Ağustos’un kaçıydı şimdi tam olarak hatırlayamıyorum. Sanırım Ramazan’a beş altı gün filan vardı. İkindi namazlarımızı kılıp yola çıkıyoruz Uğur’la birlikte. Saffet ağabeyi de alıyoruz yanımıza. Hava gayet güzel; günlük güneşlik.
“Bilge Çoban”ı görmeye gidiyoruz. Taha Süren’in kısacık haberi ateşlemişti sanki bizi. Şöyle esaslı bir söyleşi yapalım istiyoruz. Uzun uzun konuşalım.
Aslında çok uzun yıllardır tanıyorum O’nu. Tâ, yetmişlerin ikinci yarısından itibaren. Yunanistan’dan kaçıp geldiği günlerden bu yana yani… Görülmemiş bir heyecan ve açlıkla okuyordu, aynı heyecanla da“İslâm”ı tebliğ ediyordu yüksek perdeden çıkan sesiyle; O’nu böyle görenler, karşısındaki kişiyle kavga ettiğini sanıyordu.
Birçok kişi şüpheleniyordu O’nun bu hâlinden bazen. Öyle ya, bir adam Yunanistan’dan kaçıp gelmişse, vardır mutlaka bir bit yeniği bunun arkasında! Aman, aman! Fazla muhatap olmaya gelmez böyleleriyle! Vs. vs…
O günlerde MTTB’de kalıyordu. O kadar çok MTTB’liydi ki, bizler gerçekten hafif kalıyorduk O’nun yanında. Ama yine de birçok kişinin zihninde “Yunanistanlı Sabri”ydi O!
Daha sonraları Biga’nın güzel insanı, Vehbi ağabeyin yanında çalışmaya başlamıştı, geceleri de O’nun (Vehbi ağabeyin) mağazasının üst katında kalıyordu. Zaman zaman başka işler yaptığı da olurdu; kitapçılık gibi meselâ… Hattâ şu an kitaplığımdaki bazı kitapları O’ndan aldığımı hatırlıyorum.
Yaklaşık on yıldır görüşemediğimizi hatırlıyorum, şu an O’nu görmeye giderken. Gerçi uzaktan uzağa takip ediyor, haberler alıyordum kendisinden zaman zaman. Mesela çobanlık yaptığını da işte bu vesileyle biliyordum. Biga’ya dört beş kilometre uzaklıktaki alabildiğine kıraç ve kayalık bir arazide (çiftlik demek ne derece doğru olur bilmem!), koyun ve keçi besliyor. Hasretle kucaklaşıyoruz. Meşhur olduğunu, “Dünya Bizim” aracılığıyla binlerce insanın artık O’nu tanıdığını, bu yüzden röportaj yapmaya geldiğimizi söylüyorum. Gülüşüyoruz hep birlikte. Hemen kızarıyor, kızıyor da! Tamam tamam! Sadece takıldık işte, diyoruz.
Armut ikram ediyor bize yanı başımızdaki armut ağacından. Bir taraftan armutları yerken, diğer yandan da söyleşiyoruz…
Ağır bir söyleşiydi. Eski zamanların Yunanistan’ında gibiydik, karşımızda konuşan da Aristo Sabri’ydi sanki…
- Günler nasıl geçiyor burada Sabri kardeş, neler yapıyorsun?
Dünya meşgaleleri… Buralarda kendimizi heder ediyoruz; maddi manevi yıprandık, işin içinden de çıkamıyoruz. Geçmişteki ümitler de söndü biliyorsun. Bu işletmeler, dünya çapındaki küresel güç geliştikçe büyük işletmeler oluştukça böyle ufak tefek işlerin hiçbir kıymet-i harbiyesi kalmadı. Geçenlerde bir belgeselde izledim; Avustralya Kıtası’nda 4 milyon 200 bin insan nüfusu var, 60 milyon koyun nüfusu var. Kardeşim bunlar dünya piyasalarına gemilerle sevk ediyorlar koyunları. Bizim gibi öyle 40–50 tane koyun bakacağım da geçineceğim yok. Ağbi geçmiş o devirler. Meşgale kabilinden gittiği yere kadar gitsin diyoruz. 3–5 sene sonra emekli de olacağım Adem Hocam. Gerçi çene yapsam hem kendime hem etrafıma faydalı olabilecek durumlar söz konusu olurdu. Birkaç tane kitap takdim etsem birkaç kişiye, istifade edebileceği şekilde birkaç eser takdim etsem buradaki koyunlardan çok daha faydalı olurdum.
Biliyorsunuz her devirde değişik felsefelerinin ağır bastığı dönemler olur. 28 Şubat sürecinden sonra yaşadığımız dönem biraz farklı felsefeleri beraberinde getirdi. Eskiden fakirlerle zenginler arasında İslam kardeşliği vardı, yeni felsefelerimiz sayesinde o kardeşlik gitti. Artık fakirden din kardeşi bile olmaz anlayışı hâkim oldu. Herkes çil yavrusu gibi dağıldı, savrulup gitti.
Amak-ı Hayal diye bir kitap var
100 küsur sene önce yazılmış Amak-ı Hayal diye bir kitap var. Ahmet Cevdet Paşa’nın çağdaşlarından, Osmanlı’nın son münevverlerinden Ahmed Hilmi Efendi’nin kitabı. Fakat ne acıdır ki ülkemizdeki reform hareketleri daha ziyade milletin kültürünü tahrip etme yönünde yapılmış. Bizimkiler tepeden inme milleti değiştirmek, dönüştürmek için yapmışlar bu reformları. Yani bilgi yönünde, teknik yönünde gelişme kat etmesi için; daha kaliteli bireyler yetiştirmek için değil de bunun tam aksi için çalışmışlar. Yıllardan beri de çalışılıyor. Bu Amak-ı Hayal çok değerli bir eser. Sosyologlardan bahsediyor. Descartes’den, Marx’tan söz ederler fakat kendi sosyologlarımızdan, kendi bahçemizin gülü cemil Meriç’ten habersiz yaşarlar mesela. Bu ne hazin bir haldir.
Geçenlerde bir programda sohbet ediyorlar birkaç siyasetçi. Çok kaliteli fikirleri var hepsinin. Yani bu insanlar sosyal konularda niye müşterek hareket edemiyorlar diye üzüldüm. Evet, solun da haklı tarafları var, ama dikkat ederseniz bunları hayata geçirme noktasında toplumla bütünleşemiyorlar. Batı’daki gibi topluma yararlı olamıyorlar, söylemde kalıyorlar. Fikirler var toz duman içerisinde, darmadağın…
- Yıllar sonra geriye dönüp baktığında neler görüyorsun, ne gibi değişiklikler?
Ben şimdi 55 yaşıma geldim. 20 yaşımdaki düşüncelerimle 50 yaşımdaki düşüncelerim arasında dağlar kadar fark var. Şu anda kendi kendime diyebiliyorum: Sabri bu kâinatın sırlarının yüzde birine bile vakıf değilsin!
Dünyanın gerçekleri var. Ve zaten her şey hareket halinde, her şey değişiyor, yıpranıyor; biz de öyle. Mesela ben yaşlandım pek işe yaramıyorum. Ama etrafımdaki yeni gelişen kuşağın biraz olsun daha işe yarar hale gelmesi için -hani Necip Fazıl’ın dediği gibi imanlı bir nesil getirebilmek için- çaba sarf etmeliyiz.
- Peki, eksiklerimizi nasıl tamamlamalıyız bu durumda, üstelik bunca kirlilik de varken?
Her noktada eksiklerimiz var insan olarak. Bir çeşmeye gidiyoruz, elimizi yüzümüzü yıkıyoruz, suyun aktığı yere tükürüyoruz. Hâlbuki dönüp dolaşıp aynı suyu içmeye geldiğimiz zaman pisliklerle yüz yüze geleceğiz. Çevreye karşı daha duyarlı, daha insaflı, daha düşünceli hareket etmeliyiz. Bilinçaltımız yeterince kirlenmiş, hiç olmazsa çeşmelerimiz temiz kalsın! Hiç olmazsa yeni yetişen neslin bilinçaltını o tabiî yaratılıştan, o saflıktan uzaklaştırmayalım. Kendilerini tanıyana kadar, keşfedene kadar onları muhafaza etmek için çaba sarf edelim. Fakat cemiyet hayatında yara almamaları kaçınılmazdır!
Şimdi bütün bunlar neden kaynaklanıyor: bilinçaltından. Bilinçaltı kirlendikçe davranışlar etkileniyor. Bir anda oluşan şeyler değil bunlar. Dikkat ederseniz bilinçaltı kirlenmiş; kalbimiz, duygularımız falan filan ondan sonra parçalanmış. Adam durup dururken katil olmaz. Durup dururken alkolik olmaz. Durup dururken hırsız olmaz. Hayvan olmak için hayvan olarak dünyaya gelmek kâfi, ama insan olmak için insan olarak dünyaya gelmek kâfi değil. Kendini korumalısın.
- Rasim Özdenören’in 'Gül Yetiştiren Adam' adlı kitabında şöyle bir şey var: Kurtuluş savaşına katılan bir adam, uğruna savaştığı değerlerin hepsinin savaştan sonra yok olduğunu görüyor. Evine bir kapanıyor, yıllarca çıkmıyor dışarı.
Evet, öyle insanlar var. Bir tane de Biga’da vardı Hacı Pehlivan köyünde. Yaşlı bir adamdı. Ölmüştür şimdi.
Hep dünyalık, hep dünyalık!
- İşte senin buraya çekilmiş olman da bana onu (Gül Yetiştiren Adam’ı) hatırlattı. Böyle bir şey var mı? Ben senin mücadeleni biliyorum. 80 öncesi çırpınırdın, mücadele ederdin, koşardın, konuşurdun, bir şeyler yapardın. Ama, sonra bir baktık ki Sabri ortalarda yok, birdenbire kayboldu.
Bunun biraz da ekonomik ve sosyal boyutu var. Ben çocuğumun eğitimine dikkat etmek zorundayım. Şunu söylemem gerekiyor ki, 6 sene çok yıprandım Türk vatandaşlığına geçene kadar. Benim teselli olabileceğim tek şey çocuklarımın eğitimi; iyi insan olmaları. Ve bunların ihtiyaçlarını gidermek için bir şeyler yapmam lazım. Gemicilik mesleğimi icra ederken vatandaşlıktan uzaklaştırıldım; fakat çektiğim sıkıntıları maalesef dostlarım anlayamadı.
Cumadan cumaya ancak cemaate iştirak edebiliyoruz. Geçenlerde bir arkadaşla karşılaştım. Sohbetimiz oldu. Eğer ki onunla, o sohbetin meydana geleceğini bilseydim Cuma namazına gitmezdim. Beni, yakınlarımla olan imtihanım çevreden soğutmuş oldu. Ama bütün bunlar mazeret değil tabii. Kıldım namazı, iniyorum merdivenlerden; bir Müslüman kardeşim yukarıdan geldi: “Sabri dedi hep dünyalık, hep dünyalık çalışıyorsun.” dedi. Dost kalbini kırmaya değmez hani verilecek cevap nedir: Tok öküzler aç çobanın halinden ne anlar dersin yeter. Ben gülüp geçtim. İyi yapmışsın, sabır etmişsin dedi hanım da. Ben hayat memat mücadelesi veriyorum. Çobanım ben yahu! Benim halime bak, gecem gündüzüm belli değil. Bu arkadaş aşere-i mübeşşere’den olduğu için bana diyor ki; “hep dünyalık hep dünyalık… “
Cemil Meriç evrensel bir düşünür, evrensel bir sosyolog
- Yani, dünyadan el ayak çekmeni mi istiyor bu insan kardeşlerimiz senden?
Herhalde onu istiyorlar. Halbuki çocuklarımız var ve onların eğitimini tamamlamak durumundayız. Okuyabilecek olan çocuğu okutabileceğimiz yere kadar, okumayacağını da bir meslek sahibi edene kadar okutmak gerekir. Bizim devletin felsefesinin sakatlığı yüzünden insanımızı manevi yönden yetiştiremediğimiz gibi, maddi yönden de hayata hazırlayamadık. Nihayetinde insan hem maddi hem de manevi bir varlık. Darvin’in evrim teorisine göre insan maymundan gelmiş; yani biz de domuzdan gelmedik! Hz. Âdem’den geldiğimizi söylüyoruz. Dolayısıyla her bireyin hayatını temellendirmesi lazım; bu hususta düşünmesi ve isabetli karar vermesi gerekmektedir. Maddi manevi hayatını geliştirebilmesi için acaba yetişen nesle, yakın tarihimizde ne kadar yardımcı olduk, ne kadar faydalı olabildik. Mesela tarihi süreç içerisinde kültürler insanlığın ortak malıdır. Herkes ondan istifade etmesini bilmeli, istifade etmeli. Ama kendi kültürüne de yabancı kalmamalı, kendi kültürüne sahip çıkmalı. Mesela, “Işık Doğudan Gelir” kitabını okuduğum zaman şöyle düşündüm: ülkemizdeki edebiyatçılar, düşünürler, aydınlar, fikir adamları üstad Cemil Meriç’in bu kitabını okumuyorlar mı? Bu ve benzeri kitapları lise ve üniversite öğrencileriyle buluşturmamız lazım. Cemil Meriç evrensel bir düşünür, evrensel bir sosyolog. Zaten biz Müslüman olarak evrensel bir dinin, evrensel bir kitabın, evrensel bir peygamberin heybesi altındayız. Fakat dikkat ederseniz biz bu özelliği inkâr ettiğimiz için, bu evrensel değerleri başkalarına takdim etme ve ulaştırma noktasında yetersiz kalıyoruz. Cemil Meriç sadece kendi insanımıza hitap etmiyor, doğuya ve batıya da hitap ediyor. Batı’yı Batı’dan çok daha iyi bilen, doğru tespitlere sahip bir insan ve dolayısıyla sadece kendi insanımıza hitap etmiyor. Diğer dillere tercüme edildiği zaman bizim dışımızdaki insanlar da istifade edebilecek.
- Bir de batılılaşma meselesi var Osmanlı’nın son zamanlarda başlayan ve günümüzde de devam edegelen…
Geçenlerde bir genç bizim Avrupalılardan ne farkımız var, biz de çağdaşlaştık yani batılılaştık dedi. Çok fark var dedim. Onlar kendi kültürlerine sahip biz ise kendi kültürümüzden yoksunuz. Batılılaşma demek yozlaşmak demek değildir. Nasıl Müslümanlık demek yobazlık demek değilse çağdaşlaşmak batılılaşmak demek yozlaşmak demek değildir. Böyle deyince abi sen ne arıyorsun burada dedi. Öğretim üyesi gibi cevap verdin dedi. Öğretim üyesi olmak, vali olmak, general olmak önemli değil, insan olmak için, hepimiz ömrümüzün sonuna kadar mücadele etmek durumundayız. Gerçekten de böyle yani.
İslam tarihine baktığımız zaman
- Elhamdülillâh, iyi ki Müslümanız! Sence de öyle değil mi?
Müslüman oldum iş bitti; öyle mi? Yok öyle bir şey! Sonra problemsiz bir dünya yok. Yani burası cennet değil. Bu hayatın içinde her gün bir sürü hadiselerle problemlerle karşı karşıyayız. Bunlarla mücadele etmek durumundayız. Problemsiz bir dünya düşünemiyorum. İşte, İslam gelecek dertler bitecek falan filan yok. Dertler bitmemiş yani. İslam tarihine baktığımız zaman görüyoruz bunu. O zaman da problemler vardı bundan sonra da olacak. Önemli olan nedir! Önemli olan aklımızla, irademizle doğru tespitler yapıp problemleri asgariye indirmek. Bugün Müslüman olmak işi bitirmiyor. Yani beşeri bir hayatta yaşıyoruz; beşeriz. Beşeri yönden insanın bütün ünitelerini harekete geçirmek durumundasın, işe yarar hale getirmek mecburiyetindesin. Batıdaki mistik anlayış gibi bir anlayış; işte ben dünyadan elimi ayağımı çektim, benim dünyayla alakam yok, ben uhrevi hayatımı yaşarım deyip işin içinden çıkamazsın. Tevekkeltüalellah! İyi ama yapman gerekenleri yerine getireceksin ondan sonra tevekkeltüalellah diyeceksin.
Adamın biri, Allah’a tevekkül edersem her şey ayağıma gelir demiş çekilmiş odasına; bir gün, iki gün, üç gün aç. Bir gün komşusu çorba pişirmiş. Bir çanak da bizim dervişe götüreyim demiş. Götüreyim de, sıcak bir çorba içsin. Gitmiş kapıyı çalmış tık tık tık… Dervişten hiçbir ses yok. Herhalde demiş, evde kimse yok. Götürüp başka bir komşuya vereyim deyince, derviş bakmış çorba gidiyor! Öhhhhöööö diye kocaman bir öksürük patlatmış içeriden. Bunu duyan komşusu açmış kapıyı, burada mısın demiş, buradayım. Çorba getirdim de. Heee sağol deyip bir güzel içmiş çorbayı bizim derviş. Sonra da, ey Allah’ım demiş, veriyorsun veriyorsun ama yine de öksürttürüyorsun. Yani şimdi sebeplere riâyet etmek durumundayız. Sebeplere riâyet etmek kâinattaki kanunlara riâyet etmek ibadet hükmündedir. Bunu, dikkat ederseniz Müslüman bilinçli bir şekilde yaptığı zaman ibadet hükmündedir ve sabır ve ısrar.. nasıl söyleyeyim tamah demek değil tamah ayrı bir şeydir tamahkârlık ayrı bir şeydir.
Bu söyleşi daha uzayıp gidecekti belki de, lâkin vakit epey ilerlemişti ve koyunlarla, keçilerin bakım zamanıydı, kapatıldıkları ağıldan dışarıya çıkartılmaları gerekiyordu. Gitmek için izin istedik. Hemen bir çırpıda, hani nasıl derler ‘göz açıp kapayıncaya kadar’ 5-6 litre süt getirmişti plastik bir kapta.
Sabri… Yunanistanlı Sabri… Çoban Sabri… Bilge insan… Sevgili muhacir kardeşimiz…
Adem Turan- Uğur Sezen konuştu