Her yerini olmasa da çoğu yerini sevdiğim İstanbul’un Üsküdar’ını ve Fatih’ini bir başka severim. Bu “başka sevgi”ye benden başka sahip olanlar da vardır elbet. Malumunuzdur, Fatih’in ve Üsküdar’ın insanı, kültürü, havası, suyu, ezanındaki etkileyiciliği bile farklıdır. Bu ikiliden sonra Eyüp gelir benim için. Bunda da Eyüp Sultan Hazretleri’ne beslediğimiz muhabbetin payı vardır.
Geçen sene Eyüp’te bir kursuna başladım. Kurs günü Cuma idi. Cuma akşamları kurstan çıkıp Fatih’teki arkadaşlarla At Pazarı’nda Dayılar’da ya da Duvardibi’nde buluşup sohbet etmeyi mutad hale getirdim. Bir Cuma akşamı Edirnekapı’da arabadan inip Fevzipaşa caddesi üzerinden Duvardibi sohbetlerimizden birine doğru yürümeye başladım.
Az yiyin diyen bir lokanta burası
Fatih Camii’ne yaklaştığımda bir lokanta ile karşılaştım. İsmini bir yerden hatırlıyordum ve bir arkadaşımın bu lokantanın yemeklerinin lezzetinden bahsetmiş olduğu aklıma geldi. İçeri girdim, atmosferi bir süzdüm, yemeklerin ve garsonların temizliğini kısa bir süre de olsa gözden geçirip “olur” verdim. Müşteri profili biraz “kalburüstü” gibi gözükse de ortamdaki “esnaf lokantası samimiyeti”ni hissettim. Kapıya yakın bir masaya oturdum. O masada şahit olduklarım daha sonra beni o lokantanın daimi müşterisi yaptı.
Biri lokantanın duvarında bulunan “Sağlığınız için az yiyiniz” tabelası idi.
Aksırıncaya tıksırıncaya kadar yiyen; açlığını gidermeyi değil doymayı, daha çok doymayı arzulayan, iştahın şehvet ile aynı kökten geldiğini unutan Müslümanlar için bir ikaz olarak duruyordu sanki bu cümle orada. Diğer müesseseler sürekli yememiz için bahaneler bulurken, burası daha baştan “insanî yeme ölçüsü”nün uyarısını yapıyordu.
Fukaralar samimiyetle ağırlanıp uğurlanıyor
Müdavim olmamı sağlayan diğer olay ise asıl üzerinde durulması gereken şeydi: O gün hava çok soğuktu. Hatta kapıya yakın bir masaya oturmamın sebebi “soğuktan kurtuldum, bir an önce oturayım” dürtüsü idi. Kapıya, tezgaha ve garsonlara yakın oturduğum için neler olup bittiğini rahatça görebiliyordum. Çok geçmeden kapının dışında, görünüşünden ve konuşmasından fukarâ-yi sâbirînden olduğu belli yaşlı bir teyze belirdi. İçeri girmedi.
Garsonlar bakışlarla birbirleriyle konuştu sanki ve kapıya doğru yöneldiler. Bir telaşe aldı ortalığı. “Hemen teyzenin yemeğini hazırlayın” dedi biri tezgahtakilere. Bu arada teyzenin başı içeri uzandı, “Ekmeğim çok az kaldı, bu akşam biraz fazla koysanız” der demez “Tabi teyzecim ne demek!” dediler. Tezgahtaki abi jelatin kapları doldurdukça garsonlar “biraz da tavuktan koy, biraz da köfteden koy.” dediler. Üst kattan gelen bir garson diğerine “yukarıya 3 porsiyon bilmemne gelecekti, çabuk olun” deyince diğer garsonlar “dışarıda teyze var, bu soğukta bekletemeyiz, önce o” dediler. Şaşkınlıktan nutkum tutuldu.
Teyzeyi içeri davet etmelerine rağmen teyze girmedi. Yemekleri kaplara koyup poşetleyerek teyzeye verdiler. “Allah razı olsun, Allah ne muradınız varsa versin” dualarına karşı gayet mütevazı mukabeleler yapıldı. Yemeği bitirip dışarı çıktıktan sonra “Fiyatlar diğer esnaf lokantalarına göre biraz pahalı da olsa böyle lezzete ve böyle hayırsever esnafa feda olsun.” dedim ve ertesi hafta da fukarâ-yi sâbirînden olduğu belli olan bir başkasının aynı tevazu, aynı samimiyet ve cömertlik ile lokantadan uğurlandığını gördüm. Böylece erteler erteleri kovaladı ve Eyüp’ten Fatih’e her geçişimde sağlığım için burada yemek mutad hale geldi. Her gidişimde farklı farklı insanları hor görmeden, onlara kibirlenmeden yemek verildiğine, yedirildiğine şahit oldum.
Allahu Teala böyle esnaflarımızın sayısını çoğaltsın. Sağ elin verdiğini sol el bilmesin ama veren eli görenler de bir el atsın.
Ömer Yüceller yazdı