İslâm dini semavî dinlerin sonuncusu, tamamlanması ve kemâle ermesidir. İslâm ortaksız olan bir Allah’a ta’tîlden ve benzetmeden münezzeh olarak itikad etmek ve Muhammed Mustafa’nın (Sallallahu aleyhi Vesellem) Allah tarafından müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderilmiş olduğunu kabul, teslim ve o yüce Nebinin Cenâb-ı Bâri tarafından tebliğ ettiği, buyurduğu bütün emirleri yasakları ve haberleri Hak olmak üzere tasdik etmek esasına dayanır. Muhammed Mustafa (Sallallahu aleyhi Vesellem) Tevrat ve İncil’de müjdelendiği üzere önceki peygamberlerin ve özellikle Cenâb-ı Mesih’in “Bir de benden sonra gelecek ve adı Ahmed olan bir Resulün geleceğini size müjde ile göndermiş bir Resulüm. Nass-ı Kur’anisi ile haber verdiği Nebilerin sonuncusu olup önceki Nebiler ve imamların muntazır olduğu yüce görevler gerek Zat’ı Akdes-i Risaletpenâhîlerinde ve gerek kurtuluş çerçevesinde olan İslâm ümmetinde hamdolsun görülmüştür.
İslâm dini ile önceki şeriatların hükümleri nesh edilmiş olup bu din Allah’ın istediği sürece devam edecek olan kemâle ermiş ve fıtrî bir dindir. İslâm dini önceki şeriatların neshini gerektirse de Nebilerin akidelerini tasdik ve teyit etmiştir: “Allah indinde din, İslâm’dan ibarettir.” “Ey İmamların sonuncusu, Allah Teâlâ’nın size din olarak gönderdiği şey vaktiyle Nuh’a tavsiye ettiği şeydir. Ey Muhammed din olarak vaz ettiğimiz şey sana şimdi vahiy yoluyla bildirdiğimiz vaktiyle İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimiz şeydir ki o da dini ikame ediniz ve din konusunda sakın ayrılığa düşmeyiniz, emir ve yasağından ibarettir.” Ayet-i Kerimesi de ahir zaman peygamberinden önce gelip geçen yüce peygamberlerin dininin İslâm dini olduğunu açıkça bildirir. Ehl-i İslâm: “Biz Allah’ın resullerinden hiçbirini ayrı gayrı tutmayız.” demekle beraber bugün artık Allah’ın dinde İslâm’dan başka din olmadığının resul ve nebilerde isnad olunan nakiller ve akaidden Muhammed’in (Sallallahu aleyhi Vesellem) açık haberine karşı olanların muharref olduğuna kaildirler. İslâm, fıtrî bir dindir. Çünkü her akıl sahibinin kabul edebileceği kadar anlaşılır, anlaşılır olduğu kadar da yüce hakikatleri telkin eder.
İslâm itikadı içinde olanlarda, Hristiyanlıkta olduğu gibi aklı çalıştırmadan inanılacak sırlara rastlanmaz. Bir Müslüman yaratılış hakikatini düşünmekten alıkonulmaz. Aksine kuru bir imanla iktifa edip kendisinin ve çevresinin gökler ve yerlerin sonsuz hakikat ve sırlarını öğrenmek ve düşünmekten uzak kalanları yeren Ayet-i Kerime pek çoktur. Yerin ve göğün anlaşılmazlıklarını zikreden Âl-i İmran Suresi’nin bazı ayetlerinden söz ederken Nebi-i Ekrem (Sallallahu aleyhi Vesellem) yaratılış sırlarını öğrenmekten kaçınanlar hakkında: “Yazıklar olsun! Bu Ayet-i Kerimeyi iki çenesi arasında çiğneyip de anlamını teemmülden kaçınan basiretsizlere.” gibi şiddetli azarlamada bulunur. İslâm dini hep akıl ile barışıktır. Gerçekte aklıselim ile nakledilenler arasında zıtlık yoktur.
İslâm’ın telkin ettiği dünyevî ve uhrevî hükümler insanlığın ihtiyacı için ham maddî ve manevî sağlığı içinde taşır hem de kolayca tatbike elverişlidir. Şeriat, doğrudan doğruya mükelleflere hitap eder. Dini öğrenmek hiçbir sınıfın tekelinde değildir. Herkes dini gücü yettiğince öğrenmeye çalışacaktır. İbadette isyankârları, günahkârları affettirmek için Allah ile kul arasında vasıta olacak ruhban sınıfına cevaz verilmemiştir.
İslâm dini kişiler arasında hukukî imtiyazları kaldırmış, eşitlik ve birlik dinidir. Şeriatta her nerede “Ahi” kelimesi yazılmış ise din birliği kastedilmiştir. Bu Din-i Mübin bütün insanlar arasında hakiki kardeşliği kurmamızı ister. “Müminler kardeşten başka bir şey değildir.” Ayet-i Kerimesi İslâm’ın kurtuluş dairesine girmiş olanlar arasında nispî birlikten daha sağlam bir birliğin vücudunu ilan ettiği gibi “Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz.” yüce Hitab-ı Nebevîsi de insanlık için en doğru din olan bu dinin son gayesini bildirmektedir. Eşitliğin emredilmesi, cins ve ırk çatışmasının yasaklanmasını ise “Ey insanlar, biz sizi erkek ve kadınlardan yarattık. Sizleri birbirinizi tanıyasınız diye bilişesiniz diye bir takım şube ve kabilelere böldük. Yoksa birbirinize karşı övünesiniz diye değil. Şüphesiz Allah indinde sizin en şerefli olanınız takvaca en üstün olanınızdır.” ve “Dirilmeniz için sûra üfürüldüğü gün artık nesebin hiçbir hükmü kalmayacaktır. Kim kimin nesidir diye kimse kimseye sormaz.” gibi ayetler iledir. “Hiçbir kimsenin diğer bir kimse üzerine üstünlüğü yoktur. Fazilet ve üstünlük ancak din ve salih ameller ile olur.” ve “Ey insanlar, biliniz ki Rabbiniz birdir. Biliniz ki babanız da birdir. Biliniz ki hiçbir Arabın Acem ve hiçbir Acemin de Arap üzerine, keza hiçbir siyah renklinin siyah olmayana, hiçbir siyah olmayanın da siyah renkli üzerine üstünlük ve önceliği yoktur. Meğerki takva ile olsun. En keriminiz, Allah indinde en muttaki olanınızdır.” gibi hadisler kökünden kesip atmıştır.
Asya’nın en uzak köşesindeki bir Müslüman, Afrika’nın en bilinmez yerindeki bir kardeşini kendisi ile her bakımdan eşit görmekten kaçınmaz. İnsan hakları bildirisini daha düne kadar düşünemeyen Batı felsefesi hayallerini gelecekte hakikat sahasına çıkaracak prensip varsa o da hakikatinin nurunu on dört yüzyıl önce parıldatan İslâm prensipleridir. İslâm’ın emirleri yalnız itikadlara ve ibadetlere yani yalnız Hâlik ile mahlûk arasındaki ilişkilere hasredilmiş değildir. İslâm dini “Allah’a ait olanı Allah’a, Kayser’e ait olanı Kayser’e vermek.” düsturunu da kabul etmez. Kitap ve sünnet, dünyada ve ahirette Müslümanların hareket çizgisini ele alır. Avrupa’da din ve dünya işlerini ayırmak düsturu İslâm’a uymaz. Zihinleri Batı anlayışıyla bazı kişilerin böyle bir şeyi tatbik hakkındaki arzuları İslâm hükümleri hakkında cahil olduklarını açıkça gösteriyor. İslâm’da iyiliği emretmek ve kötülüklerden alıkoymak dinin şartlarından olduğu gibi hükümet tesisinden, Allah’ın koyduğu hadleri tatbik etmeye, adaletin yayılmasından siyasî idareye kadar her şey dinin hükümlerindendir. İslâm dinine göre imam tayin edilmesi farzdır. İmama itaat de farzdır. Müslümanların imamının cumayı ikame etmesi ile kadı tayin etmesi arasında fark yoktur. Gerek akaid ve ibadetlere ve gerek medeni ilişkilere taalluk eden kanunların gayesi siyaset ve insanların idaresi olduğunu unutanlar Avrupa’da ruhbaniyetin kötüye kullanılmasından usanarak din ve dünya işlerini ayırmaya çaresiz taraftar olanların fikirlerine bağlı kalarak İslâm dininin cihad ve savaşı ön görmesine itiraz ederler. İslâm idarelerinin cebir ve tehditleri olmasaydı Müslümanlık bu kadar çabuk ve belki de Arap yarımadası dışında hiç yayılmazdı derler. Böyle bir itiraz boşunadır zira kuvvetin Hakk’a hizmet etmesi kötü bir şey olmak şöyle dursun Hak için de kuvvet için de şereftir. İslâm esasen cizyeyi kabul ettiği için mücahid kılıçlarının hizmeti İslâmiyet’in dairesini genişletmekten ve İslâm’ın sesini serbest ve korkusuzca az zaman içinde dünyanın dört bucağına ulaştırmaktan ibaret idi. Yoksa Müslümanların sayısını çoğaltan şey, Kur’an-ı Kerim’in İhtiva ettiği ilâhî kelâmın ruhlara etkisi ve nüfuzu kalpleri cezb ve teshir etmesi idi. O devrin hâline göre eldeki nimetten nasipsiz olan bir avuç halkın elli sene içinde Çin ve Hint hududundan ta Mağrib’in son sınırına kadar bunca kavimleri idaresi altına alması elbette yalnız kılıç kuvvetiyle olamazdı. Hem ne hacet. Bugün artık İslâm dünyası her taraftan kuşatılmış, Müslümanların geleceği tehdit edilmiştir. Hristiyanlığa karşı silahsız hâle gelmiştir. Böyleyken bunca tazyik ve tehditlere rağmen yine yayılmaktan geri kaldığı var mıdır? Sulh ve selamet dini olduğu söylenerek Hristiyanlığı yayanların Avrupa ve Amerika milyonlarına dayanarak yaptıkları çalışmaya karşı mağlup oluyor mu? Bu korkunç emekler İslâm’ın selametle yayılmasına engel olabilir mi? Doğrusu, kim ne derse desin, İslâm’ın zuhuru, insanlık tarihinin tespit ve kaydettiği medenî inkılapların en yücesidir.
İslâm dininin en büyük etkisi ahlâk alanında görülmüştür. Ve hedef olarak seçtiği sosyal inkılabı meydana getirecek olanların şahsî terbiyeleriyle gösterdiği davranışlar pek mahiranedir. Yüce Resul gönderilişlerindeki gayeyi: “Ben ancak eksik olan ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” diye buyuruyor. Peygamberin terbiyesi, Arapların fıtratında ne kadar gizli iyilikler varsa onlar hayat veriyor ve kuvvetlendiriyor. Ve yirmi üç yıl gibi az bir zamanda binlerce büyük adamı terbiye ederek kavimlerine doğruluk için yol gösterici olarak hazırlıyor. Bunları öyle bir hâle getiriyor ki her biri bir millette olsa o millet için övünme sebebi olacaklardır. Çevrede olanların o zamana kadar küçük gözle baktıkları bir ümmetin göz açıp kapayıncaya kadar bu derece fazilet kazanması yarım asırda medenî dünyaya uzanarak terbiye ve yetiştiricilik görevlerine başlaması İslâm dininin gerçekten icaz seviyesine varan feyiz ve bereketindendir.
Kaynak: Hüma Dergisi, Sayı: 10