Çok eski zamanlardan beri, hikâye dinlemeyi severiz biz. Soğuk kış akşamlarının sıcak bir köşesinde ya da sıcak bir öğle sonrasının serin gölgesinde severiz hikâye dinlemeyi, yalan yok. Anlatan da hakkını verirse, ne âlâ.

Babam ve amcam bir araya gelince dinledim ilk hikâyelerimi sanırım. Çay içmeme yavaş yavaş izin veriyorlardı işte. Anlattıklarına kahkahalarla güler ya da gözlerimiz kocaman açılmış dikkatle dinlerdik amca çocuklarıyla. O zamanlardan kalma bir alışkanlık mıdır bilemiyorum, çayı çok içiyorum ve kim bir hikâye anlatacak olsa dikkat kesiliyorum. Ardısıra sanki dünyayı sürüklüyormuş gibi, tekerlekli çuvalına kağıt toplayan bir adam da olabilir bu, annesinin neden sevmediği yemekleri ona zorla yedirdiğini anlayamayan ve her sabah balkona kuşların gelmesini bekleyen bir çocuk da olabilir, pazardan aldığı sebze-meyve paketleriyle evine çıkan yokuşu yavaş yavaş tırmanırken oğlunun akşam yaptığı bir espriyi hatırlayıp gülümseyen ve eve gidip çam fıstıklı irmik helvası kavurmaya karar veren bir kadın ve hatta, Türk ve Dünya Edebiyatının seçkin hikâyecilerinden biri bile olabilir. 

Hikâye dinlemek tamam da; bu hikâye anlatmak nasıl bir şeydir acaba? Hikâyeye başlayanlar neyin ardından karar verirler buna? Hikâye anlatmak da en az dinlemek kadar zordur çünkü. Neden katlanırlar bu zorluğa? Ve anlatılacakların yolu nasıl birleşir hikâye kurma ile?

Sorular böyle birikince mecburen bi koşu daha yolun başında olan genç hikâyecilerimizin kapılarını çaldık. Ya da önce onları bulup soruları sonra da biriktirmiş olabiliriz, bilemiyorum. Sırasını karıştırdım şimdi. 

Soru basit:

Hikâye nerede başlar?

Ne olur da hikâye anlatır / anlatmaya kalkışır / anlatma ihtiyacı hisseder insanoğlu? 

Serseri DergisiAyşe Z. Yener (Serseri Dergisi):

Hakkında yazılan, "sen", "şey", biraz da metaforik bir algıyla okunarak, sürekli değişse de, hep bir yenilenme halidir yazmak. Çok eskiden kalma, kendini başka türlü gerçekleştirmenin yolunu bulamayanlar için, bildikleri en eski şey... Özneler ve nesneler sürekli değişse de araç asla değişmez. Aslında amaç aracın ta kendisidir. Amaç sandıklarımızsa yazmak işinin bir bahanesidir. Hakkında yazacak birisi, bir şey mutlaka vardır. Ben, başka bir şey yapamadığım için yazıyorum. Hikayenin başladığı yeri arayarak değil, bir sabah o hikayenin içinde uyanarak başlıyorum yazmaya. "Hikaye nasıl yazılır"dan yola çıkıp planlayarak değil, yazının içinde planlanarak yazıyorum. Ben o hikayeyi ne kadar yazıyorsam, o da beni o kadar yazıyor.

Yazıyorum çünkü: "Sen"in kadar güzel bir şey "icat etmek", tıpkı, küçüklüğümden beridir olmak istediğim gibi bir "kahraman" olmak, bir türlü tamamlanmayan bir şeyi sona erdirmek uğrunda, bildiğim başka hiçbir yol olmadığı için...

Uğur Sezen
Uğur Sezen

Uğur Sezen (Serseri Dergisi):

Hikaye insanın olduğu yerde başlar ve devam eder. İnsanlar yaşarlar ve bu eyleme genel olarak "hayat" derler. Hikaye, bu hayata yani yaşama eylemine dahil olamayanlar için o eylemden uzak bir muhitte 'sığıntı evi' vazifesi görür. İşte hikaye tam da sığıntı evinin eşiğinde başlar.

Yaşama eylemine nizami olarak iştirak edemeyen kimi insanoğlunun 'sığıntı evi'ne uğrakmaklılığı tutar. Yahut bir ayakkabı boyacısı, sürekli adımlarını sayan bir çocuk, babasının mirasını reddeden bir şair mütemadiyen sığıntı evine sürükler onu. Çünkü hikaye ona, -kader dahilinde- kader kalemi elinde olan bir alan oluşturma imkanı verir. O alana çeşitli ordular, çeteler bazen düellocular yerleştirme imkanı verir. Savaşmaya çıkar; hikaye, onun eline küçük bir çakı verir. Bu çakı sayesinde meczupların, delilerin, takıntısı ve tiki olanların, kekemelerin... insan olduğunu yazar hikayeci. Tabii her hikaye beyan ettiğim gibi paranoyak ve şizofren değildir. Hikayenin de masumu vardır!

Mustafa Aburşu
Mustafa Aburşu

Mustafa Aburşu (Aşkar Dergisi):

Yazmaya başlamadan evvel kendimi tanımakta kullandığım en etkin yol konuşmaktı. Uzun bir  süre, irtibat halinde olduğum insanlara çeşitli konuları, farklı tekniklerle anlatarak onlar üzerinde bıraktığım intibaı ölçtüm. Toparladığım izlenimler,  hayatımı şekillendirmekte kullandığım argümanlara dönüşüyorlardı. Bu süreç, bilinçli bir mekanizma tarafından idare edilmiyordu. Ancak etkisinden kurtulduktan sonra sağlıklı bir gözle içerisinde bulunduğum durumu görebildim. Olmuş gibi göstererek hayallerden söz etmek, iç dünyamı karışık bir takım kurgular yardımıyla,  anılar, anekdotlar ve izlediğim bir filmden kareler olarak anlatmak ve aslında insanlara hiç söz etmemem gereken bazı konuları, basit cümleler kurarak sağa sola saçmak bir tür delilikti. Yaşımın ilerlemesi ve galiba insandan olan beklentilerimin azalmasıyla susmaya ve suskunluğun bir tezahürü olarak hikaye yazmaya başladım. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, benim için hikaye deliliğin ardından geldi.

İnsanlar kendilerini mutlu eden şeyleri sever ve bağlılık duyarlar. Eğer farklı bir yapıdaysanız ve mutluluğunuzun nesneleri kolay elde edilebilir değilse,  kendi dünyanızı kurmak ve orada ki hayatınızı idame ettirmek zorundasınız. Genel olarak tinsel insanın sorunu işte budur. İnsanla, yapıtla, eşyayla söyleşmeyi istemek, beraberinde hayatı zorlaştıran pek çok problemi getirir. Çoğu kez insanla girilen münasebetlerin sonucu hüsrandır. Çünkü sizin kaygılarınız ve istekleriniz büyük bir çoğunluk için algılanmaktan uzak ve saçmadır. Manevi organlarınız ve sezgilerinizle yakaladığınız, dünyasına girebildiğiniz kimi küçük şeyler çoğu zaman insanlar için dikkat çekici fakat gereksiz bulunurlar. Parçalar halinde biriktirdiğiniz bu tip olayları bir kurgu dahilinde toparlayıp, hikaye formunda yazdığınızda, hem onları daha anlaşılabilir kılmış, hem de düşündüklerinizi zamana ve insan beyninin zayıflığına karşı savunmuş olursunuz. 

Eskiden yani daha fazla konuşurken ve insanlarla şansımı denerken düşündüklerimi onların belleklerine ve muhakemelerine emanet ediyordum. Şimdi hikaye yazarak bende birikenleri ve benim olanları, sınırlarını bilmediğim karanlık evrene, insanların değil insanlığın belleğine emanet etmiş oluyorum. Benimkiyle paralel sürüp giden hayatların, günün birinde tek bir cümlemin ya da yerinde kullanılmış bir kelimenin etkisiyle tebessüm edeceğini düşünmek beni mutlu ediyor.

Ğ DergisiAykut Ertuğrul (Ğ Dergisi):

Sorunuza biri diğerinden daha az gerçek olmayan pek çok cevap verilebilir. Sözü uzatmadan bir tanesini söylemek gerekirse; hikaye hayretle başlar diyebiliriz pekala. Hayret edilebilir şeyler görmek, yaşamak değildir önemli olan, iş hayret edebilmektir. Bir yerlerde "hikayeler ancak onu anlatmasını bilenlerin başına gelir" diye bir söz okumuştum. Üzerinde düşününce, hak vermemek elde değil.

Bir yaz günü herhangi bir şehrin işlek bir caddesinde açık havaya kurulmuş bir masanın etrafında oturan dört kişi düşünelim. Hepsi aynı okullara gidip gelmiş, aşağı yukarı aynı kitapları okuyan, aynı evde yaşayan, dünyaya aynı pencereden bakan dört öğrenci arkadaş, hararetle sohbet ediyor olsunlar.

Bir an sonra, yanlarından sessizce geçmekte olan yaşlı bir kadın ve elinden tuttuğu ilkokul çağında bir kız çocuğu dahil olsun resme.

Normal olan, bu kadını ve kız çocuğunu göz ucuyla görüp sohbete devam etmektir. Bu dört kişiden, sohbete dönemeyen, o kadın ve kız çocuğuyla hisdaş olabilen, ve bu alelade duruma hayret edip hislenebilen kişidir yazar. Alelade diyorum çünkü, istisnasız her şehirde sıkça karşılaşılabilir bu manzara ile. Zaten iş alelade olana hayret edebilmektir. Yani yazar, resmin büyüklüğünden körleşmemiş olandır. Her rengi seçebilmek için kendi hayatının ayrıntılarına karşı dalgınlaşmak pahasına.

Son tahlilde hayret edenin yanındakilerle hayretini paylaşması ise yazma eyleminin ta kendisidir işte. Kendi gördüklerini başkalarına göstermek... Diğer pek çok sebebin(ego tatmini, başkaldırma, hakikati arama, aslolana pencere açma, yabancılaşma vs.) yanında kuvvetle duran sebeplerden biri de budur. Sonrası sabır ve ısrar der ustalar, el hak öyledir.

Ali İdris Sergerde (Ğ Dergisi):

Sorunun cevap vermeye izin vermediğini belirtmeme izin verin. Aşağıda soruyu elimden geldiğince ehlileştirdikten sonra vermiş olduğum cevabı bulabilirsiniz.

Hikaye yazmak, gayri resmi bir tarih yazımıdır, ama tabi basit bir vakanüvislikten bahsetmiyoruz. Ne yazık ki insan dediğimiz şey, merhametten uzak bir varlık. Kendi bencilliğimiz içinde başkalarının acılarına, heyecanlarına, hayallerine ortak olamıyor, onları tecrübe edemiyoruz. Burada hikayeci devreye giriyor. Bizim imkan dairemizin dışındaki bir şeyi; kendine özgün bir sanat duyuşuyla, cezbedici bir sunuşla, bencilliğimize rağmen talep edeceğimiz bir şey haline getiriyor. İkinci dünya savaşında bulunmuş bir direnişciyi anlatıyor mesela; artık o direnişci bir rakam, bir istatistik olmaktan çıkıyor; ete kemiğe bürünüyor.

Tabi hikaye yazan da aynı bencillikten mustarip. O da kendi acılarını, kendi hayallerini anlatıyor bize. Onun açısından bakarsak; kendini kayda geçiyor, otobiyografisini yazıyor. Ama bu otobiyografi, yine kuru tarihteki gibi; doğumundan ölümüne vakaların ard arda dizilişi değil; aksine bütün bir ihtimaller uzayında yer alan, geçmiş ve gelecekte dallanıp budaklanan görkemli bir hayatın anlatımıdır. (Söz gelmişken, hikayecinin imrenilecek bir yanı varsa, o da bu görkemli hayat ağacıdır.)

Asûde Zeynep Toprak (Sayha ve Yenilgi Siteleri):

Kendi sesini duymayacak kadar üçüncü şahıs olduğun zaman başlar. Yağmursuz günlere tekabül eder böyle zamanlar. Sonra sanki gökten vahiy gelecekmiş gibi yağmuru beklersin... Yağmur bekletmez, hikaye de zaten beklemez...

Hikayeyi sürekli bir yerlerde aramadığını da söyler ama sürekli gitmekten dem vurursun. Gitmek süslü şehirlere, hüznün belini kırmaya dair "şehit edilesi" sözler silsilesi taşırsın içinde...

Yola çıkarsın çok geçmeden, birini görürsün, ağlayan, gülen, hüzünlü insanları sezersin. Bir cümle kemirir içini sonra bir cümle daha... Asla o yol gidilecek son durağa varmaz. İnersin, bir mide bulantısı nöbeti daha peşindedir. Geri dönmek istersin. Geri dönüş yolunda başını, aylardır bitirmediğin kitabın içine gömersin. Kimseyi görmeden bitsin bu yol dersin... Yol kimseyi görmeden biter. Aynı durakta inersin... Kitabı oracığa azıtıp evine gidersin.

Yazarsın... Hikaye hep bittiği yerden başlar, kendine üçüncü şahıs, kendine taşra olmuş  cümlelerde...

Esra Türkân sordu.

turkan.esra[et]gmail.com