Külfetsiz bir şekilde denize girmenin mümkün olduğu bir sahil köyüydü Tantûra. Araya uçurumların ya da parmaklıkların girdiği, çoğu zaman yüksek bir balkondan seyretmek zorunda kaldığın ya da o bir kenarda dururken senin asfaltta yürümeye mecbur bırakıldığın diğer şehirlerin denizlerinden farklıydı denizi. O sebepten olsa gerek, Tantûra’nın çocukları yürümeyi ve konuşmayı ne zaman öğrendiklerini hatırlamadıkları gibi yüzmeyi ne zaman öğrendiklerini de hatırlamazlardı; çünkü yüzmeyi öğrenmek de yürümeyi ve konuşmayı öğrenmek gibi kendiliğinden ilerleyen doğal bir süreçti.

Deniz Tantûralılar için, köyün sınırını belirleyen, köyde ikamet eden, sesi ve rengiyle bütün köyü kaplayan, öyle ki bir tandır ekmeğini yerken bile insanları sanki denizi içine çekiyorlarmış hissiyle kuşatan, düğün merasimleri gibi insanların en mutlu günlerine tanıklık eden köy halkından bir fert mesabesindeydi. Tantûra’nın istisnasız bütün tepeleri ve vadileri yeşildi, yaylalarında kır çiçekleri açar, kokuları havaya dağılır; kırmızısı, sarısı ya da morun hangi tonunda olursa olsun bütün çiçekleri, yeşilin denizinde boğulmaya mahkûm birer süslü benekler olarak kalırdı.

Hayat hiçbir zaman biteviye devam etmezdi, her an insanı doyumsuz sevinçlere de onulmaz kederlere de gark eden sürprizlere gebeydi. Bu yazgı Tantûralılar için de geçerliydi. İşte bir Şubat ayında yaşamın doğal seyrine tecavüz eden, insanları alışageldikleri yaşam tarzından uzaklaştıran, toplumda yepyeni bir gündem oluşturan, emniyeti yok edip korku ve tedirginliği hâkim kılan, sevinç ve mutluluklara ket vurup insanları acı ve üzüntülere boğan o meşum saldırı gerçekleşerek ve değişmez yazgı Tantûralılar için de onulmaz kederlerin başlangıcı olarak tahakkuk edecekti. Yahudi askerlerinin dağlara patlayıcılar yerleştirmesiyle, köylere saldırmasıyla, çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlı genç demeden insanları katletmesiyle, gece baskınlarında köy halkının bütün mahsullerini ateşe vermesiyle asude bir şekilde yatağında ilerleyen nehrin, önüne çıkan kocaman bir kaya parçası sebebiyle suyunun damlacıklar hâlinde dört bir tarafa savrulması gibi, can ve namus güvenliği derdine düşen Tantûralılar da köylerini terk etmeye mecbur kalmakla paramparça olacak ve her biri dışlanmayı, hor görülmeyi, kabullenilmemeyi göze alarak farklı mecralarda, imkânsızlıkların kol gezdiği kamp ortamlarında ya da kampların dışında hayata tutunmanın çarelerini aramaya başlayacaklardı. Okula giden eğer Filistinli bir çocuksa, onu neyin kızdırdığını bile anlayamadan arkadaşının saldırısına maruz kalacak, bir iki gün sonra ise onun kendisinin Filistinli olduğunu öğrendiğini anlayacaktı. Bir Filistinlinin varlığı, salt Filistinli oluşu, başkası olmayışı, öfkeyi tetikleyen kışkırtıcı bir duruma dönüşecek ya da hoşnutsuzluğun ortaya çıkmasına, en azından tiksintiye sebep olacaktı, sanki çorba kâsesine şanssızlık eseri düşmüş bir böceklermişçesine.