; değişmeyen tek şeyin değişim olduğu devirlerle yer değiştirir, biraz geri çekilir ve hakikatinin anlaşılacağı döneme kadar gizlenir. Avrupa maddedir, Osmanlı ise ruh... Gün gelir hayret makamı yerini hayranlığa bırakır, hayranlık da teslimiyete.

Coğrafi keşiflerle başlayan, sırasıyla Rönesans ve Reformla devam eden; Avrupa’da bilim, sanat, mimari, siyaset ve düşünce alanında köklü değişimlerin yaşandığı yaklaşık üç yüzyıla yayılan aydınlanma döneminin ilk etkileri Osmanlı’nın Lale Devri'ne tekabül eder. Sultan III. Ahmed’in 28 Mehmed Çelebi’yi büyükelçimiz olarak Avrupa’ya göndermesi neticesinde Osmanlı’da Fransız Rokokosu etkili olur. 1780 yılında tahta çıkan Sultan I. Mahmud zamanında Avrupalı sanatçılar eliyle mimariye giren akant yaprakları, deniztarağı motifleri, kartuşlar ve bitki bezemeleriyle klasik çizgiyle değişir.

Geleneksel plan boyutunda büyük bir değişiklik olmasa da baklavalı başlıklar, sivri kemerler ya da düz çizgiler yerlerini; özgün bir şekilde yorumlanmış Osmanlı Barok ve Rokokosu diyebileceğimiz yeni bir üsluba bırakır. Portekizcede “Eğri büğrü, kırık dökük inci tanesi” gibi bir anlama gelen Barok; aşırı süslemeyle kendini belli eden saray sanatı olarak kabul edilir. Avrupa sanatının geç Rönesans ve Maniyerizm’i izleyen özgün üslubu Barok’tur. Bu üslup İtalya’da başlar ve diğer Avrupa ülkelerinde kontra-reform çağının Katolik taşkınlığının bir ifadesi olarak gelişir. Özellikle detay yapı ögelerinde ve mobilyalarda kullanılan kıvrımları bol, gösterişli bir bezeme tarzı olan Rokoko ise 18. yüzyılın başlarında İtalyan sanatı egemenliğine karşı Fransa’da başlayıp diğer Avrupa ülkelerine yayılmıştır.

Osmanlı'daki ilk örneği

İstanbul’da Rokoko ilk kez Sultan III. Ahmed Çeşmesi cephelerinde kullanılan bir “Akant Frizi” ile görülür. Klasik üsluba aykırı ilk Barok yapı, yirmi dört yıllık saltanatı boyunca Osmanlı Batılılaşmasının en reformist padişahı Sultan I. Mahmud’un yaptırdığı Nuruosmaniye Camii’dir. Çeşmeden 25 yıl sonra biten Nuruosmaniye, hem Osmanlı anıtsal cami mimarisinin hem de İstanbul’un Suriçi siluetini oluşturan büyük camilerin sonuncusudur. Bir anlamda Osmanlı klasik çağının kapanışı ve yeni bir geleceğin neşv-ü neması için kuvvetli bir işarettir. Türkiye için tarihi açıdan önemli olan, Avrupa’nın tersine Osmanlı Barok üslubundan önce Osmanlı Rokokosunun başlamış olmasıdır.

Bundan sonra mimarlık tarihimize Sultan I. Mustafa’nın, hiçbirine kendi adının nasip olmadığı, Barok mimari üslubun belirgin etkileriyle üç saray camisi girişi yaptırır. Bunlardan Üsküdar’daki yüksek kaidesine dairesel merdiven formuyla ulaştığımız Ayazma Camii’nde dış cephe kabartmalarında ve biçim bakımından klasik dönemi andıran minberin vaaz kürsüsünde eski dönemdeki geometrik süslemeler yerini barok kıvrımlara bırakır. “Fevkani” olarak adlandırılan yükseltilmiş camilerin bir diğer örneği Laleli Camii’nde kubbenin sekiz taşıyıcıya oturduğu klasik şema; S biçimindeki payandalarda, dalgalı yuvarlak kemerlerde ve kıvrımlı pencere pilasterlerinde yeni üsluba dönüşür. Yine Batı mimarisinin detaylarıyla öne çıkan Sultan I. Abdülhamid’in yaptırdığı 1778 tarihli Beylerbeyi Camii; ahşap kubbesi ve fildişi, sedef kakmalı ahşap minberi ile dikkate şayan bir yapıdır. Artık klasik dönemdeki ahşap mimari ögelerden vazgeçilmiş olmasına rağmen bu yönüyle geç Osmanlı’nın nadir örneklerinden biri olmayı başarır. Şüphesiz Barok camilerin en güzeli ve Avrupa Barok üslubuna en yakın tasarlanmış olanı; Nusretiye Camii’dir.

Saray mimarlarından Balyan ailesi

Eski Tophane Camii’nin yanmasından sonra aynı arsada saray mimarlarının mensup olduğu Balyan ailesinin muhtemelen ilk sultan yapısı olan bu yapı; her yönüyle klasik dönem mimarisinin özgün Osmanlı Barok üslubuna dönüştüğü sembolik bir eserdir. Bununla birlikte bezeme motifleriyle Batı’nın ampir üslubu etkilerini de taşır. Yapıya Barok karakter kazandıran unsur; erken Osmanlı mimarisindeki kütlesel olarak zemine oturma meyyalinin yerine, zeminden kurtulma hissini güçlendiren düşey oranların egemenliğidir. Kubbe çevresindeki kuleler ve onların soğan karınlı profilleri, caminin derin yivli kütleleri, pencerelerin güçlü söveleri, ağır pilasterler cami mimarisini sıra dışı bir siluete taşır. Plastik kütleyi biçimlendiren iki katlı hünkâr daireleriyle eski camilerin revaklı girişleri tamamen değişik bir niteliğe dönüşmüş; bir saray girişi havasına bürünmüş olur.

17-18. yüzyıllarda özel kitaplıkların yapılması, külliyelere dâhil edilen imaret, türbe, mektep ve sebillerin yeni üslupla yorumlanması da başka bir eğilimdir. Nuruosmaniye külliyesindeki kitaplık, Koca Ragıp Paşa’nın Sübyan mektebi ve kitaplığı, Murad Molla kitaplığı özellikle hatırlanabilir. Yine I. Mahmud döneminin Hasan Paşa ve Beşir Ağa Külliyeleri, Yeni Han ve Simkeşhane gibi yapılarında; hülasa 18.yüzyılda İstanbul’unun dini ve sivil mimarlık örneklerinde Barok ögeleri bolca görürüz. Klasik döneme göre daha zengin silmeler, kubbe kasnakları ve altındaki köşe kulelerinin tasarımları, pilasterlerin eğrisel profilleri, minarelerin derin yivleri, pencereler üzerinde (C) ve (S) eğrileriyle oluşturulan kemerler bu üslubun karakteristik ögeleridir.

Lale Devri’nin, dolayısıyla Türk Rokokosunun eski İstanbul’a ve diğer şehirlerimizin sokaklarına en önemli armağanı; meydan çeşmeleri ve sebiller olmuştur. Bunların başında ise Bab-ı Hümayun karşısındaki Sultan III. Ahmed çeşmesi gelir. Paris ve Viyana’daki yaldızlı bezemeleri ile göz alıcı sarayların havasını İstanbul’da sokak köşelerindeki bu çeşmeler ve sebiller üzerinde bulursunuz. Kalan iyi korunmuş anıtsal eserleri; “Mehmet Emin Ağa Sebili, Nuruosmaniye Sebili, Nuruosmaniye’de 3. Osman Çeşmesi, Hamidiye Sebili, Eyüp’te Mihrişah Sebili, Nusretiye Sebili” olarak sıralayabiliriz. Avrupa’dan farklı olarak Osmanlı’nın sivil mimariyi kamusallaştırması da bu yeni sanatın su yapılarına yayılması yoluyla olur. Bazı mezar taşlarından bile taşan incelikli bezeme ve hat tasvirleri her duyarlı insanı alıp götüren tarihi bir bahçedir.

En iyi korunmuş örnek: Topkapı sarayı

Saray ve kasırlardan günümüze kadar korunmuş en güzel ve zengin örnekleri yine Topkapı Sarayı’nda buluruz. Şehzadeler odası, III. Osman Köşkü, Hünkâr Sofası, Sultan I. Abdülhamid’in Has Odası, III. Selim’in annesinin odası, sarayın şömine, çeşme, duvarlarındaki bezeme ve süsleme teknikleri Avrupa’daki XV. Louis devrinin “Rocaille”ını andırır. III. Ahmed döneminden itibaren simetrik ve merkezi sofalar üzerinde yükselen plan düzenine uygun yeni köşk mimarisinin bir diğer örneği Haliç’teki Aynalı Kavak Kasrı’dır. Bugün yıkılmış olan Eyüp’teki Esma Sultan Sarayı’nın Thomas Allom tarafından tasvir edilen salon gravürleri bezeme sanatının ulaştığı şaşırtıcı düzeyi belgeler gibidir. Bezemelerdeki bu olağanüstü zenginliğe karşın, bu çağda geleneksel dış mimarinin çizgilerini ve tabiatla uyumlu sadeliğini koruduğunu görürüz.

17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bütün bir 18. yüzyıl boyunca bu eskiye dair unsurların peyderpey ayıklanmasıyla tezahür eden genetik estetiğin çözülmesi; daha sonraki çağda temel plan şemasının terkedilmesiyle nihayet bulur. Hareketli bütünlüklerin en bariz örneklerini oluşturan Gotik ve Barok üsluplar ise yapı biçimine hâkim olan güçlü görsel tasvirlerle insanı etkileyip yönlendirerek; mesuliyet bilincini elinden alır. Baroktaki ışık, gölge, hareket unsurları ve görkemli heyecan dalgası parçanın sınırlarının yok edilmesiyle boşluk duygusunu güçlendirir. Bu tavrın İslâm’daki “İnsanın dünyayı güzelleştirmekle mükellef bir varlık” olduğu ilkesiyle bağdaşmadığı açıktır.

Böylece Osmanlı mimarisinin temel üslup özelliklerinden birinin neden “sakin bir bitaraftık” ve sade bir merkezcilik olduğu anlaşılabilir. Çünkü bu durum; her yönüyle tanımlanmış, sınırları çizilmiş plastik bir ortam yerine üzerine ilaveler yapılabilen, yaşayan, dinamik bir ortam sağlar. Eşref-i mahlûkat istidatlındaki insanın kemalet yolculuğundaki değişim, dönüşüm ve yükselişine yaşayan mimari bir anlayışla eşlik etmek işte tam anlamıyla budur.

Konuyla ilgili 2 kitabı yakından tanıyalım:

Mimaride Rönesans ve Barok Osmanlı, Başkenti İstanbul’da Etkileri

Kitap, Rönesans akımının doğuşu ve gelişimini tarihsel süreçler üzerinden okuyucularına aktarır. 15. yüzyıl İtalya’sının eski klasik sanata dönüş hareketleriyle uyanan ve daha sonra tüm Avrupa’yı saran Rönesans akımı klasik Yunan ve Roma eserlerinden alınan ilhamla gelişir. Fletcher’e göre Rönesans hareketi Ortaçağ boyunca ilerleyen erken Roma ve Roman üslupları ile her ülkenin ulusal çizgisinde bir farkındalık oluşturacaktır.

Rönesans sanatının iki kaynaktan geliştiğini belirten yazar, birinci olarak Ortaçağ boyunca gözden düşen antik Yunan ve Roma sanatındaki elemanların kullanılması ve bunların yaşatılması, diğeri ise yeni bulunan perspektif tekniğinin uygulanması istediğinden kaynaklandığını açıklar. Perspektif hem resim hem de mimari sanatına, antik sanat ise yalnızca mimariye yansıtıldı. Amaç, mekânın yani üç boyutlu bir cismin kâğıt üzerine aktarılması, tek bir düzleme dönüşme, bir yerde perspektifin oluşturulmasıdır. 15. yüzyılın ortalarında Rönesans yerine Manyerizm denilen yeni bir gelişmeye yerini bırakmıştır. Dengesiz ve uyumsuz bir sanatı ifade eden bu sözcük döneminde, Venedik’te yöresel izler taşımaktadır. Bunun en güzel örneği ise Jacopo Sansovino’nun tasarladığı ve aynı ismi taşıyan meydanda inşa edilen San Marko Kütüphanesidir.

16. yüzyıl sanat tarihçileri tarafından Barokun babası sayılan Michelangelo’nun tasarladığı Laurenziana Kütüphanesi Rönesans’tan farklı bir mekân anlayışını kanıtlar niteliktedir. Cephedeki kırık alınlıklar, hareketli çerçeveler ilk barok adımlarıdır. 18. yüzyıl ilk çeyreğinde klasik Osmanlı mimarisindeki değişimlerin oluşturduğu cepheler ve dekorasyon, Batı’dan gelen elemanların klasik mimari unsurlar içinde öğütlemesiyle oluşmuştur. Barok ve Rokoko süsleme örnekleri; çeşme, sebil, köşk, kasır, saray yapıları gibi sivil mimari örnekleri ile cami ve türbe gibi dini yapıların cephelerinde ve iç dekorasyonlarında uygulanarak klasik dekorasyon elemanlarının kademeli olarak uzaklaşmasına neden olmuştur.

Osmanlı Devri Mimarisi

Yazar Oktay Aslanapa bu eseri, Üstad Ekrem Hakkı Ayverdi’nin başlamış olduğu fakat devamını getiremediği kuruluştan I. Dünya savaşına kadar devam eden Osmanlı medeniyetinin izlerini sürmek üzere kaleme almıştır. Burada Orhan Gazi döneminden, Sultan V. Mehmet Reşat’a kadar Osmanlı medeniyetinin bütün mimarlık birikimine ve kült eserlere; hatta bu üslubun ve geleneğin devamı olarak Mimar Kemalettin ve Mimar Vedat’ın genç Cumhuriyete olan katkılarına dahi yer verildiğini görürüz.

Bugün Rönesans ve Aydınlanma çağı eserlerine dair yüzlerce araştırma ve basılı eser varken kimi zaman çağının önünde yürümüş; dünya mimarlık tarihine yön vermiş Osmanlı sanatı ve “Baş mimaran Sinan” için bile bu türlü bir derinlikte yazılı yayından bahsetmek mümkün değildir. Bu durumu dert edinmiş olan Aslanapa bir taraftan üzerinde oturduğumuz hazineden bihaber; etraftan medet uman yarı uykulu halimizden bizi çekip çıkarmaya; milli bir şuur ve farkındalık oluşturmaya odaklanıyor diğer taraftan da mimari literatürümüze bir başucu klasiği kazandırmış oluyor.

Hacer Yeğin, "Avrupa Maddedir, Osmanlı Ruh", Bilimevi Kitabbın Ortası dergisi, Eylül 2018, sayı 18.

YORUM EKLE