Sanat sineması yahut diğer adıyla bağımsız sinemanın dolaşım kanalı film festivalleridir. Festivaller; ana akım dışında kalan yapımların seyirci ile buluşması, tematik film seçkilerinin oluşturulması, ödül ve destek mekanizmaları ile film yapımcı ve yönetmenlerine motivasyon sağlamaları gibi birçok fonksiyonu yerine getirirler. Tabi festivallerin misyonu bunlarla sınırlı değil; kültür endüstrisi içerisindeki yerleri ve en önemlisi de politik olarak kapladıkları alan oldukça önemli.

Yeni bir sinema dergisi Rabarba

Bu yazıyı yazmama beni teşvik eden durumlar, yeni bir sinema dergisi Rabarba Şenlik ve de son dönemlerde festivallerde görmeye başladığım bir takım filmler. Öncelikle Rabarba Şenlik dergisinden bahsedelim. Nisan ayı itibariyle 3. sayısını yayımlayan dergi, İstanbul Medya Akademisi’nin yayını, aylık olarak çıkıyor. Rabarba, sahne içerisinde duyulan fakat anlaşılmayan uğultuyu karşılamak için kullanılan bir senaryo terimi. Akılda kalıcılığı zor olsa da bir sinema dergisi için iyi bir isim.

Dergi nisan sayısında “Sinemanın Bağımsız, Sanat ve Festival Hali” başlığında bir dosya konusu ile çıktı. Dosya kapsamında sinema; ekonomi ve politika ilişkisini irdeleyen beş yazı yer alıyor. İlk iki yazı ana akım ve sanat sinemasının üretim koşulları ile sinematografik ayrımlarını konu edinirken diğer üç yazı da festivalleri çeşitli açılardan değerlendiriyor. “Festivaller ve Egemen Kültür Politikası” başlıklı Lalehan Öcal’a ait yazı ile Teksin Begeç’e ait “Bir Kültürel Hegemonya Örneği Olarak Sinematek ve Festivaller” yazısını başlıklarından dolayı büyük bir beklenti ile okuduğumun altını çizmeliyim. Teksin Begeç yazısında; dünyada, sinema arşivciliği ve gösterimi yapmak amacıyla kurulan, işlevi bir tür arşivleme olan sinemateklere dikkat çekiyor. Ülkemizde 1965 yılında kurulan Türk Sinematek Derneği’nin ise amacından sapmış biçimde, seyirci beğenisini özellikle yabancı yapımlara yöneltmek gibi bir işlev gördüğünün altını çiziyor. Benzer bir fonksiyonu bugün için İKSV ve İstanbul Film Festivali’nin yerine getirdiğini de ekliyor.

Festivallerin politik misyonları

Rabarba Şenlik’teki yazıların festivallere dair önemli noktalara parmak bastıklarını belirtmekle birlikte, eksik bıraktıkları bir noktanın altını çizmek istiyorum. Festivaller üzerinden dolaşıma sokulan filmlerin; ana akım sinemanın doğrudan ve açıkça, propagandist bir dille yaptığından çok daha tehlikeli bir misyonu yerine getirdiğine, dikkati çekmek istiyorum.

1932 yılında düzenlenen ilk film festivali olan Venedik Film Festivali’nden beri festivallerin politik açıdan bir tavırları olduğu aşikâr. Festivaller, düzenlendikleri ülkelerin ulusal politikalarıyla şekillenmiş hem de o ülkelerin uluslararası –kültür- politikalarının sözcülüğü görevini üstlenmişlerdir. Festival- politik ilişkisi, karmaşık bir süreçte oluşmakta şüphesiz. Zira sanatın da bir meta değerinin olduğu ve sermayeden bağımsız olamayacağı hesaba katılınca, bu ilişkinin giriftliğinin de gerekçesi oraya çıkmış oluyor. Söz konusu ilişki yapısının oluşumunda politika mı, ekonomi mi, yahut sanatın mı belirleyici olduğu bu karmaşık ilişki ağından dolayı muğlaklaşıyor. Fakat bu muğlaklığa rağmen ortaya çıkan sonuç üzerinden daha net bazı tespitler yapmak mümkün gibi görünüyor.

Festivaller üzerinden dolaşıma sokulan ‘metafizik’ ve İslamofobi

Günümüzde özellikle Cannes, Berlin ve Venedik film festivalleri, yapmış oldukları film tercihleri ile tüm dünyada belirli temaları ön plana çıkarıyorlar. Bu temalar küresel çapta kültür sanat konjonktürünün meselelerini de belirliyor, desek abartmış olmayız. Cinsiyet, cinsellik, aidiyet, kimlik ve öteki gibi kavram kapsülleri ile ifadesini bulan bu tür temalar filmlerin metafizik alanını oluşturuyor. Böylesi sentetik bir metafizikle donatılmış filmler, üretildikleri ülkelerin kültürü ve gelenekleri ile sağlıklı ilişki kurmayı imkânsız duruma getiriyor. Yahut ancak kendi değerlerine eleştirel yaklaşan filmler kabul görüyor.

Prestij anlamında dünyanın gözdesi olan bu üç festivalin tavrı ulusal festivallere de sirayet ediyor. Ulusal festivaller de benzer temaları gündemde tutan filmleri önceleyerek kendilerine prestij sağlama yoluna gidiyorlar.

Son dönemde Batı’da yükselen İslamofobi, festivaller üzerinden dolaşıma sokulan filmlerin yeni ‘metafizik’ konusu olacağa benziyor. Hatta izlediğimiz kimi ödüllü filmlerin örtük de olsa, kötülüğün kaynağı olarak İslam’ı işaret ettiğine şahit oluyoruz. Avrupa merkezli festivallerden daha çabuk davranan ve bu konuda çok daha hevesli olan ulusal festivallerimizin olduğunun altını çizerek bu konuda dikkatli ve hassas olunması gerektiğini de vurgulayalım.

Serdar Arslan