Gelin Allah diyelim
Kalpten pası silelim
Âlemler seyredelim
Allah Allah dedikçe
Bir şair bizi nereye çağırır? Kendine yani şiirine çağırır. Çünkü modern zamanlardan bu yana okuyucuyu, dinleyiciyi kendinden başka bir yere çağıran şaire şahit olmadık. Şairin sesine gidenlerin suçu değil bu. Şair ünlemiş, duyan da gitmiştir. Bazıları o seste kaybolmuş, bazıları geri dönmüştür.
Şiirde ne arıyoruz, ne aramalıyız?
“Kendimizi aramalıyız” diyenler doğru cevap verdi ve kazandı.
Ancak bu iş, şairin işi değil; çünkü şairi de aşıyor şiiri de.
Kendimizi bulmamız için şair olmak yetmiyor, şairin sesine kulak vermek yetmiyor. Şairin ermiş olması, bulmuş olması gerekiyor. Eren ve bulan bir şair olarak Yunus Emre bizi kendine değil; başka bir yere çağırıyor: Allah demeye…
Modern zamanların şairleri gibi yapmıyor Yunus Emre.
Yunus, kendine çağırmıyor bizi.
Onu da çağıran bir Varlık’a çağırıyor.
“Allah” lafzı Türkçede ses tonu ve vurgu ile yeni anlamlar yüklenir. Duruma, vak’aya göre söylenişi farklılaştığı için, Allah lafzı aynı anlama gelmez o zaman. Allah diyerek seven, sevinen; Allah diyerek öfkelenen; Allah diyerek şaşıran; Allah diyerek savaşa giden ve Allah diyerek ölen milletimizin bir özelliğidir bu.
Hatırlayınız, savaşa gidenlerin ağzından çıkan “Allah” lafzı ile; hastanın Allah demesi arasında ses, vurgu, tonlama ve anlam farkı vardır. Şaşıran, sevinen, öfkelenen kişilerin de Allah lafzını seslendirmesi farklıdır.
Acaba “Gelin Allah diyelim” ilahisi ile Koca Yunus Emre’miz bizi nereye çağırıyor?
Zikre/tesbihe ve o zikir/tesbih ile kalbimizin pasını silmeye, sonra da âlemler seyretmeye…
Bu şiiri söyleyebilmek için seyr ü sülûk etmiş olmak lazım.
Yunus bu dizesi ile “Kalp paslanan bir şeydir” diyor. Kalbimizi, paslandıran şey ise günahlarımızdır. Hadis-i şerife göre küçük de olsa bir günah, kalpte iz bırakır. Böylece o küçük izler bir zaman sonra bütünüyle kalbi kaplar ve onu paslandırır. Paslanan kalp de ibadetten zevk almaz hale gelir, ahireti unutur, böyle şeyleri işitmekten bile rahatsız olur.
Ermişimiz bize kalbimizin nasıl nurlancağının reçetesini veriyor. O reçete de Allah demektir, Allah’ı zikretmektir, tesbih etmektir.
Allah’tan gayrı her şey
Burada tasavvufun letâif olarak isimlendirdiği ve diğer letâifin merkezi olarak gördüğü kalbi, kalbî zikri, kalbin Allah Allah demesini hatırlamalıyız.
Kim ki kalbine Allah Allah zikrini talim ettirmiştir, bu zikrin nuru ile kalbini nurlandırmıştır, artık o saraya misafir çağırabilir.
Sarayın mamur olması demek, Allah’tan başka her şeyin dilden/kalpten sürülüp çıkarılması demektir. Yunus Emre’nin günah dediği de O’ndan gayri her şeydir.
Sür, çıkar ağyârı dilden tâ tecelli ede Hak
Padişah konmaz saraya, hâne mâmur olmadan
Ancak böyle bir kalp ve kalp sahibi olanlar, âlemleri seyredebilir.
Acaba seyre dalınan ve dile gelmeyen o âlemlerde neler var?
Mektubat-ı Rabbanî başta olmak üzere, İbn’ül A’rabi’nin ve diğer kalem erbabı ermişlerin eserlerinde bir nebzecik yazılıdır.
Oralara bakıla.
Bu bahis açıldığında, benim aklıma Süleyman Çelebi’nin meşhur Vesiletü’n Necat, yani Mevlid adlı eseri gelir.
Çünkü günahlarımızın sonbahar yaprakları gibi dökülmesinin ilacı da Allah demektir.
Nasıl bir söyleyiş ile?
Aşk ile…
Aşk ile Allah de, istersen bir kez de.
O da yeter.
Neye?
Kalbi paslarından temizlemeye, âlemler seyretmeye…
Bir kez Allah dese aşk ile lisân
Dökülür cümle günah misl-i hazân
Anlıyoruz ki bütün bu sırlar âleminin anahtarı “Allah” demekte. Ancak nasıl Allah denilir? Nasıl Allah demeliyiz? Allah demeyi öğreten kimseler var mı?
Var, fakat aramak lazım diyorsanız işte buraya yazdık, arıyoruz.
Sözü; nasıl Allah denilirmiş, aşk ile Allah denilince ne olurmuş, biz Müslümanlar Allah dersek neler yapabilirmişiz, bu mübarek Ramazan ayında ve Kadir gecesine giden yolculukta acaba aşk ile Allah diyebilir miyiz, nasıl diyebiliriz; bu hususla ilgili bir hatıra anlatmak istiyorum.
Tüyleri diken diken eden nida
Efendim, düşünce, edebiyat, sanat ve siyaset dünyasının canlı şahitlerinden Saatçi Musa anlatıyor. Asım Öz dinlemiş, kitaba geçirmiş, biz oradan naklediyoruz.
Saatçi Musa, gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın vurulması ve tarihe Malatya Hadisesi olarak geçen suikast bağlamında tutuklanan ve Ankara Cezaevi’ne getirilen kişilerden biridir.
Suçları başka olsa da aynı hapishanede Ticani dervişleri de vardır.
Saatçi Musa şöyle anlatıyor: “Cezaevi müdürü bir gün koğuşları gezerken mahkûmlara ne istediğini sordu. Bunlardan biri de "Ben bir şey isteyeceğim, ama izin vermezsiniz." dedi.
"Söyle bakalım" dedi cezaevi müdürü.
O da “Bir kere Allah diyeceğim" dedi.
Cezaevi müdürü isteksizce izin verdi. Sadık Çakırtaş adlı o derviş öyle bir nida ile Allah dedi ki yer gök inledi. Deprem oldu zannettik. Benim tüylerim diken diken oldu.
Müdür de korkmuş olmalı ki akşam Sadık'ı hücreye attırdı.
Dediler ki "Sadık'ı hücreye attılar."
Bunun üzerine ben cezaevi müdürüne dedim ki: "Siz idarecisiniz. İzin verdiğiniz bir şeyi yaptı diye mahkûm olan birini cezalandırmanız doğru değil. Bunun üzerine müdür, Sadık’ı hücresinden çıkardı.” (Saatçi Musa, s.113)
Dostlar, ben de Yunus gibi:
Gelin Allah diyelim
Kalpten pası silelim
Âlemler seyredelim
Allah Allah dedikçe
diyorum. Allah Allah diyorum fakat ne kalpten pasımızın silindiği var ne âlemler seyrettiğimiz…
Aşk ile bir kez olsun Allah demeden bu dünyayı terk etmekten korkuyorum.
Bir kez aşk ile Allah diyeyim, zararı yok, yer gök inlemesin, zararı yok tüyler diken diken olmasın. Yeter ki kalbimiz paslarından arınsın, ayna gibi olsun. Yeter ki âlemler seyredebilecek kıvama erişsin. Sonra da “kovanım yağma olsun”.
Var mı çevrenizde “gelin Allah diyelim” diyen biri. Böyle biri varsa bilin ki o kişi nasıl Allah denilir, bilen biridir. Ondan öğreniniz. Çünkü o gerçekten “Allah” diyordur.
Var mı çevrenizde bize Allah demeyi öğretecek bir er?
Varsa lütfen haber verin.