Bosna'ya gelişinin üçüncü günüydü. Ertesi gün İstanbul'a dönecekti. Hayatının en stresli üç gününün üçüncüsünün akşamıydı.
Bosna'ya, üniversite çağına gelmiş kızını, kızının tercih ettiği Uluslararası Saraybosna Üniversitesi (USÜ) Psikoloji bölümünde okumaya götürmüştü. Eşi de evlatlarının okuyacağı yeri, kalacağı yurdu, hocalarını ve Bosna ahalisini yakından tanımak için kendisiyle beraber gelmişti.
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
Fotoğrafları büyütmek için üzerini tıklayınız |
Uçaktan indikten sonra her şey iyi gitmişti. USÜ görevlileri (bunlar ileri sınıflardaki öğrenciler idi) tarafından karşılanmışlar, üniversite kampüsüne transferleri yapılmıştı. En çok kalınacak yurdun kampüs içinde olmasına sevinmişlerdi ilk olarak. Okul ve yurt arası yürüyerek 3 dakikadan az sürüyordu. Yurt koşullarını da her ne kadar kendisi göremese de (çünkü erkekleri kız yurduna sokmuyorlardı) oldukça iyi bulmuşlardı.
Daha sonra yakın çevrede yapılan gezinti ve yemek de iyi sayılırdı, fakat kızı tercih yaparken gösterdiği heyecandan uzak görünüyordu. Sanki pek de beklediği gibi bir yere gelmemişti. Face'ine de yazmıştı: "Ben nereye düştüm…". Bunu gördüğünde dönüş biletlerini üç kişiye çıkarayım diye geçirdi aklından, kızı burada yapamayacak diye düşündü.
“Ankara'da okusa içim bu kadar rahat olmazdı”
İlk günün akşamı Bosnalı Trebo ailesinin evine yemeğe çağrılmışlardı. Bosnalı dostları onları mükemmel bir şekilde karşılamışlardı. Başçarşı'da Sebil'in yanında buluşmuşlar ve Jasmin Bey'in arabasıyla Treboların Kovaci şehitliğinin biraz yukarısındaki evlerine varmışlardı. Evdeki karşılama da oldukça rahatlatıcı olmuş ve "burası bizim memleket" dedirtmişti. Ziyaret dönüşü eşi "Elhamdulillah, kızım Ankara'da okusa içim bu kadar rahat olmazdı" demişti. Kızı da nispeten rahatlamıştı ama gene de kızının içinde bir tuhaflık olduğunu hissediyordu.
Ertesi gün, üst sınıf öğrencilerinin birinin rehberliğinde Hersek tarafına geçtiler. Hersek bölgesinin iklimi daha yumuşaktı ve nispeten bizim Akdeniz iklimine benziyordu. Dağlar sanki Toroslar gibiydi. Bosna ve Hersek sınırı bir tünelle geçiliyor. Bosna Hersek Cumhuriyeti'nin kısaltması BiH, tünelin adı da "i". Poticel, Blagay ve Mostar gezilmiş ve sonrasında kızları yurda, kendileri de otele dönmüşlerdi.
Son gün okulda buluşulmuş, Türkiye'den tanıdıkları hocalar ziyaret edilmiş, kızları onlarla tanıştırılmış, üniversiteye yeni atanan rektör Yücel Bey’le bir görüşmeden sonra artık kendisinin de eşinin de içleri iyice rahatlamıştı.
Cami Allah'ın lütfuyla ağzına kadar dolmuştu
Sınav sonrası son akşam Başçarşı’ya kahve içmeye geldiklerinde biraz sonra kılacağı akşam namazı için abdest alırken tüm bunlar aklından geçmekteydi.
Namaz için Gazi Hüsrev Bey Camii’ne ezandan önce girdi, caminin içinde sekiz on kişi vardı. Bunların bir kısmı yaşlı cemaat, bir kısmı ise kendisi gibi Türk idi. Ezan okundu, kamet getirilirken imam efendi mihraba geçtiğinde kendisi de ilk safta durmuştu. Zihninde cemaatin azlığını düşünüyordu. Kim bilir bu camide ne kalabalık akşam namazları eda edilmişti, Gazi Hüsrev Bey ve Aliya (Allah her ikisine de rahmet eylesin) düşünceleri dolaşırken imam efendi iftitah tekbirini getirdi. Tekbirden az önce ve sonrasında arkadan sesler gelmeye başladı. Aklına birden Banja Luka'da (Bosna Sırbistanı'nın baş şehri) taşlanan teravihler geldi, sesler pek taşlama sesi değildi ama aklına gelmişti ise.
Bu düşüncelerden kurtulup namaza döndü. İmam efendi selam verip “Allahumme Entes Selam” okunduktan sonra sünnet için yerini değiştirmek istedi fakat ne sağında, ne solunda, ne arkasında boş yer yoktu. Cami Allah'ın lütfuyla ağzına kadar dolmuştu. Cemaatin yaş ortalaması da yirmi civarındaydı. Olduğu yerde sünneti kıldı, Rabbine hamdetti. İmam efendi ile musafaha ederken tuhaf bir haldeydi.
Dışarı çıktığında kızının gözleri yaşlıydı ve "Baba doğru yere gelmişiz" diyordu.
Hüseyni Alioğlu arkadaşının hissiyatına tercüman oldu